İllüstrasyon: Joshua Pawis
İlk duvarları ören, kulübeler yapan kadınlar bilebilir miydi binlerce yıl sonra o duvarların kendilerini hapsedeceğini. Ateşi ilk keşfeden insanlar bilebilirler miydi o ateşin bir gün kadınları yakmak için kullanılacağını
İnsanlık tarihi boyunca toplumların sürekli anlam arayışında olduğunu görüyoruz. Nasıl var olduğumuz, nereden geldiğimiz, nereye gideceğimiz, toprağın nasıl olur da ölü bir tohuma yeniden hayat verdiği, kadının nasıl olur da karnından yeni ve canlı bir varlık dünyaya getirdiği, gökyüzünde şimşeklerin neden çaktığı ve daha birçok soru insan aklını sorgulatmaya yöneltmiş. Ve bu anlam arayışları yani bir gerçeklik karşısında ona anlam biçme, ad koyma, ahlaki çerçevesini belirleme, bir sistem olarak tüm toplumsallıkta uygulanabilir hale getirme süreçleri düşünce yöntemlerinin hafıza oluşturmasıyla sağlanmış.
Sistemleşen düşünce yöntemleriyle, bir yanıyla insan düşünen varlık olarak iyinin, doğrunun, güzelin peşine düşmüş; bir yanıyla da bu düşünce yöntemleri devletlerin kurulmasında, köleliğin oluşmasında, sınıflı toplum yaratımında, doğa katliamında ve kadın özgürlüğünün kendisinden çalınmasında iktidarların en büyük yardımcısı olmuştur. Çünkü egemenler için kendine karşı çıkanları cezalandırma, öldürme, yoksullaştırma fiziki hamleler olabilir ama daha da önemli olan, düşüncede tüm bunların doğruluğuna inandırma derdi yatmaktadır.
Zihinsel inşa yöntemleri ile iktidarlar yanlışı doğru, çirkini güzel, kötüyü iyi olarak algılatabilmektedir.
İnsanlığın ilk çağlarından itibaren düşünce biçimi olarak doğayı canlı görme ve tüm varlıkların aynı kökenden geldiğine inanma hali mitolojilerle ifade edilmiş. Bugün bizim anlamak için o dönemin yaşam şartlarını araştırdığımız mitolojilerde çok coşkulu, heyecanlı ve tanrısal varlıkları anlatan hikâyeleri buluruz. Sürekli doğanın oluşum dinamikleri karşımıza çıkar mitolojinin ilk hikâyelerinde; gökyüzü, toprak, nehirler, hayvanlar, ağaçlar, ateş, su, taşlar, mitoloji sahnesinin vazgeçilmezleridir. Verimlilik, bereketin sürmesi, mevsimlerin düzenli işlemesi için tanrısal varlıklar konuşur o hikâyelerde. Bu güzel hikâyelerin ilk oluşumlarında kadın hep tanrısal varlık olarak görülür.
Ancak çağlar ilerledikçe iktidar dediğimiz insanın doğasına aykırı olan tahakküm biçimi mitolojileri ele geçirmiş. Ve artık sürekli doğaya öykünen, verimliliği esas alan, kadınların yaratıcılıklarını hikâyeleştiren mitolojiler, yerini erkek tanrıların kendilerine hizmet etmek için kandan insan yaratmasına, birbirleriyle savaşmasına, kölelik düzenini yaratmasına doğru gitmiş. Çoklu erkek tanrılar sisteminin yönetici olduğu toplumların sorunları artmaya, sorunların çözümü çözümsüzlüğe doğru ilerlemeye devam etmiş. Yöntem olarak mitolojinin iktidarla buluşmasının kadın hakikatinin karartılmasında, saygınlığının unutturulup ters yüz edilmesinde ne kadar etkili olduğu bugün artık arkeolojik kazılar ve söylencelerin, ritüellerin incelenmesinde açığa çıkmaktadır.
Din olarak düşünce yöntemi çok tanrılı sistemlerin yarattığı sorunların çözümüne karşılık halkın ihtiyaçlarına cevap olacağı söylemler üzerinden yeni bir yaşam iddiasında bulunur. Yoksulluğun, köleliliğin, tahakküm ilişkileri içerisinde anlam yitimine uğrayan insanın adeta ruhunun gıdası olur dinsel yöntem. Yöntem olarak mitolojilerden farklıdır çünkü artık hikâyeler değişmeyecek, o hikâyeler üzerinden nasıl bir toplumda, hangi ahlaki duruşla yaşayacağız sorusundan dersler çıkarılacaktır. Söz olacaktır ilk başta, bu söz tanrının sözüdür ve tanrının sözü esastır. Söylem toplumun içinden değil, toplumun kutsal gördüğü aşkın bir varlık tarafından söylenecektir. Bu söylemde mitolojik öyküler artık dogmalaşır, tek bir tanrı vardır, her şeye o karar verir, kader belirler, cezalandırır, ödüllendirir. Nasıl bir yaşam sorusunun cevabı kutsal kitaplardan çıkarılacak derslere göre şekillenecektir.
Ve elbette ki din dediğimiz düşünce yönteminin kökenleri her ne kadar çok tanrılı sisteme, Firavunlara, Nemrut’a itirazlar ile başlıyorsa da içeriğinde mitolojik öykülerinin etkileri, bazen de aynılığı karşımıza çıkar.
Tek tanrılı dinlerde ibadet etmek gerekir, mitolojik dönemde de ritüeller vardır. Kadının erkekten yaratılmasındaki kaburga kemiği Sümer tabletlerinde tam tersi olarak bir tanrıçanın yarattığı iyileştirici tanrısal varlık olan Ninti (kaburganın hanımı, yaşam veren) adıyla karşımıza çıkar. Ha keza yaşam ağacı, Nuh tufanı, kurban verme, topraktan ya da sudan yaratılma gibi birçok bölüm mitolojik öykülerde karşımıza çıkar.
Toplumsal sorunların çözümü için sistemleşen din, bir düşünce yöntemi olarak iktidarla buluştuğunda devletlerin yönetiminde, aile oluşumunda, kadın erkek ilişkilerinde kısaca yaşamın her alanında baskıcı, düzenleyici, cezalandırıcı, ötekileştirici bir karakterin gerekçesi olarak sunulur. Elbette ki dinin bir düşünce yöntemi olarak iktidarın doğuşuna neden olmadığı, iktidar ve sermaye sahiplerinin, ataerkil zihniyetlerin dini kullandığını söyleyen, bunun mücadelesini veren, çok ağır bedeller ödeyen kesimler olmuştur, olmaktadır.
Düşünce yöntemi olarak dinin egemenlerin elinde bir baskı aracına dönüşmesinde en fazla kadınlar hakikat kaybına uğratılmak istenmiştir. Kutsal kitaplara atıf yapılarak oluşturulan yorumlar, yasalar, inşa edilen ahlaki değerler, kadının erkeğin yardımcısı, erkekten değersiz, akıl bölümü zayıf, anne ve eş olarak yaratılmış varlık tanımları yapılır. Sadece kadınların erkeğin kadını olarak tanımlama süreci ile bitmez bu durum. Kadınlar serbest bırakıldığında toplumun ahlakını bozar, erkekleri tahrik eder, çünkü o ilk günahın kaynağıdır ve her an şeytanla işbirliği yapma potansiyelini taşımaktadır. O yüzden kadınlar fiziki ve düşünsel olarak denetlenmeli, kapatılmalıdırlar. Siyasal dincilerin bu söylemleri devletlerin yönetimini kolaylaştırmakta, ailede erkeğin egemenliğini güçlendirmekte, yaşamın her alanında iktidar sahiplerinin kendi sömürü politikalarını sürdürme ve meşru kılma yolunu kolaylaştırmaktadır. Çünkü kadınlar özgürleşirse iktidara karşı çıkan en dinamik kesim olacaklardır.
Siyasal dinin dogma yöntemine karşılık insanın kendi aklını kullanarak bilginin açığa çıkmasını isteyen, nasıl var olduk sorusundan tutalım, güzel nedir, etik nedir, bilginin kökenleri nerededir, sınırları nereye kadardır sorularını sorarak adeta insan toplumsallığına nefes aldırmak isteyen bir düşünce yöntemi olan felsefe gelişir. Ancak felsefenin etki gücünü gören ve hareket alanını kısıtlamak isteyen iktidar mekanizması elbette ki onu da mitoloji ve dinlerde olduğu gibi ya kısıtlayacak, denetim altına alacak ya da yörüngesinden çıkaracaktır. Özgür düşünceyi savunan filozoflar olduğu kadar felsefe yaparak düşüncenin önüne duvarlar örmeyi bir görev bilenler de olacaktır. Ve erkek egemen sistem varlığını yine kadının felsefede nefes almasını engelleyerek sürdürecektir. Her şeyi özgürce tartışmak isteyen erkek filozoflar ne kadın filozoflara ne de sadece kadın köleliği üzerinden kendi konumlarını felsefi düzlemde tartışmaya tahammül edecektir.
İnsanlığın toplumsal yaşamı kutsallaştırdığı günden itibaren kadınların muazzam deneyimleriyle açığa çıkan bilginin, bilim olarak özellikle son beş yüz yılda kiliseyle çatışmadan kaynaklı ortaya çıkan ve sistemleşen düşünce yöntemi olduğunu görürüz. Aslında bilim, doğal toplumdan beri vardır ve bugünkü bilim o günlerin birikimleri sayesinde bugünkü bilim olmuştur. Ancak bilimin iktidarın denetiminde olması, onu kadın düşmanı yapmaya devam edecek, pozitivizmin siyasal sonuçlarını en ağır biçimde ortaya çıkaracak, bugünkü doğa katliamlarının, emeğin sömürülmesinin, kadın köleliğin gerekçelerini hazırlayacaktır. Parayla alınıp satılan, toplumdan koparılan, kadınları tarihten silikleştiren ya da erkeğe göre ikincilleştiren bilgiler, en büyük kötülüklerin kaynağı olarak devletlerin dokunulmaz mekânı olan akademik mekânlarda bilim adına kurgulanacaktır. Bugün on binlerce sosyal bilimcinin kitaplarını ve eylemlerini toplasak bir peygamber kadar toplumsal etki yaratmamasının sebebi ne olabilir ki. Sisteme muhalif sosyal bilimci sayısı o kadar azken bu azlık içerisinde de kadın sorununun kendilerinden bağımsız bir sorun olmadığını itiraf edip egemen erkekliği tartışanların sayısının bir elin parmaklarını geçmemesinin sebebi ne olabilir ki.
Kendi hakikat arayışlarını ifade etmenin yolları olan mitolojinin, dinin, felsefenin, bilimin ve sanatın çıkış noktalarındaki tarihsel süreç hep itirazlar üzerinden olmuştur. Bu itiraz noktasının kabul görmesiyle birlikte toplumsal etki gücü açığa çıkan düşünce yöntemlerinin iktidar çemberine teslim olmaları elbette ki erkek egemenliğinin kadın özgürlüğüne tahammülsüzlüğünün de nedeni ve sonucudur.
Ve biz kadınlar tüm bu düşünce yöntemlerinin özgür toplum üzerindeki etkisini ve iktidarlaşmalarındaki tarihsel bağlamı görerek, bu deneyimleri bütünlüklü incelemeye çalışarak “yaşam nasıl olmalı”nın derdine düşmüşüz. Bu derdimizin anlam bilimi olarak jineolojî yani kadın ve yaşam bilimi; arayışlarımızın bağlantısını adeta arkeolojik kazı yapar gibi ortaya çıkarmanın önermesini bizlere sunmaktadır.
Bugün en çok konuşulan terimlerden biri olan tecridin düşünce yöntemlerinin iktidarlaşmasındaki hikâyesini merak ediyor insan. İnsan toplumu, bir zamanlar soğuktan, sıcaktan, saldırılardan korunmak için ördüğü ve birer ruhu olduğuna inandığı taşların binlerce yıl sonra düşünceyi, sisteme karşı olan muhalifleri, liderleri toplumdan soyutlamak için örüleceğini bilebilir miydi. İlk duvarları ören, kulübeler yapan kadınlar bilebilir miydi binlerce yıl sonra o duvarların kendilerini hapsedeceğini…
Kendini bir varlık olarak özgürlük esasıyla tanımlayan kadınların ödediği bedellerden birini- fabrikada grev yaparken yangında hayatını kaybeden kadınları- birkaç hafta sonra 8 Mart’ta yeniden alanlarda haykıracağız. Yaşamın kutsal kaynaklarından görülen, bu yüzden söndürülmeyen ve korunan ateşin; kadınları katletme silahına dönüşmesinin de hikâyesidir düşünce yöntemlerinin tarihi. Ateşi ilk keşfeden insanlar, onun etrafında oturup gece gökyüzünü izlerken bilebilirler miydi o ateşin bir gün kadınları yakmak için kullanılacağını.
Tecridi koruyan taşların ve kendilerini bir fabrikada yakan ateşin kendi hakikatine kavuşmasının umududur işte kadınların mücadeleden kopmayışı.