Jin Dergi
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast
No Result
View All Result
Jin Dergi
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast
No Result
View All Result
Jin Dergi
No Result
View All Result

Doğanın Bedeni- Tanrıçaların Besta’da Dirilişi

Rihan Gök Rihan Gök
28 Eylül 2025
Yazı
0
Doğanın Bedeni- Tanrıçaların Besta’da Dirilişi
0
SHARES
130
VIEWS
Facebook İle PaylaşTwitter İle Paylaş

Geçmiş tarihten günümüze ormanların ve doğanın bekçisi olan Artemis, Durga ve Demeterler gökten yeryüzüne inerek Besta’da kavga vermişlerdir. Mücadelenin ön saflarında yer alan ve tarihte de doğa ile ekolojik kadim bağı bulunan kadınlar, insan merkeziyetçi değil ekolojik bir yaşamın inşası için oradaki her bir ağacın kökleri olup toprağa tutunmuşlardır

Tarihten günümüze doğa tabiri retorik bir evrim geçirmiştir. Bizler için doğanın tanımı ve pozisyonu biyolojik ve sosyolojik evrim süreci ile birlikte sürekli bir devinim halindedir. İnsan varlığı tarih sürecinde gerçekleşen olay ve olgular ışığında doğa içerisindeki yaşam alanında farklı yaşam modülleri kurmuştur. Buna binaen uygarlıklar ve medeniyetler kurulmuş, insan formu topluluklar halinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Primitif dönemde insan yaşam alanları mağara ve ağaç kovukları olması ile birlikte, gelişen koşulların yanında aklın yaratımıyla devasa ve görkemli barınaklar inşa edilmiştir. Aklın ve muhakemenin varlığı evrim sürecinde insan varlığı hususunda kilit bir rol oynamıştır.

Akıl ve muhakeme doğayı anlamak ve kavramak için farklı disiplinler üretmiş ve bu disiplinlere göre doğa karşısında veya içerisinde bir pozisyon aldığını düşünmüştür. İnsan varlığının en temel güdülerinden olan anlama arayışı ve merak mı bizi bu sonuca getirdi? Bu güdüyle ortaya çıkan dinler, mitoloji, bilim, ideolojiler ve hatta spiritüel ekoller ile doğaya suni anlamlar yüklendi.

Mistik ve sonradan yaratılan bu anlamlar doğaya atfedilerek akıl ve muhakemenin ufku genişletilmeye çalışıldı. Var olma kaygısı ile ortaya çıkan bu güdü insanlığın primitif zamanlarında doğa içerisinde zayıf ve ürkek bir konumda olduğu algısı yarattı. Kavrama arayışı ile birlikte her bir bilgi ve anlamın, yaratma disiplininin doğa içerisinde pozisyonel bir güç yarattığı düşünüldü. Gelin bunu evrimin ve modern bilimin perspektifiyle açıklayalım.

İnsan var olduğu ” ilkel ” ve ” yabani” zamanlarında doğada kolaylıkla elimine edilebilirdi. İnsanlığın bir arada yaşaması ve akıl- muhakemenin varlığı ile birlikte doğadaki diğer varlıkları domine edebilecek bir popülasyona dönüşmesini sağladı. Bir arada yaşama hali yukarıda da ifade ettiğimiz üzere farklı disiplinler çemberinde gerçekleşmiştir. Bu sırada dünyada farklı cinste homolar da bulunmaktaydı. Türümüzün evrildiği homo sapiensin homo cinsinin en zeki türü olduğu kabul görmektedir. Ve hayatta kalan homo cinsinin en zeki türü oldu (!).

Aklın ve muhakeme tahakkümünün serüveni bu şekilde başlamış oldu. Peki insanlığın doğa tabiri nasıl bir seyirde evrimleşti? Bunun için yukarıda ifade ettiğimiz gibi insanlığın anlamak ve kavramak arayışı ile ortaya çıkardığı sonuçlardan yola çıkmamız gerekiyor. Primitif dönemde insan aklı için doğa, evren ve dünya muazzam bir belirsizlik ve karmaşıklık halini yansıtıyordu. Dolayısıyla bu durumda insanlığın noksan olduğu kabul görülüyordu. Bu dönemler insanlığın henüz tahakküm, kurnazlık ve küstahlıkla tanışmadığı dönemlerdir.

Modern bilime göre bu seyirde ilerleyen zamanda insan varlığı çevresinde olup biten her şeyi kavramaya ve öngörülebilir olma halini yaratmaya çalıştı. İlk zamanlarda doğada gerçekleşen her olguya mistik anlamlar atfedildi. Daha sonra bunlarla başa çıkmanın ve var olabilmenin başka yollarını keşfetti. Örneğin insan varlığı için olumsuzluk teşkil eden hava koşullarından korunabilmek ve daha sağlıklı, verimli bir şekilde türün devamlılığını sağlayabilmek için mağara ve ağaç kovuğunu barınak olarak kullanmışlardır. Bu sırada gerçekleşen doğa olaylarına bir anlam biçmişlerdir.

İnsanlığın bu “yabanıl” yaşam biçimi anlama ve kavrama güdüsü ile versiyon değiştirmiştir. İnsanlık topluluklar oluşturup uygarlıklar kurduğu dönemlerde insanlığın ortak kabulü olan disiplinler bulunmaktaydı. Bu disiplinler insanların birbiriyle, diğer varlıklarla ve doğayla ilişkilerini düzenliyordu. Her bir disiplin bu hususları revize ederek bir tebaa yaratımında bulunmuştur. İlk çağ uygarlıklarının mitolojik tasvirlerinde doğa mistifize edilmiştir. Doğadaki her elemente kutsiyet ve tanrısallık nitelikleri yüklenmiştir. Bunun ışığında inanç sistemleri geliştirerek doğanın tahakkümünde oldukları kabul görmüştür. İnsanlık tarihinin bilinen en eski tek tanrılı dini olan Zerdüştlükte, Tanrı Ahura Mazda’nın doğal bileşenlerden, yani ilk ateş ve sudan oluştuğuna inanılmaktaydı.

Bu husus bile başlı başına doğanın ve elementlerinin yüce bir kudrete sahip olduğunun düşünüldüğünü ve bu hususlara tapılarak tabiri caizse doğanın egemenliğini tanımışlardır. Zerdüşt dininde doğa olayları ve doğaya onur niteliğini yükleyerek insanın doğa içerisinde ona karşı olan eylemlerini düzenlemiştir. Örneğin havayı kirletmemek ve kötü kokularla doldurmamak için ölülerin yakılmadığı bilinmektedir. Doğaya bir ruh ve algı atfedilerek doğanın rahatsız edilmemesi gerektiği ve daima onurlandırılması gerektiği düşünülmüştür. Zerdüşt dininden bir başka örnek daha verilebilir ki; tohum eken kişinin Ahura Mazda’nin nezdinde, yüz canlıya hayat vermiş kadar yüce olduğu bilinmektedir.

Aynı yaklaşımla ağaçların çürütülmesini ya da sökülmesini yasaklamaktadır çünkü bunlar insanlar ve dört ayaklılar için mutluluk kaynağıdır (1). Yine tarihin en eski destanı olan Gılgamış Destanı’nda da bahsedilmektedir ki, Humbaba figürü ormanın koruyucusu ve mistik özellikleri olan bir varlıktır. Ormanın kutsal olduğu ve ona zarar veren kimsenin Humbaba’nın gazabına uğrayacağı düşünülmekteydi. Antik Yunan, Roma, Hindu, İskandinav, Mısır, Çin ve diğer uygarlık mitolojilerinde de doğal tüm elementlere bir tanrıça karakteri biçilmiş ve bu elementlerin bu tanrıçalar tarafından korunduğu ifade edilmiştir. Örneğin Yunan ve Roma mitolojisinde Artemis kutsal ormanları ve hayvanları korur, tahrip edenleri cezalandırır. Yine Hint mitolojisinde Durga, doğanın dengesini bozacak güçlere karşı savaşır; doğa ve evrenin düzeninin korunması bağlamında savaşan arketiptir.

Tüm bu verilerden gördüğümüz üzere doğa tabiri insanlığın farklı disiplin ve zamanlarına göre başkalaşmıştır. Mezopotamya’da var olmuş olan medeniyetler de insan varlığının doğa ile ilişkisi hakkında bir düzen tesis etmiştir. Ve doğanın pozisyonu ilk medeniyetlerden sonraki medeniyetlere miras kalmıştır. Sümerlerce doğanın, insan yaşamını doğrudan etkileyen kozmik bir güç olduğu düşünülmekteydi. Daha sonra Akadlar tarafından da Sümerlerden kalan Doğa-ilah anlayışı sürdürülmekteydi. Bu durum Babiller ve Asurlularca da sürdürülmüştür.

Doğal olgular, spiritüel nitelikle birlikte tarihte bir figür ve karakter olarak var olmuşlardır. Doğanın mistik güçlerle bağdaştırılması Antik ve Orta Çağın dinamiğiydi. Modern tarih tabiriyle Rönesans ve bilimsel devrim döneminde insan varlığı için doğa artık kontrol edilemez ve öngörülemez olmaktan çıkmış, insan aklı ve algısı ile tanımlanabilir hale gelmiştir. Doğa artık zeki olan homolar için amaç olmaktan çıkıp araç halini almaya başlamıştır. Aydınlanma ve sanayi devrimi sürecinde doğanın pozisyonu tamamen değişmiştir. Doğa üzerinde artık ekonomik faaliyetlerin kaynağı ve toplulukların himayesi gayelenmiştir. Son gelişmeler ile birlikte doğa bir sermaye alanı olarak görülmeye başlandı.

Aklın ve muhakemenin tahakkümü ile birlikte insan varlığı cüretkâr atılımlarda bulunmuştur. İnsanlık tarihinin tahakküm evresi sırasıyla doğaya, diğer canlı türlerine, kadın cinsine ve daha sonra farklı sosyal, siyasal sınıflara şeklinde gerçekleşmiştir. Gelinen bu noktada insan- doğa ilişkisi oldukça dejenere bir hal almıştır. İşgal, sömürü ve sermaye temelli yaşam alanları inşa edilmiş, insanlığın temel ihtiyaçları yozlaşmıştır. Canlı habitatını da barındıran doğa üzerinde küstahça ve doyumsuz bir talebi olmuştur. Doğa artık insanlık için kutsal ve dokunulmaz değildir, tanrılarca da korunmamaktadır. Doğayı ve ormanları koruyan tanrıçalar ve Humbaba artık yoktur. Akıl ve muhakemenin, tanrıçaları alt ettiği düşünülmekte. Doğa mefhumu insanlık için ilk dönemlerdeki anlamını yitirmesi ile birlikte beşeri yeni anlamlar atfedilmiştir. Doğa bir kaynak olarak insanlığın kullanımına sunulmuş ve insan türünün ekonomik ve ontolojik unsurlarına hizmet etmektedir.

Çarpık aydınlanma dönemi ile birlikte bilginin, sermayenin tahakkümü kurulmuş ve kapitalist modernite inşa edilmiştir. Sömürge güdülü olan bu sistem insanı doğanın bir parçası olmaktan çıkarıp adeta onun efendisi pozisyonuna koyma gafletinde bulunmuştur. Aklın ve bilginin canlı olan insan formunun biyolojik bir özelliği olduğu yadsınarak tahakküm aracı ve delili olarak görülmüştür. İnsan- doğa ilişkisi Murray Boockhin tarafından şu şekilde tanımlanmaktadır; Boockhin iki doğanın var olduğunu düşünmektedir. Birinci doğa olan biyolojik doğa ile ikinci doğa olan toplumsal doğa şeklinde ayrım yapmaktadır.

İkinci doğa insan yaratımı yani sunidir. İkinci doğayı besleyen birinci doğadır. Bu iki doğanın birbiriyle girift bir ilişkisinin olduğu Boockhin tarafından ortaya atılmıştır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ikinci doğa yani toplumsal doğa birinci biyolojik doğanın örüntüsü olmakla beraber ondan beslenmektedir. Bu yargı her ne kadar bizi ikinci doğanın, birinci doğanın bir parçası olarak ekolojist ve meşru pozisyona taşıyacağı düşünülse de günümüzce gelinen noktada görmekteyiz ki; ikinci doğa birinci doğa karşısında olumsuz bir gelişim göstermektedir. Yine Boockhin’e göre; insan evrimi, doğal evrim ile gelişim göstererek insanlığın doğanın bir parçası olması yadsınamaz bir gerçeklik hali taşımaktadır.

Akıl ve muhakemenin varlığı insanların ve doğanın laneti değil, etik standartlar ile doğanın ve evrenin tabii bir dinamiği haline gelmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Kısacası Boockhin insan varlığının etik standartlar çerçevesinde hareket ederek eylemlerde bulunmasının ekolojist bir unsur olduğunu ortaya koymaktadır. Boockhin’nin diyalektik doğa anlayışı aynı zamanda, insanın öz bilinçli haliyle yeni bir toplumsal sistemin yaratımını ifade etmektedir. Doğa ile ilişkinin uyumlu haliyle hayatta kalınabilen doğal seçilim, rekabet temelli değil katılım temellidir. Günümüz sermaye ve sömürü güdülü şirketler ve devletler rekabeti temel alarak hareket etmektedirler.

Bu hususların evrimsel olarak gerçekleştiğini ifade eden Boockhin, organik toplum vasfını yitirdiğimiz hiyerarşik topluma geçtiğimiz sırada tahakkümün ivme kazandığını düşünmektedir. Bookchin organik toplumun özelliklerini şöyle özetler: “Bireyler, yaş grupları ve cinsiyetler arasında tam bir eşitlik; kullanım hakkı ve sonrasında da karşılıklılık, iç ilişkilerde zor kullanımından kaçınma ve son olarak ‘indirgenemez asgari’ -yani, topluluktaki her bireyin, yaşama araçlarının elde edilmesine katkıda bulunmak için gerçekleştirdiği çalışma miktarına bakılmaksızın ‘yiyeceğe, barınağa ve giyeceğe’ sahip olmasını gerektiren ‘devredilemez hakkı’. Organik toplum yerini tahakkümcü hiyerarşik topluma bırakmıştır.

İnsanlık tarihinin son 10.000 yılı tahakküm evrimi olarak seyretmiştir. Tahakküm evriminin altın çağına şahit olduğumuz günümüz örneklerinden bazıları da Kürdistan’ da sömürü temelli ekolojik kırımlardır. Yıllardır Şırnak’ın Besta Bölgesinde gerçekleşen ağaç kesimleri tahakkümcü ve anti-ekolojik bir topluluğun ve devlet aygıtlarının elleriyle gerçekleştirilmektedir. İnsan varlığı dışında diğer canlı türlerinin de yaşam alanını oluşturduğu Besta Bölgesi’nin ekolojik yapısı değiştirilmeye çalışılmaktadır.

Kürdistan’ın diğer bölgelerinde de gerçekleştirilen eko-kırım, Şırnak’ta yaşananlar ile toplum nezdinde iğdiş etkisi yarattı. İktidar eliyle yapılan ağaç kesimleri politik güdülerle hareket edilerek bölgenin biyo dengesine zarar vermektedir. Bölge ağaçsız bırakılarak bölge canlıları nefessiz bırakılmak istenmektedir. Ağaçların kesilmesi ile birlikte bölgenin mikro ekosistemi zarar görecek ve canlı yaşamına elverişsiz hale gelecektir. Doğada var olan çeşitli canlı popülasyonlarının yaşamını sürdürdüğü bölge, doğanın dinamiklerinden yoksun bırakılmaya çalışılmaktadır. Bu şekilde hareket ederek politik temelli olarak bölgenin insansızlaştırılması söz konusudur.

Doğa aynı zamanda lokal olarak hafızayı oluşturmaktadır. Ağaçlar, bölgenin jeolojisi ve endemik bitkiler ile insan topukluları bölgenin temel unsurları olarak var olmuşlardır. Doğanın bir parçası olarak insanlık ile ortak bir hafıza inşa edilmiştir. Söz konusu bölgenin yok edilmeye çalışılması orada yaşayan topluluğun geleceğini tehdit etmektedir. Bu sebeple bu savaşım var olma savaşımıdır. Bölgenin doğal unsurlarının ortadan kalkması doğal unsur olan canlı popülasyonunun da ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Nitekim doğanın dönüşümü oldukça güçlüdür. Doğa zamanla kendini yeniden onarabilecektir.

İnsan tahakkümü doğanın bu dönüşüm gücü karşısında yenilgiye mahkumdur. Örneğin 2019 yılında dünyada pandemik salgının ortaya çıkması ile doğa kendini onarmış ve insan varlığının yarattığı tahribatları kısa sürede büyük ölçüde bertaraf etmiştir. Çarpıcı başka bir örnek Çernobil’de gerçekleşen nükleer felaket bile doğanın bu dönüşüm gücüne karşı duramamıştır. Yine en nihayetinde insanın da dahil olduğu canlı yaşam alanları zarar görmüş olup akıl ve tahakküm, felaketin zanlısı ve mağduru olmuştur. Daima devinim halinde olan dönüşüm gücü doğanın var olma teminatı niteliğindedir. Doğanın gücünün yadsınmaması gerektiği, aklın ve muhakemenin gücünün ancak doğa ile var olabileceği sarsılmaz bir hakikattir. Geçtiğimiz günlerde Besta Bölgesi’nde gerçekleştirilen mücadele ontolojik bir kavgadır.

Geçmiş tarihten günümüze ormanların ve doğanın bekçisi olan Artemis, Durga ve Demeterler gökten yeryüzüne inerek Besta’da kavga vermişlerdir. Mücadelenin ön saflarında yer alan ve tarihte de doğa ile ekolojik kadim bağı bulunan kadınlar, insan merkeziyetçi değil ekolojik bir yaşamın inşası için oradaki her bir ağacın kökleri olup toprağa tutunmuşlardır. İnsanlık tarihinin ilk zamanlarında da ekolojik mücadelenin ilk aktörü dişi cinsinden olan tanrıçalar olmuştur. İnsan özgürleşmesinin doğaya tahakküm ile sağlanacağının savunulduğu liberalizm ve kapitalizmin aksine Besta’da organik, ekolojik toplumunun inşasının özgürleştireceği ve birleştireceği herkesçe anlaşılmıştır. İnsanın doğaya yönelik tahakkümünün temelinin insanın insana olan tahakkümü olduğu kimi düşünürlerce ortaya atılmıştır. Tahakkümü besleyen dinamiklerin ortadan kaldırılması hiyerarşik ve inorganik yapıların ortadan kaldırılması ile mümkündür.

Besta’da verilen mücadele şirketlere, anti-ekolojik olan kurum ve iktidarlara karşıdır. İnsanın insana ve insanın doğaya tahakkümünün son bulması için Besta’da insan bedenleri bir günlüğüne ağaç formuna bürünmüştür. Sömürü temelli toplum ilişkileri tahakküm zincirinin en büyük halkasını oluşturarak insan- doğa ilişkisinin dejenere bir hale gelmesinde başat bir rol sergilemiştir. Bu hususta türcü değil bir bütün olarak ekolojik dinamikleri içeren tarzda bir mücadele edilmedir. Gerçekleştirilecek mücadele ile birlikte tahakküm zincirleri kırılmalı, özgür ekolojik toplum dönüşümü tamamlanmalıdır. Besta’da gerçekleştirilen nöbet eylemi kendimize şiar edindiğimiz bu toplumun inşası için hepimize umut olmuştur. Kadınların direnişin en ön saflarında yer alması, kadın-doğa ilişkisinin tarihselliği içerisinde tutarlılığını göstermektedir. Bölgenin kadim kaynakları olan destanlar, mitolojiler ve dinler doğanın tahakküm altına alınamadığını ve doğanın daima galip geldiğini ifade etmektedirler. İnsan ekolojik dinamikle ve doğayla bir bütün olarak var olmak zorundadır. Doğanın varlığı ontolojik olarak insanın varlığının temelidir. Kadınların öncülüğünde gerçekleşecek varlık savaşımında tahakküm son bulacak ve sermayedar şirketler, örgütler ve devletler yok olacaktır. Organik ve ekolojik toplumun inşası, faşizan yönetimlerin ve sermayenin sonu olacaktır. Böylece Organik ekolojik toplum inşası gerçekleşecektir.

DEMETERİN FİLİZLERİ BESTA’ DA YEŞERSİN.

Etiketler: AğaçBestaBesta DirenişiDoğaDoğa talanıdoğa ve kadınEkolojik tahribatEkolojik yıkımKadın MücadelesiOrmanÖzel savaş politikalarıSavaşSayı 135
Önceki İçerik

Yaşam için Besta’da Yürüdük: Ekokırıma Karşı Barışın ve Özgürlüğün Çığlığı

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast

© 2024 Jindergi. Tüm hakları saklıdır.

Welcome Back!

Login to your account below

Forgotten Password?

Retrieve your password

Please enter your username or email address to reset your password.

Log In

Add New Playlist

No Result
View All Result
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast

© 2024 Jindergi. Tüm hakları saklıdır.