Teklif taslağına bakıldığında “ahlaka aykırı davranış”ın ne olduğu belirli olmayıp tamamıyla hakim ve savcıların ahlak anlayışlarına bırakılmıştır. Bu ahlak anlayışlarının da temelini cinsiyetçilik, sömürgecilik, dincilik ve milliyetçilikten aldığının en yakından maruz kalanı ve tanığıyız
Devletlerin bir iktidar alanı olarak oluşturduğu norm, yasa, hukuk düzeni; toplumun tüm bileşenlerini ve bedenleri gözetleyen ve denetleyen bir aygıt olarak işletilir. Erkek egemen kapitalist sistem içinde yasa; hak ve özgürlükleri içeren, birlikte yaşamı mümkün kılan ahlaki ilkeler toplamı değil, iktidar dinamiklerinin kendi zihniyetlerini yeniden ürettiği, egemenliklerini pekiştirdiği söyleme dönüşür. Söylemin gücü; yasa ve hukuk gibi normatif sistemler eliyle kurulan düzenin aile, mahkemeler, okul gibi kurumlar aracılığıyla katmanlaşmasına neden olur. Haliyle temeline cinsiyetçi, sömürgeci, dinci ve milliyetçi bir zihniyeti almış olan sistemin ve onun özneleri olarak yasa koyucuların halklara, kadınlara, LGBTİ+’lara, inançlara, gençlere ve pek tabi insan biçimli olmayan var oluşlara bir özgürlük alanı sağlamayacağı açıktır. On yıllardır özgürlük temelli hak mücadelesi yürüten tüm toplumsal muhalefete yasanın sopasını gösteren ceza kanunları, toplumu dizayn eden medeni kanun ve tüm düzenleyici yasalar zihniyetini toplumsal sözleşmenin ilke ve etiğinden değil bu saldırgan ideolojilerinden alır.
Son süreçte yargı paketleri ile yeni bir kapatma ve yok etme pratiği olarak gündemimize giren bu politikalar ismi zihniyetinden menkul Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı koordinasyonunda “aile yapısının korunması, güçlendirilmesi ve gelecek nesillere sağlam bir miras olarak aktarılması” kapsamında çalışmaların yürütüleceği ve 2025’in “aile yılı” olması ilanıyla yeniden neyle karşı karşıya olduğumuzu hatırlattı.
Aile yılının ilanında “üç çocuk” vurgusu da tekrar yapıldı. Bunun yanında evlenmeye teşvik amaçlı maddi destek duyurusu, danışmanlık hizmetleri, konut kredileri gibi duyurular da yapıldı.
Kapitalist ataerkil sistemde her dönem aile, nüfusa yön vermenin ve toplumu kadın bedeni üzerinden dizayn etmenin aracı olmuştur. Kadını sadece çocuk doğurma ve bakım verme gibi biyolojik özellikleri ile sınırlandıran ve kutsal aileye kapatan anlayış bu politikaların yalnızca bir parçasını oluşturuyor. Toplumsal yaşamdan koparılmaya çalışılan kadının kendisine dair söz üretmesi de böylece engelleniyor, sadece ailenin ve dolayısıyla erkek devlet sisteminin devamlılığı için kendini feda eden bir varlık olması bekleniyor. Zihniyetlerdeki meşruluğun sağlanması ve toplumda yerleşik bir kabul haline gelmesi adına da yine kutsallık veya toplumun devamlılığı gibi söylemlere sığınılıyor.
Aileden başlanarak örülen bu erkeklik ağının yoğunluğu içinde, “makbul olanın” dışına çıkan kadınların gerek aile içinde gerekse aile dışında şiddetle karşı karşıya kalması, ailenin de toplumun da sorunlu ve bol krizli bir yapı halini almasını kaçınılmaz kılıyor.
Kadınlar ve LGBTİ+lara yönelik şiddeti önleyici politikalar üretmek yerine şiddeti besleyen ve büyüten iktidarlar, sürekli yeni yasa tekliflerini gündeme getirip bir yandan da toplumun nabzını ölçüyor. Bunun en güncel yansımasını ise “Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklif Taslağı” oluşturuyor. Söz konusu teklif taslağı her ne kadar Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına sunulmamış olsa da, büyük riskler ve yeni biçimli kırım politikaları barındırması bakımından kesinlikle itirazını örgütlememizi gerektiriyor.
Bu yılın “aile yılı” ilan edilmesiyle esasında cinsiyetçi politikaların derinleştirilerek sürdürüleceğine yönelik kanun değişikliklerinin sinyalleri verilmişti. Kanun kapsamında normatif alanın dışına çıkan her varlık üzerinde doğurganlık, aile, nüfus, cinsel politikalar ile toplumu düzenleme ve denetleme yöntemi olarak biyo-iktidar uygulanıyor.
Nitekim teklif taslağında hem TMK hem de TCK’da yeni düzenlemeler getirilmesi bekleniyor. Türk Medeni Kanunu’nda yapılması öngörülen değişiklikleri; “cinsiyet değişikliği” davası açma yaşının hak arama hakkına aykırı şekilde 18 iken 21 şeklinde değiştirilmesi, izin davası açmak için üreme yeteneğinden sürekli yoksun olma şartının Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesine ilişkin karara rağmen kendi hukuk düzeni ihlal edilerek aynı şartın tekrar getirilmesi, cinsiyet değişikliğinin ruh sağlığı açısından zorunluluğuna dair raporun yalnızca Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenmiş hastanelerde düzenlenebileceği şeklinde sıralamak mümkün. Mevcut düzenlemelerin, erkek egemen sistemin kapatma politikalarını sadece fiziksel değil; düşünsel, duygusal, ruhsal ve hatta kişiyi biyolojik varlığına kapatma olarak sürdürdüğünü gösteriyor.
Teklif taslağı yalnızca özel hukuk alanıyla sınırlı kalmıyor. Önceki yıllarda İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek, 6284 sayılı kanunda yapılan değişiklikler gibi pratikleri bu defa ceza normları da takip edecek gibi görünüyor. Temel hak ve özgürlüklerin korunmasının hem yasal düzenlemeler düzeyinde hem de uygulamada sağlanması yerine “genel ahlak” gibi muğlak kavramlarla, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatlarında sıklıkla vurguladığı kanun kalitesinden uzak cezai yaptırımlar öngörülüyor.
Taslağın ceza hukukunu ilgilendiren kısmında Türk Medeni Kanunu 40. maddesine uygun olarak izin almadan veya izinle ilgili davası sonuçlanmadan ameliyat olanlara üç yıla kadar hapis cezası öngörülüyor. Bunun yanında izni olmayan kişiye cinsiyet uyum sürecinin cerrahi boyutunun gereği olan müdahaleleri yapan hekime de yedi yıla kadar ceza verilmesi öngörülüyor. Yalnızca cerrahi operasyon değil cinsiyet değiştirmeye yönelik hormon veya ilaç verilmesinin de bu suçu oluşturacağı belirtiliyor.
Hakimin insafına/zihniyetine terk edilmiş yoruma göre kişinin doğuştan gelen biyolojik cinsiyetine aykırı olduğu değerlendirilen her türlü davranışa üç yıl hapis cezası verilmesi öngörülüyor. Düzenlemenin muğlaklığı ve temel hak ve özgürlüklere ağır bir müdahale teşkil etmesi devamlı baskı, şiddet, kırım politikaları ile karşı karşıya olan kadınlar ve LGBTİ+ için iktidarın belirlediği davranış normlarına uymasının “yasal” zeminini oluşturup uyulmaması halinde üç yıl hapis cezası ile karşı karşıya bırakıyor. Bu hapis cezalarının toplumu disipline etmek amacıyla uygulanacağı konusundaki zihniyet, kendini temsili olduğu siyasetçilerin söylemleriyle rahatlıkla okunabilir kılıyor.
Biyolojik cinsiyete dayalı davranışlar dışında “ahlaka aykırı davranış’’ ve “biyolojik cinsiyete veya ahlaka aykırı davranışı teşvik etme” hali için de üç yıl hapis cezası öngörülüyor. Bu düzenleme ile iktidar sadece davranışı değil davranışı teşvik edene yani esasında dayanışma içinde olana yönelik de hapis cezası istediğinden toplumun her kesiminin davranışlarını kontrol altına almaya çalışıyor.
Hukuki açıdan bakıldığında temel hak ve özgürlüklere yönelik bir müdahale gerçekleştirilecekse söz konusu müdahalenin kanuni bir dayanağı olmalı ve kanun kalitesi taşımalıdır. Kanun kalitesinden anlaşılması gereken kanunun öngörülebilir ve belirli olmasıdır. Belirlilik ilkesine göre yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması gerekir. Teklif taslağına bakıldığında “ahlaka aykırı davranış”ın ne olduğu belirli olmayıp tamamıyla hakim ve savcıların ahlak anlayışlarına bırakılmıştır. Bu ahlak anlayışlarının da temelini cinsiyetçilik, sömürgecilik, dincilik ve milliyetçilikten aldığının en yakından maruz kalanı ve tanığıyız.
Öngörülebilirlik (hukuki güvenlik) ilkesine göre ise kanunlardan doğacak sonuçların önceden kestirilebilir olması gerekir. Ancak teklif taslağına göre kişilerin hangi davranışlar sonucunda cezalandırılacağı öngörülebilir değildir. Bunun toplumun tüm bileşenleri için bir yok etme aygıtına dönüşeceği açıktır. Salt iki temel ilke açısından Anayasa’ya uygunluk değerlendirmesi yapıldığında dahi teklif taslağı sınıfta kalmaktadır.
Belirtelim ki, teklif taslağı yalnızca LGBTİ+ ve kadınlar değil sivil toplum örgütleri, hekimler, hak savunucuları gibi birçok kesimi tehdit ediyor. İktidar teklifi toplumsal, zorunlu bir ihtiyaca yönelik değil öznellikleri nefessiz bırakmaya ve tek tipleştirmeye yönelik yapıyor. Kabul edilmesi halinde pantolon giydiği, saçını kestirdiği veya mini etek giydiği için bir kadın, küpe taktığı için bir erkek, kimliğinde belirtilen cinsiyetten farklı dış görünüşe sahip bireyler, dayanışan ve örgütlü mücadele yürüten, toplumsal cinsiyet eşitliğini savunan ve dillendiren hak savunucuları bile her an ahlaksızlıkla suçlanabilir ve cezalandırılabilir oluyor. Ve halklar, sınıflar, kadınlar, ötekileştirilmiş tüm var oluşlar bu anlayışın yaratabileceği kırımı çok iyi biliyor.
Tüm bunlar karşısında ataerkil kapitalist sistemin cinsiyetçi yasa ve hukuk düzenine karşı, demokratik toplumun, demokratik bir hukuk düzenini savunmak ve yaratmak çok daha büyük bir sorumluluk olarak üzerimize düşüyor. Haliyle kanun değişiklikleri ile mücadele salt devletli sistemlerin hukuk normları ile değil demokratik, özgürlükçü, ekolojik, eşitlikçi ve tüm cinsiyetlerin kendi farklılığı, özerkliği ve çeşitlilikleri ile dahil olduğu bir toplumu inşa etmekle mümkün oluyor.