Çözüm yaşadığımız her alanda ve anda ötekileştirilenlerin ötekileştirilmesine engel olmak, bunun destekçisi olmaktan vazgeçmek ve kendimiz için istediğimiz iyi yaşamı onlar için de istemek ve hatta bunda ısrarcı olmaktır. Dilleri, kültürleri yaşam alanları için verdikleri mücadelenin destekçisi olmaktır
Toplumun maddi ve manevi kaynaklarını, toplumun huzur ve düzeni için denetleyen, dağıtan ve kullanan olarak ortaya çıkan, fakat daha sonra toplumdan aldığı bu gücü, topluma karşı kullanan ve bir grubun çıkarına hizmet etmeye yarayan devlet oluşumu; Sümerlerden başlayıp günümüze kadar hep güç üzerinden yükselerek, yetki alanını genişleterek, kuracağı sözü kurulacak diğer her sözü ezecek bir gücün üzerinden yükselterek var olmuştur. Elbette toplum düzeninin devlet varlığına bu kadar bağlanması, devlet varlığının da özellikle silah gücü ve ordulaştığı kadar devlet olabilme kabulü aslında dünden bugüne ciddi bir kemik sistemin kurulmasına, bu kemik sistemin dışında kalan her şeyin ve herkesin de bu yapıya birer hizmet aracı olarak görülmesine neden olmuştur.
Toplumlar düzenin kurulması ve sükûnetin sağlanması amacıyla adeta bu yapının çevresinde döne döne, itaat ede ede birer bilinçsiz varlığa dönüştürülmüştür. Öyle ki her geçen gün güçlenen ve belli bir kesimin konforuna, güç ile ilkel duygularının tatminini sağlamasına aracı olacak; vergi, eğitim, iş kolları, ekolojik alan sömürüsü… Toplumların genel çıkar ve ahlaki yaşam olanaklarına hizmet etmeyen birer alana dönüştürüldüğü halde yine toplum tarafından itiraz edilmeden hatta bütün bunların var edilebilmesi ve yine bunların daha hızlı tüketilebilmesi aracı olarak kullanılmaktan haz alan oluşuma evrilmesi kaçınılmaz olmuştur.
Çoğulcu anlayışa kurban edilen kişi ve şeyler devlet demokrasilerinde aslında bir kara deliğin kendilerini yutmasına tanık olurlar… Bu kara delik kimleri ve neleri yutar? elbette bu da demokrasi taşıyıcıları tarafından belirlenir; örneğin çoğula karşı dil hakkı mı istediniz, inanç özgürlüğü ve bunu sağlayıcı kaynaklar mı talep ettiniz, kendi kültürünüzü yaşatmakta ısrar mı ettiniz ya da yerelde yaşam alanlarını ihtiyacınıza göre inşa etme ve hayata geçirme gibi bir girişiminiz mi oldu, bütün bunların üzerine yazarak, konuşarak, çizerek sesinizi yükseltip ve görünürlüğünüzü mü var ettiniz ve elbette en tehlikelisi olan kendi kaderini tayin hakkı mı dediniz… İşte o zaman o kara deliğin hedefi sizsiniz. Merkez sizin ovalarınızı, vadilerinizi istediği şeye çevirir ve yer altı ya da yer üstü ne kadar zenginliğiniz varsa el koyar. Bunların tek denetleyicisi olmak ister ve siz en fazla bunun hizmet aracı olursunuz.
Devlet nedir, kimdir, niçin vardır? Bu sorular belki de tarih boyunca topluluklar tarafından açık, anlaşılır ve sonuç getirir bir biçimde sorulmadığından ki kısık bir sesle ya da örtük bir şekilde sorulanın da takipçisi olmamayı çoğunlukla tercih ettiğinden aslında bugün devlet ile halk arasındaki uçurumun bir yaratıcısı da halk olmuştur. Oysa sorgulamaktı, yüksek sesle sorgulamaktı insana öğreten şey. Elbette insandan bahsediyoruz… stratejik çıkar ve bu çıkarın neden olduğu, olacağı savaşlar kaçınılmazdır. Fakat yıkımın, sonucun bir dizginleyicisi olmak, bunu gerçekten haklı sebeplere dayandırmak halkın elindedir. Sınırları içerisinde olduğunuz devletin ağır silahlarıyla yarattığı yıkımı gözü kapalı desteklerseniz; insan, doğa ve diğer her şeye saygısızca, bilinçsizce, barbarca yaklaşmasından rahatsızlık duymazsanız, yarattığınızın bir canavara dönüşeceği gerçeğinden kaçamazsınız. Bugün “büyük” devletlerin sınırsız gücü karşısında tarih boyunca gücü yok edilmeye çalışılan kadın savaşsız ya da savaş meydanında kişiliğine en fazla saldırılan konumundadır. Temel bakım ihtiyaçlarını bile zor gideren çocuklar, eline asla silah alamayacak hayvanlar ve doğa bu yıkımda en fazla kurban edilen yerdedir. O zaman tekrar sormak gerek bu savaşlar, bu hak tanımamazlık kimin işine yarıyor?
Bir zamanların savaşları; Akad -Sümer, Makedon- Pers, Med- Lidya, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı gibi nice savaşlar ve devam eden etmekte olan günümüz savaşları… Tarihte ve bugün hangimize, kime hizmet etti, ediyor? Bizler vahşice sömürülen, duygusu ve düşüncesi hiçleştirilenler olmuyor muyuz? Biz yine alacağımızı en pahalıya almıyor muyuz? Günde 12 saate varan dilimlerde çalışmıyor muyuz? Gezmek ve görmek için üstün çaba sarf etmiyor muyuz? Dilimiz, kıyafetimiz, konuştuklarımız en kısıtlı ve en yasaklı olanlar olmuyor mu? Devletler kim için, ne için savaşıyor? Yaşam alanlarımızın kuma çevrildiği, sevdiklerimizin parçalara ayrıldığı, suyumuzun- havamızın kirletildiği bir dünya hangimizin işine yarayacak? Sürekli öfke, korku, telaş, depresyon hali şu hayattan ne kadar zevk almamızı sağlayacak, ki daha dil hakkımızı alamadığımız, düşünce özgürlüğüne ulaşamadığımız, sahip olduğumuz her farklılığın egemen tarafından hedef haline getirildiği bir ülkede, bir dünyada yaşamak nasıl bir anlam taşır? Belki de gerçek direnenin bizlerden daha fazla sopaya maruz kalışına rağmen daha özgür hissetme nedeni, kurduğu yalan dünyadan çıkarak gerçekliğin vaat ettiği insanca yaşamın peşinden gitmesidir…
Belki de bu noktada sorgulamamamız gerek şey “yaşam” bizim için nedir, ne değildir? İtaat ettiğimiz, hatta kabul edip yücelttiğimiz nefes alış-verişlerimiz midir yaşam? Tabii sorgulamamız gereken bir şey de bu kadar derin ve hisle ilişkili olan yaşam kavramını nasıl bu kadar gelişi güzel kullanıyoruz? Neden yaşam var? Neden insan var, neden her şeyin bu kadar şekil alabildiği ve bu kadar canlı olduğu bir dünya var, neden türler ve cinsler ve daha nicesi var? Oysa hiç olmayabilirdik de, hiçlik dışında hiçbir şey de olmayabilirdi ama madem var bütün gördüklerimiz ve en çokta hissettiklerimiz, madem düşünebiliyor konuşabiliyor ve hızlı hareket edebiliyoruz mümkün değil yaşamın öylece yok olması. “Giydiğim kıyafetten kopmak zor olurdu çünkü benden önce giyenler vardı ve mümkün değil bu kıyafet cansız olamazdı” diyerek yaşamın derinliğini çözenler geçti bu dünyadan… Peki biz neresindeyiz bunun? Belki de yaşam gerçekten de en cansız olduğunu düşündüğümüz yer ve maddedir… Onun için derinliği olan ve her zerrede varlığını hissettiren bir gerçeklikken yaşam; öylece devletlerin düşünmeden havadan modern silah araçlarıyla saniyeler içinde yok edebileceği bir şeymiş gibi sorgulamadan, seyirci kalamayız… insanlarla, ağaçlar, çiçekler, yollar, kediler ve köpeklerle temas etmiş; konuşmuş, ağlamış, üretmiş, tüketmiş ve sorgulamış ya da sorgulamamış insanların, yakıp yıkan ve sadece tüketen devletlerin birbirine varlıklarını kabul ettirmesi için öldürülmesine sessiz kalamayız…
Verilecek ”ceza” için meşru zemini yaratan mahkeme salonlarına bile tenezzül etmeden bu insanları parçalara ayırarak, beden bütünlüğü, kişi dokunulmazlığı tamamen ortadan kaldırılarak öldürülen bu insanlar için halklar birleşerek mücadele etmek, karşı durmak zorundadır… Ve bu derin, açık haksızlığa rağmen biz itaat edenlerin bu itaati bırakıp “devletin varlığını kanun, düzen, koruyup kollama zemini üzerinden kabul ettik; ne fark eder Filistin ne fark eder Kurdistan ne fark eder Karabağ, Ukrayna, Suriye, Irak, Bask, Güney Amerika… Bu dünya daha iyi nasıl yaşanılır bir yer olmak üzerine çalışmalısınız” diyerek karşı çıkması ve sorgulaması gerekirken devletlerin varlığına tapıyor oluşumuz yaşam gerçekliğinde ne kadar kopuk bir şekilde nefes alıp verdiğimizin göstergesidir. Doğanın yaşamını sürdürmesinden ve insanca yaşamdan daha kutsal hangi devlet olabilir? Eğer bütün bir varoluşu, insanca, şiddetsiz, sömürüsüz bir yaşam vaat etmeyecekse ne anlamı var İslam’ın, Hristiyanlığın, Museviliğin… Benim, bizim, toprağın, suyun yaşamını savunmayan devleti, dini, hükümeti biz ne yapalım, ne anlamı var?
Filistin için ağlayan, üzülen bir yerde olduğunu ifade edenler devletlere hesap sorma gücünü nerede yitirdi, ne zaman devletler bizlerin gayet de uzaktan izleyici olarak bu kıyımı destekleyeceğimiz gerçeğini fark etti ya da daha doğrusu bu gerçekliği var etti? Neticede insanız ve benzeriz; acıkır, yer, uyuruz tıpkı hayvanlar gibi… Fakat bir gerçeğimiz daha var düşünmek ve itiraz etmek. Gerektiği yerde isyan etmek, çünkü bizim de karar yetkimiz var bizde iyi bir yaşamın formülünü yaratabiliriz. Ama tabii tercih ettiğimiz başka oluyor: Örneğin tam da devletlerin istediği gibi birbirimizin farklılıklarına saldırmak ve hatta sırf farklıyız diye birbirimizin varlığını ortadan kaldırmak için harekete geçmek; bu bizim için yaratılan zayıf noktalarımız. Onlar bilir bir göçmen üzerinden, bir kadın üzerinden, bir Kürt üzerinden, bir Alevi üzerinden siyaset yaptığı zaman geçeceğimiz tarafı. Bilirler Ermeni, Rum, Yahudi, Müslüman dediklerinde nasıl tepki vereceğimizi. İşte egemen böyledir, sömürür ve bu sömürüyü kolaylaştırmak için sınırlar, üstün ırk ve çıkar odakları yaratır ve bu sömürüden ekonomik payı güçlü şirketler ve odaklar alır. Tabii bu pay da onlara maddi gerçeklikte iyi hayatlar sunar. Geriye kalan ise “üstün ırkın”, devleti bir noktada koruyan kalkanına harcanır, harcanır ki bu “üstün ırk” bireyleri diğer farklılıkların taleplerini bastırmasında gücüne güç katsın, ordusuna asker yetiştirsin, hani şu hepimizin çok sık duyduğu “vatanına milletine faydalı birey olsun” dedikleri, vatan millet işte bu devlettir.
Filistinli çocuğa ağlarken, Kürt çocuğunu öldüreni desteklemekten vazgeçmezsek, bütün hepimiz yaşadığı dünyaya zarar veren silahların üretimi ve satın alınışı noktasında ne Amerika’ya ne Rusya’ya ne de bu silahı alıp gayet rahat kullanan devletlerimize kızmazsak, itiraz etmez aksine almalı ve tereddüt etmeden tehlikeli ilan ettiği kişilerin sivil yaşam alanlarına kadar bombalar yağdırmalı der ve desteklersek iyi bir yaşamı ne kendimiz ne de başkası için var edemeyiz… Çözüm yaşadığımız her alanda ve anda ötekileştirilenlerin ötekileştirilmesine engel olmak, bunun destekçisi olmaktan vazgeçmek ve kendimiz için istediğimiz iyi yaşamı onlar için de istemek ve hatta bunda ısrarcı olmaktır. Dilleri, kültürleri yaşam alanları için verdikleri mücadelenin destekçisi olmaktır. Soruyorum bugün Kürtlerin, Filistinlilerin ve diğer bütün halkların destekçileri birlikte yaşadıkları halklar olursa, hangi devletin gücü bunun karşısında durabilir? Birlikte özgürce yaşamak mümkün ama tek bir şartı var bunun; zihinsel bağımsızlığımızı ilan edip iyi bir yaşamın herkesin ve her şeyin hakkı olduğu inancımızı bu zihinde ve ruhta yaratmaktır.