Toplumsal bir yapıyı özünden kopartarak sömürü sistemine dahil eden egemen sistem, aile üzerinden sonuç da almıştır şüphesiz. Ailenin mevcut durumda toplumsallıkla zıt düşen taraflarının baskın olması, ailenin esasında toplumun değil de sistemin kök hücresi olduğunu kanıtlamaktadır
Mevcut ailenin doğuşu, erkek egemen zihniyetin kurumsallaşmaya başladığı ilk hiyerarşik döneme kadar uzanmaktadır. Bu nedenle; esasında aile toplumsal bir örgütlenme biçimi olmasına rağmen günümüzde devletli sistem tarafından ayakta tutulmaya çalışılan ve devletli sistemi de ayakta tutan bir olgudur. Erkek egemen sistem aileyi denetim altına alarak aile kavramını kendi özünden koparmış, hatta geriye en ufak bir anlam kırıntısı dahi bırakmamıştır.
Toplumsal bir yapıyı özünden kopartarak sömürü sistemine dahil eden egemen sistem, aile üzerinden sonuç da almıştır şüphesiz. Ailenin mevcut durumda toplumsallıkla zıt düşen taraflarının baskın olması, ailenin esasında toplumun değil de sistemin kök hücresi olduğunu kanıtlamaktadır. Toplumsallığını savunacak güçten düşürülen bir yapının egemen sistemin yaşatıcısı rolünü üstlenmesi bizi şaşırtmamaktadır. Ancak trajik bir yan varsa o da şudur ki aile hem sistemin mağduru hem de bizzat can vereni olmuştur.
Bilindiği üzere sistem kendisi için fayda sağlamayan hiçbir yapının ya da olgunun yaşam alanı oluşturmasına izin vermez. Bu nedenle sistemin aileyi her şeyiyle ve şekliyle onaylıyor olması, hatta sıkı sıkıya sahiplenmesi bizlere bir şeyler anlatmalıdır. Kültür, aileyi vazgeçilmez bir zorunluluk haline getirirken; din, onu kutsal bir yapı olarak yüceltmiştir. Psikoloji, aileyi insanın bilinçaltındaki derin arzularla, cinsellikle bağdaştırmış; felsefe, onu hayatın döngüsel akışı olarak yorumlamıştır. Sanat, aileye dair filmler çekmiş, edebi eserler yazmış ve şiirlerle aileyi tutkuyla arzulanan bir hayal olarak sunmuştur. Hukuk ise, aileyi evlilik belgeleriyle yasalarla güvence altına almıştır. Çarpıcı olan, sistemin aile üzerindeki hedefleri hala o kadar canlıdır ki bahsi geçen tüm yapılarda aileyi kutsallaştırmaktadır.
Çok da derin düşünmeden ifade edebiliriz ki aile ulus-devlet yapısının motor gücüdür. Sistemin toplumun önüne koyduğu geleneksel aile modeli, egemen sistemi karşısına almaz, sistem dışı bir yaşam sunmaz. Sistemi karşısına almak şöyle dursun; sistem için ihtiyaç olan asker, polis, memur, işçi ve emekçiyi de sistemin hizmetine sunar. Tüm bunlara ek olarak bir de sürekli güncellenen kadınlık ve erkeklik rolleriyle sistemi ayakta tutmaya çalışır. Aile, devletin varlığına boyun eğecek, devlet için emek sarf edecek, toplumsallığı yok etme derecesinde bireyci olacak ve sistemin kar elde etmesi için çalışacak kadın ve erkekler yaratmak için görevlendirilmiştir.
Bu bakımdan sistem içerisinde adeta bir fabrika görevi gören aile, ortaya koyduğu yetiştirme tarzıyla da sorgulayan bir nesil yaratmaz. Ailede yer alan hiçbir birey mevcut sınırların dışına çıkmaz, hepsi kendisine biçilen role ve hatta haddine uygun davranır. Öyle ki aile içerisinde sistemi reddedecek herhangi bir soru sorulmasına müsaade edilmez. Ne yazık ki insanlığı ilgilendiren hiçbir sorun mevcut aile düzeni içerisinde tartışılamaz. Sistem de ailenin bu düşünme şeklinden oldukça memnundur. Hatta sistem bu zihniyetin oluşturulması ve yeniden üretilmesi için özel politikalar yürütmektedir.
Ailenin sistem içerisindeki temel görevlerinden biri de toplumsal özgürlük anlayışını güçten düşürmesidir. Toplumsallığın zayıfladığı bir yerde devlet varlık sahibidir. Sistem bu anlayışı ailenin tüm hücrelerine incelikle yedirmiş, kendisi için bireycilik üreten bir yapı haline getirmiştir. Aile toplumsallığa ne denli zarar verdiğini görmeksizin, varlığını borçlu olduğu toplumdan kopmaya itilmiştir. Zaten aileyi de bu denli vazgeçilmez kılan şey, toplumsallığını yitiren bireyin varlığını bir anlama kavuşturma, bir yere dayandırma çabasından ibarettir. Bu dayandırma çabası da şüphesiz devlet tarafından incelikli politikalarla sisteme ters düşmeme üzerine kurulmuştur.
Sistem, aile ile topluma yalnızca devlet politikalarına uygun olma misyonu biçmekle kalmaz, aynı zamanda devletin ödül sistemine layık olma görevi de verir. Bütünen devlete muhtaç bir yapısallık söz konusu olmaya başlar. Tam da bu noktada, çarpıcı bir gerçek açığa çıkar: Ailenin dış çerçevede imtiyaz sahibi aslında devletin ta kendisidir! Sonuç olarak ortaya çıkan özgür yurttaşlık ve demokratik aile değildir. Ailesini yaşatmaya odaklanan, dar bir ilişki ağıyla ailesi için yaşayan bir insan formu yaratılır.
Tüm bu bilgiler ışığında, aile sistem dışı bir kurum değil, devletin varlığını sürdürmede kullandığı en etkili yapıdır. Devlet, kendisini aile üzerinden kurumsallaştırmaktadır. Öyle ki devlet, özgürlükçü topluma yönelik fetih politikasını aile aracılığıyla yürütür. Aile aracılığıyla başta kadınlar olmak üzere tüm toplum, sistem ve devletin işgal politikalarına hazırlanır. Fethetmediği tek bir insan, tek bir zihin kalmayıncaya kadar işgali sürdürür. Sistem bu fetih politikasıyla yaratmak istediği aile anlayışını bireylere o kadar içselleştirir ki herkes sistemin dayattığı aile formunu kendisi için biricik olarak kabul eder. Oysa yaratılan aile formu, tüm aile tiplerinde birebir aynıdır. Zavallı olan ise erkeğin, kendisini devletin bir taklidi olduğunu görememesi ve güçlü bir iktidar olduğunu sanmasıdır.
Sistem içinde yer alan özne-nesne ayrımı, efendi-köle ilişkisi olduğu gibi aile yapısına aktarılmıştır. Milliyetçilik, bilimcilik, dincilik ve cinsiyetçilik politikalarının temelini oluşturan kulluk olgusu, ailede daha da baskın şekilde ortaya konulmaktadır. Kadına yönelik tahakküm ve fetih politikası da burada başlar. Kadın, aile içerisinde kul haline getirilerek erkeğin cinsel ve fiziki nesnesi olarak yeniden yaratılır.
Demokratik olduğunu iddia eden ailelerde, erkeğin kadına bahşettiği ‘fikrini ifade etme özgürlüğü’ ise yalnızca erkeğin kendi iktidarına işbirlikçi aramasından kaynağını alır. En nihayetinde aile reisi olan erkek, kadın dahil tüm aile fertlerini kendi tebaası olarak adlandırmaktadır. Devlet gibi erkek de tebaasına ödül ceza sistemini uygulamayı kendinde hak görür. İktidarını besleyecek davranışları ödüllendiren erkek, iktidarının tuğlasını çekecek bir davranışta ölüm fermanını yazacak kadar devletleşmiştir. Erkek-devletin temel yapıtaşı olan aile olgusunda görülmeyen en temel sorun, incelikli işlenmiş kölelik politikalarının özgürlük sanılmasıdır. Erkekliğin, sömürünün, köleliğin şifreleri çözülmedikçe özgürlük yanılsaması devam edecek, sistemin zihniyetini yeniden üretecektir.
Şüphesiz, sistemin hedefinde öncelikli olarak kadınlar vardır. Erkeği, kadın yoluyla düşürme politikası Enkidu’ya kadar dayanmaktadır. Ancak mevcut sistem, kadının iradesi ve gücünün farkında olduğu için kadına yönelik baskısını aralıksız sürdürmektedir. Çünkü kadın, iradesini savunur, zihniyetin kendisine tek yol gibi sunduğu kalıpları kırarsa devletli sistemin çarkını kırar, yeni bir alternatif yaratır. Ahlaki-politik toplumda kadın öncülüğünde şekillenen özgür toplumsallık, erkek egemen zihniyetin bilinç dışında hala dirilme korkusuyla canlılığını korumaktadır. Sistem, bu nedenle kadını eve hapsederek ve erkeği düşürme politikalarına alet ederek tüm toplumu kendisine kul edeceğini iyi bilmektedir.
Sistem, doğduğu ilk andan itibaren kadınların tercihleri, duyguları, düşünceleri ve hatta eğilimlerini kendisine uygun şekilde kodlamak için yoğun çaba sarf eder. Öyle ki aile içerisinde erkeğe biçilen misyon toplum nezdinde yüceltilerek adeta Kaf Dağı’na çıkartılırken kadının yetenekleri aile içerisinde evcilleştirilmeye zorlanır. Doğa olarak akışkan bir hakikate sahip olan kadın, sistem tarafından donmuş hale getirilmek istenir. Kadına, aile içerisinde ya tam teslimiyet ya da tam adanmışlık dayatılmaktadır. Başka bir seçenek yoktur. Abdullah Öcalan, “Aile; kadın bedeni ve ruhunun öğütüldüğü bir değirmendir” derken bu duruma dikkat çekmektedir.
Aile kurumu, kadının düşürülmesi, şiddete maruz kalması, katledilmesi, tecavüze uğraması, aldatılması ve her açıdan sömürülmesinin tarihçesini barındırdığı gibi; devletin varlığını sürdüren sistemler ve sömürü düzeninin de bu ilişkiler üzerine kurulduğunu ortaya koyan bir yapıdır. Ailenin toplumsal özgürlük karşıtlığı temelinde kurgulanması, en başta kadına yönelik ağır sonuçlar doğurmaktadır.
Toplumsal özgürlüğe bariyer yapılan aileyi, toplumsal özgürlüğün zemini haline getirmek; iktidarın yanı sıra direniş, eşitlik ve özgürlük olanaklarını da barındırdığını ortaya çıkarmak ve bu ilişkileri yeniden yapılandırmak mümkündür. Çünkü aile, sabit bir yapı değil, hatta tarih boyunca en çok değişime uğramış kurumlardan biridir. Burada asıl mesele, bu değişimin nasıl bir yönde gerçekleşeceğidir. Dolayısıyla, aileyi toplumsal özgürleşmenin önündeki bir engel olmaktan çıkarıp, özgürleşmenin temel etki gücü haline getirmek, kadınların öncülük ettiği bir toplumsal mücadeleyle mümkündür. Kadın özgürlüğüne vurulan her bir darbenin toplumsal özgürlüğü de etkilediğini hiç unutmadan; ailenin demokratikleştirilmesi meselesi yalnızca kadınları değil, tüm insanlığı ilgilendiren bir kadın devrimi meselesidir.
Kadın onurunun ayaklar altına alınması, kadınların bir meta gibi erkek sisteme peşkeş çekilmesinin acısını hissetmeliyiz. Bu acıyı hissederek kadınları isyana kaldırmalı, kadın özgürlük tarihini yazma iddiasında olmalıyız. Küresel birleşik bir kadın mücadelesi, bu hedefe ulaşabilecek yegane güçtür. Sistemin karanlık, şiddet ve kaosa boğmak istediği 21. yüzyılı kadın özgürlük yüzyılına çevirmek için kadın mücadelesinin devrimle sonuçlandırmaktan başka seçeneğimiz yok.