Yayılmacı politikaların yalnızca toprak kazanımıyla değil, ideolojik yapbozlarla da sürdürüldüğü bir gerçek. Kadın mücadelesinin özü, sistemin vitrinine dizilen, baştan sona sterilize edilmiş temsillerle bastırılmak isteniyor. Özel savaş politikalarını bugüne kadar hep Kürdistan özelinde düşündük. Şimdi Kürdistan’daki kadın mücadelesi dillere destan hâle gelmişken, bu politikaların da global şekilde ilerlediği tespitini yapmak yersiz olmayacak
Bugüne kadar Rojava birçok yazıya konu oldu. IŞİD karşısında verilen muazzam mücadelenin yanında, bugün hayata geçirilen stratejik zekâ, bağlılık, politik ahlak karşımızda duruyor. Bütün dünya, barbarlara karşı kadın öncülüğünde gerçekleşen bu zaferi biliyor; bütün dünya bu kadınları tanıyor. Tanıyor tanımasına da, ne kadar özümsüyor? Bu bir “anlaşılmama” feryadı değil. Bu, dünya çapında yürütülen “kadın konfederalizminin” zemininin yakalanmasının hayati önem taşıdığı bir zamanda, dünyada ortaklaşarak büyüyen kadın mücadelesi ile “Hollywood feminizmini” birbirinden ayırma gerekliliğinin dile gelişidir. Şehirlere bombalar yağdı, silahlar patladı, kayıplar yaşandı ve efsanevi bir zafer kazanıldı kara zihinlilere karşı. Tam bu noktada, kadın mücadelesinin Ortadoğu’da filizlenen bu hakikatin etrafında ciddi bir kararlılıkla toplanması gerekirken, Ortadoğu üzerindeki dikkatleri yayılma arzusundan ötesini taşımayanlara yeni bir pazar açıldı: Gerilla kadın oryantalizmi.
Mücadele tarihi ilk defa mı kadın gerilla gördü? Tabii ki hayır. FARC’tan IRA’ya, Tamil Kaplanları’ndan Vietnam Savaşı’na, ETA’dan RAF’a dünya, kadınların silahlı mücadelesine tanık oldu. Ancak YPJ farklıydı: Ortadoğu’da IŞİD’i besleyip güçlendirenlerin, IŞİD’i bitireceğinden emin dahi olmadıkları bir yapının muazzam zaferiyle zamansız karşı karşıya kalmasının adıydı YPJ. Bir anda, irticai, mutlak işgal alanlarından biri olarak kadın bedenini gören, köle pazarları kuran IŞİD imha edildi.
İşte tam bu noktada, YPJ bir güneş gibi parladığında, kapitalist modernite “en azından” bir yerden kazanç sağlamanın yolunu buldu. Bu, yalnızca ekonomik bir kazanç değil; aynı zamanda ideolojik düzeyde bir yayılmacılığın da başlangıcıydı. Topraklar, sınırlar ve doğal kaynaklar kadar “anlatılar” da kolonize edilebilirdi. YPJ’nin hakikatini parlatan değil, pazarlayan bir anlatı formu oluştu. Avrupa’daki YPJ anlatıları ile başladı süreç. Diziler, filmler ve daha nice tanıklıkların, Rojava’da asıl olanlardan kopuk, hakikate hiç değmeyen anlatıları başladı. Kadınlara dair çekilen filmlerde, bir halkı savunmak için yola çıkmış insanlar, sadece kişisel sebeplerle savaşmış gibi resmedildi çoğunlukla. Biri kardeşini kurtarmak için çıktı yola, biri annesini. Ama gerçekte birçok kişi annesini, kardeşini, ailesini bir hakikat sevdasıyla arkasında bıraktı.
Velhasıl, 2014’te Rihanna’nın “YPJ’li gibi” giyinmesi gündeme ateş topu gibi düştü. Çok değil, yakın zamanda bir dizide uzay görevine bir YPJ’linin yollanması günlerce tartışıldı. Hollywood ve Avrupa, zaman zaman Kürdistan’daki mücadeleyi bir pazar olarak kullanmaya devam ediyor. Bu da bizi başka bir yüzleşmeye getiriyor: Feminizm yalnızca hak arayan bir hareket değil, sistemin uygun gördüğü şekillerde yeniden paketlenmeye açık bir mecra hâline getirildiğinde, kendi özünü yitirme riskiyle de karşı karşıya kalıyor.
Peki, bu neden tehlikeli ve neden avantaja dönüştürülemez? Çünkü uzun zamandır feminizmin, sosyal medya yoluyla yaşadığı bir ikilik hâli var. Bir tarafta gerçekten sokaklarda, meydanlarda, topluluklarda, taban tabana zıt fikirlerde dahi olsalar, öyle ya da böyle kadın mücadelesi için yan yana gelen bir hat var. Diğer tarafta ise yapımlarla zerk edilen, “pinkwashing” yapan, sürekli çok “güvenli” feminizm ve queer hikâyeleri anlatarak gerçeklikten kaçan, “Apple yapımı” steril bir tasvir var. Ve bu tasvir, zaman zaman görünürlüğü artırma anlamında faydalı bulunsa da, gerçek bir mücadelenin genç nesille arasına cam koyuyor. Birbirini gören ancak birbirine dokunamayan, heterojenleşmiş bir tablo çıkıyor ortaya. Tatlı ve tuzlu iki denizin birbirine karışamaması gibi.
Yayılmacı politikaların yalnızca toprak kazanımıyla değil, ideolojik yapbozlarla da sürdürüldüğü bir gerçek. Kadın mücadelesinin özü, sistemin vitrinine dizilen, baştan sona sterilize edilmiş temsillerle bastırılmak isteniyor. Özel savaş politikalarını bugüne kadar hep Kürdistan özelinde düşündük. Şimdi Kürdistan’daki kadın mücadelesi dillere destan hâle gelmişken, bu politikaların da global şekilde ilerlediği tespitini yapmak yersiz olmayacak. Feminizmin üzerini bir heyula ile örtmek, onu olduğundan farklı göstermek, güçlü yanlarını görmezden gelip sadece vitrin boyutuyla ele almak, onu bir moda hâline getirmekten başka işe yaramaz. Ve bu geçicilik hâli, asıl hattı yavaşlattığı gibi, hattın azıcık bile gevşemesi hâlinde boşluklara sızabilir. Kapitalist sistem bulduğu boşluğu doldurur. Özellikle erkek egemen sistemin, feminizmde gördüğü ufak bir duraksamayı dahi erkeklik lehine kullanmayacağına inanmak, saflık olur.
Bugün, tüm bunların sonucu olarak karşımıza dünya çapında iki farklı feminizm tasviri çıkıyor: Biri, Hindistan’da binlerin toplandığı alana “Jin, Jiyan, Azadî” yazıyor, Jina’nın etrafında toplanıyor, tüm dünya kadınlarının bir araya gelişlerde aynı sloganı haykırmasını sağlıyor; diğeri ise genellikle önemsiz görülen sosyal medya aracılığıyla, moda olarak dayatılmış suni bir feminizmin kof “öğretileri” sonucu, alanlarda ya “Jin, Jiyan, Azadî”yi istemiyor ya da bu sloganın doğduğu ideolojinin mimarını yok sayarak “içini rahatlatıyor.”
Sayın Abdullah Öcalan’ın feministlerin eleştirilerine verdiği cevabın bu zeminde okunması lazım. Feminist mücadele uzun yıllardır güçlü bir öncü çıkaramadığı gibi, teknolojik gelişmelerin gerisinde kaldı. Bu yenilenmede gecikmişlik hâli, bugün bu ikiliğe — bu ikiliğin suni ayağının ise kapitalist erkek düzen tarafından yönetilmesine — sebep oldu. Avrupa’da yürütülen LGBTİ+ tartışması, “trans dışlayıcı” tartışmalarla feminizmin yaşamsal zeminini oyalarken, Türkiye’de her dönem sokaklarda yenilenen genç kadın popülasyonu bu sefer sahaya milliyetçi kodlarla iniyor.
Bu yüzden bugün “ne yapılabilir?” sorusu, yalnızca teorik bir arayış değil; somut bir yönelim ihtiyacıdır. Öncelikle, YPJ’nin kadınlar eliyle kurduğu özsavunma çizgisi, zafer estetiğinden değil, ideolojik derinliğinden besleniyor. Bu çizginin teorik omurgasını ise Jineolojî oluşturuyor. Jineolojî, kadın özgürlük mücadelesini yalnızca erkek şiddetine karşı değil, aynı zamanda ulus-devletin merkeziyetçiliğine, kapitalist modernitenin bireyci tüketim normlarına ve pozitivist bilginin tekleştirici işleyişine karşı konumlandırıyor. Feminist hareketin birçok damarında yıllardır süregelen tartışmaların aksine, Jineolojî yalnızca kadınları değil, erkekliği de dönüştürme iddiası taşıyor. Erkekliği yeniden tarif etmeden ve tahakküm biçimlerini ifşa etmeden tam anlamıyla bir özgürlük mümkün değildir. Bu yönüyle Jineolojî, feminizmin kimi evrenselleştirilmiş biçimlerinde eksik bırakılan yapısal erkeklik eleştirisini toplumsal bir mücadele zeminiyle bütünlüyor.
Jineolojî, kadın mücadelesinin teorisini halklar, sınıflar, coğrafyalar ve inançlar üstünden yeniden kuruyor. Kadının özgürleşmesini tekil bir kimlik politikası olarak değil, tüm toplumun dönüşümüne öncülük eden bir güç olarak tanımlıyor. Dolayısıyla bu çizginin enternasyonal karakteri, onu temsil etmeye çalışan değil; onu anlamaya ve yaşatmaya çalışan kadın mücadeleleriyle yan yana durmak zorunda. Kadın öncülüğündeki halk mücadeleleri, sosyal medyada ya da dizilerde parlatılan steril feminizmle aynı zeminde değildir. Bugün iki ayrı feminizm biçimi karşı karşıya durmaktadır: biri meydanlarda, halkların içinde, kendi ideolojik ve tarihsel bağlamıyla yükselen bir hat; diğeri ise sistemin onayladığı, seyre uygun, pazara dönük bir görüntüden ibaret. İşte bu noktada, gerçek mücadeleyi sürdüren kadınlar için en önemli görev, bu ayrımı netleştirmek, araya çekilen camı tuzla buz etmektir. Çünkü camın arkasında kalan her kadın, sisteme temas ettiği anda kimliğinden değil ama öfkesinden arındırılarak tüketilebilir hâle gelir. Bu nedenle feminizmin halksız, sınıfsız, aidiyetsiz bir yere sıkıştırılmasına izin verilemez. Ulusal kimliğini, sınıfsal aidiyetini, inancını ya da yaşadığı coğrafyanın politik gerçekliğini yok sayarak kurulmuş her kadın anlatısı, yalnızca sistemin lehine çalışır. Bugün özellikle genç kadınlara sunulan vitrinsel kimlikler, örgütsüzleştirilmiş bir feminizmin dışavurumudur. Bu alana dışarıdan değil, içeriden müdahale edilmelidir. Topluluk içi şiddet, fail korumacılığı ve görünürlüğün mücadeleyi örtmesi gibi başlıklar konuşulmadan, sistemin feminizmle kurduğu oyun bozulamaz. Özetle, kapitalist erkek egemen düzen, kadın mücadelesindeki her gevşemeyi avantaja çevirmek için bekliyor. Bu yüzden gevşemek bir seçenek değil. Hakikat, her coğrafyada, her dilde ve her bedende örgütlenerek, suni olanı kökten bitirmek zorunda. “Jin, Jiyan, Azadî” işte tam da bu nedenle sadece bir slogandan ibaret değil; bir felsefe olmasının yanı sıra, hatırlatma, uyarı ve çağrıdır.