kadınları ve halkları bugünlere taşıyan, feminicid ve jenosid tehlikesinden kurtaran Ortadoğu’nun karanlığında tek olası çözümün adresi haline getiren alternatif paradigmamızı rafa kaldırmak yerine işaret ettiği çözümü ve yöntemleri daha gündemleştirmeli ve pratikleştirmeliyiz
Son günlerde yaşadıklarımız ‘zaman görecelidir’ teorisini derinliğine kavramamıza neden oldu. On gün içinde önümüzdeki yüzyılda hegemon güçlerin, halkların, ulus devletlerin geleceğini birebir etkileyecek baş döndüren gelişmelere şahitlik ediyoruz. Daha doğrusu bir kaos aralığının içinden geçiyoruz.
Herkes pürdikkat muktedirlerin, ulus devletlerin ve erkeklerin söylediklerini dinliyor ve yorumlamaya çalışıyor. Analistler ertesi gün söylediklerinin boşa çıkma olasılığına karşı temkinli ve tutarlı olmaya çalışsa da yanılmayan neredeyse yok. Zira birbirine zıt güçler yakınlaşıyor, dünün teröristi bugünün isyancısı oluyor, ezen ve ezilen yer değiştiriyor. Sadece rejimin yıkıldığı Suriye değil tüm Ortadoğu’da bir kum fırtınası ne var ne yok, her şeyi önüne katıp ilerliyor. Hegemon güçlerin savaş stratejileri ve taktikleri, olasılıklar, ulusal, yerel çıkarlar, halkların direnişi, umutları, ütopyaları bu kum fırtınasında birbirine çarpa çarpa yol almaya çalışıyor. Kapitalist modernite güçleri bu fırtınanın şiddetinden yararlanıp ‘ölümü gösterip sıtmaya razı etme’ politikasını biraz daha cilalayıp devreye koyuyor.
Tabloyu böyle okumak bir durum tespiti yapmaya yeter. Ancak kaos aralığından özgürlük lehine çıkmamıza yetmez. Kum fırtınasından çıkacak yolları bulmak yoksa bir yol açmak gerekiyor. Peki var mı bir yol? Var tabii ki. Ama yürürken aynı zamanda açmak zorunda olduğumuz bir yol. Elimizde ne olduğuna bir bakalım.
Öncelikle düşüncemizin rotasını yitirmemek gerekiyor. Çatışmaların, siyasal krizlerin yoğunluk kazandığı böylesi dönemlerde en çok dikkatimi çeken şey ideolojik dayanaklarımızın belirleyiciliğini yitiriyor oluşu. Bu eleştirim bazılarına uç gelebilir ancak ideolojik dayanağın siyasetteki yansısı yeterince güçlü değil. Öyle olmasa sosyal medya süvarileri iki günde Rojava’nın sınırlarını Lazkiye’ye kadar ulaştırıp, iki gün sonra eldeki her şeyi kaybettiğimiz umutsuzluğuna kapılmazlar. Ve toplumu bu algı operasyonlarıyla oyalamaz, direnişe odaklamasını sağlarlar. İlginçtir pratiğin baş döndürücü ilerleyişi düşüncenin donmasına, flulaşmasına neden oluyor. Düşünceden ayrı pratik olmayacağına göre hükmünü süren devletli sınıflı uygarlık icadı paradigmadan beslenen düşünceler ve pratikler oluyor.
Bu nedenle bıçak sırtı bu zamanlarda karşı karşıya kaldığımız tüm riskler ve olasılıklar, bilimsel, felsefik ve ideolojik bakışımızın süzgecinden geçirilmeli. Toplamda paradigmanın yol göstericiliğinde çözülmeli. Ortadoğu’nun geleceğini belirleyen bu kaos aralığında bizi bekleyen tehlikeleri ve nasıl bertaraf edebileceğimizi bu eksende ele almaya çalışacağım.
Birinci adım olarak; milliyetçilik ve dinciliğin panzehiri olarak demokratik ulus inşasında ısrarlı olmalıyız. On gün içinde HTŞ, SMO ve türevi olan silahlı grupların Suriye’de ve Kuzey Doğu Suriye’deki etkinliğine tanıklık ediyoruz. Armalar, bayraklar, kullanılan silahlar farklı. Ama fark bundan ibaret. Hepsi kendinden olmayanın yaşam hakkını elinden almayı inancının gereği sayıyor. Etnik ve inanç bakımından tüm farklılıkları yeryüzünden silmeye yeminli bir anlayış. Amaç Sünni İslamın iktidarının sarsılmaz ifadesi olarak görülen şeriat düzeni. Makyajı tazelemiş ve sahnelerde boy göstermiş bir DAİŞ zihniyeti. Bazıları bunu gizleme gereği bile duymuyor. Dehşet saçan infaz, linç ve işkence görüntüleri sosyal medyada dolaşıyor. Buna karşılık Halep, Minbij, Şam ve farklı kentlerde yaşayan Aleviler, Araplar Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin denetimindeki alanlara bir biçimde ulaşmaya çalışıyor. Burada yaşayan Ermeniler, Asuriler kendi özsavunma güçleriyle yapılan seferberlik çağrısına katılıyorlar. Sosyal medya süvarileri ise Kürdistan’ın özgürleşmesinden, devletleşmesinden, Arapların ihanetinden, demokratik ulus projesinin iflas ettiğinden dem vuruyor. Yüz bini aşan özsavunma ordusunu ve bu toprakları özgürleştirmek uğruna yaşamını yitiren Arap savaşçıları görmezden geliyor. Birkaç lokal olayın arkasına sığınarak Rojava’nın, Kuzey Doğu Suriye’nin savunulması için bu topraklarda kanını döken enternasyonal savaşçıların anısına gölge düşürüyor. İnternet şövalyeleri kılıçlarını kuşanmış Kürtleri en ince noktasında -varlık sorunundan- bilinç çarpıtmasına uğramaya çalışadursun, Minbic’te Zenobia Kadın Topluluğu üyesi üç Arap kadının katledildiği haberini alıyoruz. Ve tüm muğlak duruşları, kuşkuları ve hesapların karşısında duran enternasyonal dayanışmanın hızla yayıldığını görüyoruz. Toplumun tümüne nüfuz etmese de demokratik ulus projesinin bu topraklarda kök saldığını biliyoruz.
İkincisi; erkek egemen sistemin temel dayanağı olan cinsiyetçilik ideolojisine karşı kadın devriminde ısrarlı olmalıyız. Rojava, ikinci Afganistan yapmak isteyenlere inat kadın devriminin mekanı olmaya devam etmeli. Bunun savaşın kaderini belirleyecek bir kırılma noktası olduğunu daha gür sesle dillendirmeliyiz.
Doğru! Biz bu filmi Şengal’de, Afrin ve Serekaniye’nin işgalinde gördük. Kadınları katlederek, kadınların narin bedenlerini sırtlanlar gibi sırtlanıp zafer narası niyetine tekbir getiren erkeklikleri de ve bu erkekliğin kadınların iradesine nasıl yenildiğini de. Şimdilerde aynı kötü senaryo bir kez daha devrede. Zenobia Kadın Topluluğu üyesi üç Arap kadının (Qamer El Sod, Ayşe Abdulqadir, İman…) katledilmesi, YPJ’li kadın savaşçıların bedenlerinin teşhir edilmesi bizlere 2018 Afrin işgalinde Barin Kobane’nin, 2019’da Hevrin Xelef’in katledilmesini hatırlatıyor. Bu uygulamaların failleri açıkça söylemek istediği şey şu; Bu topraklarda kuracağımız şeriat düzeni içinde kadının yeri olmayacak. DAİŞ’in inceltilmiş hali olarak HTŞ, SMO adıyla sahaya sürülen ve esasta birbirinin türevi olan bu güçleri isyancı olarak tanımlayan, onlara Suriye’nin geleceği içinde başat rol biçen seyircilere ne demeli peki? Onlar da Afganistan’ı Taliban’a devredip sonra adım adım kadınların yaşam hakkını elinden alan ulus devletlerden pek farklı davranmıyor. İşler yolunda gitmezse şimdi Afgan kadınlara yaptığı gibi koşulsuz şartsız iltica statüsü tanıyarak işin içinden çıkacaklarını sanıyorlar. Şehba’da katliam tehlikesinden kurtulan bir kadının ‘geldik ama Afrin’den uzaklaştık’ haykırışının ne anlama geldiğini anlayamıyorlar. Bu kötü senaryoda görmedikleri ve hesaplamadıkları çok şey var…
Rojava’dan başlayıp tüm Kuzey Doğu Suriye’deki halklardan kadınların yaşamını kökten değiştiren, onları siyasette, eğitimde, politikada yaşamda özneleştiren bu sistem büyük bedeller ödenerek kuruldu. Yani mesele geçmişte sergilenen bir kadın kahramanlığını yad etmekten öte. Bu coğrafyada kadınlar bu sistemin adım adım örülmesine, toplumun dönüşümüne, Ortadoğu’nun çiçeklenişine, renklenişine tanıklık etti. Bedeli ne olursa olsun bu sistemi korumaya kararlılar ve bunu başaracak her türlü araç ve mekanizmaya sahipler. Geçen on iki gün içinde her biri özsavunmada profesyonel bir güç haline geldi. Politikada, diplomaside saygın ve etkin kadın figürleri oluştu. Kadınlar bu topraklarda eğiten, üreten, dönüştüren ve dönüşen oldu ve toplumsal dönüşümünün temel dinamiği haline geldi.
Bu gelişme ve kazanımlar sadece Kürt kadınlarını değil o topraklarda yaşayan her kadını içine aldı. Kaos başlar başlamaz Ermeni halkının, kültür çalışanlarının ve gençlerin seferberliğe katıldıklarını ilan etmesi bununla ilgili. Enternasyonal dayanışma gruplarının hiçbir çağrı beklemeden harekete geçmesi de…
Kesintisiz bir biçimde süren kadın devrimi ve kazanımlarını dünyadaki tüm kadınlar kendilerine ait görüyor. Durumun sadece Rojava ve Kuzey Doğu Suriye’deki kadınlar için değil dünyadaki tüm kadınlar için bir tehdit olduğunu biliyorlar.
İsmi, cismi, biçimi ne olursa olsun çarpışan ve çatışan iki hakikat var.
Vahşetlerine tanrının adını anarak kılıf arayan erkeklerin naraları ve karşısında herkesin bakışlarına aydınlık ve umut eken Jin Jiyan Azadî.
Siyaha ve kana bulanmış bir coğrafya ve karşısında her rengin en ince tonuna kadar görüldüğü bir çiçekli bahçe.
Herkesin kendi hikayesini yazdığı, devrimin meyvelerinin boy verdiği bir hafıza merkezi ve karşısında kütüphane yakan zihniyet.
Herkesi kendi kimliğine, diline, kültürüne sahip çıkması için teşvik eden bir sistem ve karşısında katledilmemek için dilini, inancını, kültürünü gizleyen korku içindeki insanlar.
Bu iki hakikat çarpışıyor Rojava’da. Bu iki hakikatin birlikte yürümeyeceği gerçeği bu zihniyet sahipleriyle tek ortak noktamız. Böyle bir zihniyetle kurulan Suriye’de kadınların yeri yok. Yani çelişkilerin artık maskelenecek, örtülenecek ve telafi edilecek bir yanı yok.
Özgürlüğün kıyısına ulaşmışken, yeni yaşamın kültürünü solumuşken kimse bizlerden geri adım atmamızı beklemesin. Aramızdaki uzlaşmaz bir çelişki. Bu zihniyetin bulaştığı hiçbir yerde bizim yerimiz yok. Bu yüzden kadın devriminden ve onun kazanımlarından geriye tek bir adım atmaya niyetimiz yok. Bu zihniyetin kadın devriminin mekanında mayalanmasına asla izin vermeyeceğiz. Bu zihniyeti bu topraklardan söküp atmaya kararlıyız.
Üçüncü Dünya Savaşı’nın merkezinde kadınlara dair analizler ve rapor hazırlayanlar şunu iyi bilsin. Rojava’da kadınlar sadece göç yollarında ve işgal anlarında yaşadığı şiddetin kurbanı olarak anılmayacak. Diktatör rejimin düşüşünün halklar ve ezilenler lehine olup olmayacağını netleştirecek bir turnusol kağıdı rolünü oynayacak.
Kaos aralığından özgürlük lehine çıkmak isteyenler devletlerin beyanlarını dikkate alayım derken ana ekseni yitiren bir perspektifle hareket ederlerse, bu turnusol kağıdını da kullanamazlar.
Sonuç olarak kadınları ve halkları bugünlere taşıyan, feminicid ve jenosid tehlikesinden kurtaran Ortadoğu’nun karanlığında tek olası çözümün adresi haline getiren alternatif paradigmamızı rafa kaldırmak yerine işaret ettiği çözümü ve yöntemleri daha gündemleştirmeli ve pratikleştirmeliyiz.
Öyle de yapmaya çalışıyoruz. Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında kendi iç çelişkilerine, güç dengelerine rağmen hegemonyanın birleştiği, kalıcı ittifak kurduğu kör noktanın kadına karşı açılmış savaş olduğunu biliyoruz. Buna karşılık hem bir savunma hem de kalıcı bir çözüm olarak geliştirdiğimiz dünya demokratik kadın konfederalizminin adımlarını çoktan attık. Artık tohum toprakla buluştu. Köklenmesi, dallanması, yeşermesi zaman alabilir. Bazı dallarımız çabuk meyve verebilir bazı dallar kuruyabilir. Ama kökü toprağın derinliklerinde olan hiçbir şey yok edilemez.
Kadın konfederalizminin böyle bir çözüm yarattığına inanıyorum çünkü farklılıkları yok etmek yerine belirginleştirmeye çalışıyor. Bir tehlike ve intikam alınması gereken bir güç olarak görmüyor. Görmezden gelmiyor, aksine farklılıkların ortaklığından doğan muazzam gücü ve güzelliği görüyor. Kadın konfederalizmi fikri kadınları bu savaşta güçlendirebilir. Ama silahlarla, sınırları genişleterek ya da diplomatik görüşmelerde tavizler kopararak elde edilen türden bir güçten bahsetmiyorum. Bir gecede yıkılan saraylar, ateşe verilen devlet binaları, yıkılan heykeller ve putlar da bir güç işaretiydi. Kadın konfederalizmi gücü kimsenin görmediği hatta önemsemediği bir yerde topluyor. Kadınların zihninde, birbiriyle ilişkisinde ve günlük yaşamında. Damarda akan kan kadar insanın kendi teninde duyumsadığı, nabız atışları kadar vazgeçilmez gereklilik haline getiriyor. Anlık değişimlerde bile sükunetini koruyabiliyor. Çünkü ilerlediği yola, ilmek ilmek ördüğü yaşama güveniyor. Temas ettiği her coğrafyada savaş ve soykırım planlarını bozacak bir ret oluşturacak cesur çıkışların ilham kaynağı oluyor. Geleceğe dair umudun, doğru, güzel ve iyi yaşamı savunanların, haklıların kurduğu yıkılmaz bir mevzi oluyor.
Geleceğimizi nasıl inşa edeceğimizi biliyoruz. Geriye o yolu yürürken sabırlı, kararlı, istikrarlı, umutlu ve dirençli olmak kalıyor. Bu topraklar karanlığa gömülmeyecek. Rojava Ortadoğu’nun parlayan yıldızı ve kadın devriminin mekanı olacak.