Tam bir yıldır Kürt kadın hareketi üzerinde sistematik şiddet yürütülüyor. Diyarbakır’da mücadele eden her kadın, sabah 04.30’da kapısının kırılacağını düşünerek uyuyor. Böylesi bir psikolojik şiddet içerisinde bile mücadelesine devam ediyor
22 Mayıs 2020 tarihinden bugüne Diyarbakır’da kadın mücadelesi yürüten, kadına karşı şiddetle mücadele eden her kadın, sabah normal bir şekilde uyanabilmeyi umarak uyuyor.
“Bu ne demek?” diye düşünebilirsiniz. Kürdistan’da işletilen sistematik yargı tacizini biz kadınlar biliyoruz. Nasıl işletiliyor özetle bahsedeyim: Kadınlar, sabah baskınları ile gözaltına alınıyor,, gözaltı süreleri oldukça keyfi bir biçimde uzatılabildiği kadar uzatılıyor. Sonra nöbetçi sulh hâkimliğine çıkarılıyorlar. Tüm sorgular boyunca psikolojik, sözlü ve daha birçok şiddet türüne maruz kalıyorlar. Ardından bir kısmı tutuklanıyor çünkü kolluk güçleri ve yargı temsilcileri itaat ettiklerine bir “başarı hikâyesi” sunmak zorundadır. Büyük bir operasyonun başarıyla tamamlandığına dair onlarca fotoğraf çekiliyor. Bu fotoğraflar çekilirken kadınlar sıraya dizilip her kadının yanında bir kolluk görevlisi refakat ediyor. Tutuklanan kadınlar cezaevine götürülüp, 14 günlük karantina süreleri dolduktan sonra normal koğuşa geçiriliyor.. Bu döngü tamamlandığında kolluk kuvvetleri, artık yeni bir "şafak operasyonu" yapmaya hazırdırlar. Her şey tekrar baştan, bir daha bu defa başka kadınlar üzerinde uygulanıyor, böyle böyle bu sistematik şiddet yeniden üretiliyor.
Tam bir yıldır Kürt kadın hareketi üzerinde böyle bir sistematik şiddet yürütülüyor. Farklı çalışmalarda olan aktivist, siyasetçi, mesleki faaliyetlerini yürüten ancak kesişim noktaları kadın özgürlük mücadelesi olan her kadın, gece uyurken sabah 04.30’da kapısının çalacağını veya kırılacağını düşünerek uyuyor. Böylesi bir psikolojik şiddet ve baskı hali içerisinde bile gündelik yaşamını rutin bir şekilde sürdürerek, yaşamına ve kadın mücadelesine devam ediyor.
Bu kadarla da bitmiyor elbette; Peki bu kadınlar ne yaptıkları için baskınlara, gözaltılara, tutuklamaya ve hatta ceza almaya kadar giden bu sistematik şiddete maruz kalıyor? Buna dair bir “suç yaratmak” için kolluk kuvvetleri altı aylık periyotlarla tüm bu kadınları, iletişim ve fiziksel takip ile izliyor. Kadınların özel yaşamlarının gizliliği, iletişim özgürlüğü, seyahat etme hakkı, örgütlenme hakkı ihlal edilerek yaşamları daraltılıyor. Sürecin her aşamasında sadece özgürlük ve eşitlik mücadelesi veren bu kadınlar şiddete uğruyor. Yine olmuyor istedikleri sonuç gerçekleşmiyor bu defa da; “gizli tanık” adı altında kim oldukları bilinmeyen kişiler konuşturuluyor. Kadınlar, mesnetsiz, uzam ve mekân uyumsuzluğu aleni bir takım iddialarla "terörist" ilan edilerek soruşturmalar yürütülüyor. Sonuç olarak tüm bu kadınlar İstanbul Sözleşmesi'ni savundukları, kadın kırımının durması için çağrı yaptıkları, politikalar ürettikleri, savaşı değil barışı savundukları, kayyum politikalarına karşı durdukları için, özetle yaşam hakkını savundukları için yargılanıyor. Bir kadın daha eksilmesin, yaşamdan koparılmasın diye mücadele ettikleri için yargılanıyor. Tüm bu senaryonun sahnelenmesinden de iktidar, milliyetçi muhafazakâr anlayışı körükleyerek nemalanmaya çalışıyor.
Bunların hiç biri yeni değil, on yıllardır süren saldırıların, devlet şiddetinin bir devamı. Yapılmaya çalışılan ise aynı; aile içinde, evde, sokakta, işte kadını şiddete karşı savunmasız bırakmak. Buna karşı mücadele yürüten kadınları da kolluk şiddeti ile, yargı tacizi ile durdurmak, yıldırmak. Ancak onlar da biliyor ki; kadınlar durmaz, kadınlar yılmaz. Onlar da biliyor ve bu nedenle korkuyor. Kadın mücadelesinin haklılığını ve gücünü 90’lardan beri tanıyorlar. Kadın hareketinin Türkiye’de ve dünyada yarattığı değişim ve dönüşümün kendi ikiyüzlü, manipülatif, savaş ve şiddet üreten politikalarını açığa çıkardığını biliyorlar. Ayrımcı, kutuplaştıran, cinsiyetçi ve militarist anlayışlarının karşısında eşitlik, özgürlük ve barış isteyen ve istemekle kalmayıp bunu ilmek ilmek ören bir mücadele yürütüyor kadınlar! Çok korkuyorlar çünkü tüm kutuplaştırma, illegalize etme ve Kürt kadınlarını “terörist” ilan etme çabalarına rağmen, Türkiye kadın hareketi ile ortaklaştığımız, ortak politikalar ürettiğimiz ve daha çok güçlendiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Dayanışmamız ve birlikteliğimiz muktediri ürkütüyor. Böylece daha çok saldırıyorlar.
TJA’lı kadınlara ve Rosa Kadın Derneği'ne yönelik yargı tacizi bir devlet şiddetidir, illegalize etmeyi ve kadın mücadelesini yıpratmayı amaçlamıştır. Kadın mücadelesine ve kadın hareketinin örgütlü yapısına dönük bu senaryo, bugün, bu isimle oyunlaştırılmış ve sahnelenmektedir.
5 Nisan'da Rosa Kadın Derneği'nin basılması ve ardından Diyarbakır'da 22 kadının gözaltına alınması birçok kentte protesto edilmişti.
Rosa Kadın Derneği, kurulduğu günden bu yana Türkiye’deki birçok kentten şiddet başvurusu almış ve bu başvuruları doğrudan veya yönlendirerek çözüm üretmeye çalışmış, birçok şüpheli kadın ölümünü takip ederek, soruşturmanın yeniden açılmasını sağlayacak çalışmalar yapmış bir kurumdur. Hukuki, psikolojik ve sığınma konusunda yönlendirerek de olsa kadınların destek aldığı ve güvendiği bir kurum olmayı başarmıştır. İçinde olduğu platform ve ağlar ile güçlü kampanya ve işbirlikleri ile veri oluşturma ve şiddetin önlenmesine dair politikalar üretme konusunda aktif görev ve sorumluluk hisseden bir yönetici ve üye profiline sahiptir. Tüm bu saydıklarım OHAL dönemi sonrası toplumda artan şiddet sarmalından kurtulmak isteyen kadınlar için bir güvence, bir dayanaktır. Rosa ve TJA’ya saldırılarla kadınların umudunu kırmak istiyorlar. Kadınları, kendi eserleri olan şiddet dolu, çaresiz hayatlara hapsetmek istiyorlar.
Türkiye kadın hareketinin bileşeni olarak, birlikte yürüttüğümüz mücadele eşitlik, özgürlük ve adalet talebimizi içermektedir. Erkek şiddetinin, devletin kadın kırımı politikasından bağımsız olmadığını, cinsiyetçi, milliyetçi, militarist anlayışın bir ürünü olduğunu göstermektedir. Bu anlayış, son olarak İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararı ile de tescillenmiştir. Bu karar kadına karşı şiddetin önlenmesi konusunda devletin yükümlü olduğu politikaları yerine getirmekten, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı ayrımcılığı ortadan kaldıracak dönüşümü gerçekleştirmekten tamamen kaçındığını göstermektedir. İstanbul Sözleşmesi uygulanmadığı için “her gün en az üç kadın öldürülüyor, bu bir cins kırım/kadın kırımdır” dediğimiz günlerde ve ortak kampanyalarla tüm sorumluları göreve çağırdığımız günlerde İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararı kadın mücadelesine açılmış bir savaştır. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasanın uygulaması için yıllardır mücadele eden kadın hareketi ve tüm kadınlar bugün çok büyük bir tehdit altındadır. Tam da çekilme kararının ardından Kürt kadın hareketi aktivistlerine yönelik yargı tacizi yeniden devreye sokulmuş ve kadınlara gözdağı verilmek istenmiştir.
Kürt kadın hareketi, on yıllardır, kadının toplumun kurucu öznesi olmaktan, korunmaya muhtaç, ikincil bir varlığa dönüşmesinin nedenlerini tartışmaktadır. Kurucu özne olan kadın, yaşamı üreten kadın günümüz modern hukuku tarafından da korunmaya muhtaç bir varlık olarak doğal özsavunma yeteneğinden uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır. Mücadelemizin hattı burada şekillenmekte ve adalet arayışımız aile hukukunu da, toplum hukukunu da devletlerin modern hukukunu da aşmaktadır. Böylelikle hem değiştirip dönüştüren hem de itiraz edip direnen bir çizgide yürüttüğümüz bu mücadele bizi devletin açık hedefi yapmaktadır. Kısacası kadınlar için adalet talep ettikçe adaletsizlikle cezalandırılmaya çalışan bir sistem ile mücadele ediyoruz. Bu oldukça kadim ve eski bir mücadele.
Antigone’den günümüze kadınlar adalet arayışlarını sürdürmekte ve adil olan ile yasal olan arasındaki farkı tartışmakta, makul kadın olma haline itirazını yükseltmektedir. Beşerin yani erkeğin yarattığı hukuku kadınlar lehine dönüştürüp değiştirme mücadelesini sürdürmektedir. Antigone tragedyasında, Antigone yasalara karşı adaleti savunurken yalnız kalır ve tek başına direnir. Tragedyanın aksine bugün, eril sisteme başkaldıran kadınlar, adalet arayışlarını yalnız değil kız kardeşleri İsmene ile birlikte sürdürmektedir.
Diğer yandan Kürt kadınları Sokrates gibi karşılaştıkları adaletsizlikle mücadele ederken de yasalardan kaçmak yerine adil yargılanma haklarını talep ederek, adalet arayışlarını sürdürmektedir. Ayşe Gökkan bunu “Kürdüm, kadınım, buradayım” diyerek ve yasaların uygulanmasını isteyerek uğradığı adaletsizliğe karşı haklı mücadelesini direngen bir tavırla sergilemiştir.
Bugün cezaevlerine atılan onlarca kadın yoldaşımızın adalet mücadelesi bizim mücadelemizdir. Kadına karşı şiddetle mücadele etmek suç değil, erkek ve devlet şiddeti suçtur. Erkek gücünü devletin kadın düşmanı söylemlerinden, uygulamalarından almakta, cezasızlıkla da ödüllendirilmektedir. Biz Türkiyeli ve Kürt kadınlar ise gücümüzü haklılığımızdan ve dayanışmamızdan alıyoruz. Birlikte ve dayanışma ile haklarımıza ve hayatlarımıza sahip çıkacak, kimliğimize, bedenimize, dilimize yönelen tüm saldırılara karşı örgütlenmeye ve direnmeye devam edeceğiz.
*Rosa Kadın Derneği Başkanı