Çocukları bir gösterinin geçit töreninin nesneleri haline getirmek yerine gerçekten çocukların sorunlarını gören ve bizatihi varlıklarını kabul eden bir siyasal ve toplumsal perspektife ihtiyacımız var
Geçmişten bu yana toplumun oldukça geniş bir kesimini oluşturan çocuklar, içinde yaşadığımız sistem açısından her zaman varlıkları ile insandan ayrı bir tür, “kullanışlı” ve “edilgen” araçlar olarak görülmüştür. Çocuklara ve çocukluğa ilişkin bu hâkim yaklaşımın siyasal ve iktisadi dönüşüme bağlı olarak açığa çıkarttığı toplumsal deneyimler, en genelde geleneksel ve modernist bir perspektif doğrultusunda yaşanmış ve yaşanmaya devam etmektedir. Bir başka ifadeyle; çocuklar, çocukluk deneyimlerini kendilerini ebeveyn ve/veya aileye bağımlı veya uzantısı gibi gören geleneksel yaklaşım ile üzerlerinden gelecek inşa edilebilen varlıklar olarak gören modernist yaklaşım arasında yaşamaktadırlar. Dolayısıyla her iki yaklaşımda da çocukların özne olmaktan çok üzerlerinde müdahalelerde bulunulması gereken nesneler olarak görüldüğünü söylemek yerinde olur.
Çocukluk alanı ve çocukluk deneyimleri tüm ezilenlerin deneyimlerine benzer şekilde politik, tarihsel ve toplumsaldır. Bugün, çocuğa yönelik müdahaleler, bir tür evcilleştirme ve terbiye etme sürecinin içerisinde yaşanırken çocuklar pek çok sorunla kuşatılmış durumdadır. Kapitalist sistem ve ulus devlet ideolojisi çocukları yoksullaştırarak, işçileştirerek, anadilleri ve kimliklerinden mahrum bırakarak, eşit ve parasız bir eğitim ve sağlık hizmetinin dışında tutarak, erken yaşlardan itibaren onları eşitsiz ve adil olmayan bir hayatla yüz yüze bırakmaktadır. İçinde yaşadığımız bu topraklarda devletin kuruluş ideolojisi, çocukları yurttaş yetiştirme projesinin nesneleri olarak görmüştür ve günümüzde çocuklar üzerindeki bu hegemonyasını hâlâ büyük oranda sürdürmeye devam etmektedir. Bu hâkim aklın içeriğini belirleyen sağlam bir referans çerçevesi vardır ki bu ideolojik çerçevenin ana unsurları şunlardan oluşmaktadır: Türklük, Sünnilik, erkeklik, uysal ve sadık işçilik ile “sağlam” beden.
Yaklaşık 80 yıl önce devletin asimilasyon ve Türkleştirme politikaları doğrultusunda Kız Enstitüleri’ne Elazığ, Dersim ve Bingöl gibi Kürt illerinden kız çocuklarını toplayan Sıdıka Avar’ın anılarında “geldiklerinde yabani bir hayvan gibiydiler, doğru düzgün Türkçe konuşamıyorlardı” cümleleriyle ifadesini bulan bu referans çerçevesi ile geçtiğimiz günlerde “ben tertemiz çocuklarla ders yapmak istiyorum. Doğu’da temizlik nedir bilmeyen çocuklar içerisinde hastalıklar içerisinde boğuşmak istemiyorum" diyen öğretmenin Kürt çocuklara yaklaşımı arasında bir devlet aklı sürekliliğinin olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca yıllardır Yatılı Bölge Okulları’nda (YİBO) anadilinin yasaklanması, şiddet, ırkçılık ve asimilasyon politikalarına maruz kalan çocukların yaşadıklarıyla zırhlı aracın çarpması sonucu hayatını kaybeden 5 yaşındaki Efe Tektekin ile geçtiğimiz günlerde yine bir Kürt köyünde atış talim alanına yakın bir yerde cansız bedeni bulunan 16 yaşındaki Muharrem Aksem’in hayatını kaybetmesi veyahut Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz gibi Kürt coğrafyasında birçok çocuğun hayatını kaybetmesi arasında doğrudan ve sürekli bir ilişkinin olduğunu da vurgulamak yerinde olur.
Devletin referans çerçevesinin kuşattığı çocuklar arasında, Müslüman olmayan çocuklar ile Alevi çocukları da sayabiliriz. Bu çocuklar kendi tercihleri olan ve inançları doğrultusunda sunulacak bir eğitim sürecinden mahrum bırakılırken, hâkim olan Sünnilik inancı, kurucu ve olmazsa olmaz inanç sistemi olarak dayatılmaktadır. Devletin ideal yurttaştan beklediği “sağlam beden” zorunluluğu nedeniyle pek çok engelli çocuğun şiddete, istismara uğraması; gerekli bakımı ve eğitimi alamaması, yaşamlarının her adımında zorluklarla karşılaşmaları ve görmezden gelinmeleri de yine bu çerçeve ile ilintilidir.
Çocukların kuşatma altında oldukları başka bir sorunu ise yoksullaştırılmaları ve işçileştirilmeleri olarak ifade edebiliriz. Kayıt dışı çalışma, mevsimlik tarım işçiliği, göçmen çocukların ucuz iş gücü olarak çalıştırılması, iş cinayetlerinde yaşamını yitiren çocuk sayısı ile eğitim istatistikleri göz önüne alındığında çalışan çocuk sayısının 2 milyonun üzerinde olduğu bilinmektedir. Kapitalizm açısından uysal, sadık ve ucuz işgücü olan pek çok çocuk giderek yoksullaştırılmakta ve temel besin maddelerine dahi ulaşamayacak şartlarda yaşamak/çalışmak zorunda kalmaktadırlar. Bedensel, zihinsel ve ruhsal düzeylerde yaşanan eşitsiz gelişim; yoksulluk ve işçileştirme gibi etkenler aracılığıyla çocukların yaşamında daha erken yaşlardan itibaren kendini göstermeye başlamaktadır. Çocuklar sınıfsal olarak her iki düzeyde de piyasaya tahvil edilebilen nesneler olarak görülmektedir: kapitalizm, yoksul çocukları işçileştirirken orta üst sınıf çocuklarının hayatlarını ise adeta bir proje gibi çizerek tüm eğitim, sağlık, oyun ve diğer süreçlerinin tümünü piyasaya bağlı olarak yapılandırmaktadır.
Hâkim kuşatmanın ve referans çerçevesinin kurucu unsurlarından bir diğeri de çocuklar alanında varlığını güçlü bir şekilde sürdüren patriyarkal ideolojidir. Bu ideoloji, çocukları doğrudan ve özellikle “anne”nin ve “babanın” bir uzantısı olarak görürken sürekli olarak annenin toplumsal rollerini yerine getirmesini ve “eksik” anne olmamasını talep ederek kendini dayatır. Babadan ise erkek olarak “sahip çıkma”, “koruma” rolü yerine getirilmesi beklenir. Dayatılan bu bağımlılık ilişkisi, özellikle kız çocukları üzerinden, kendini daha çok var eder. Bununla birlikte kız çocuklarının toplumsal yaşamın her alanında daha fazla eşitsizlik yaşadığını, bir bütün olarak yaşanan cinsel istismar, şiddet ve ihmal mağduru çok sayıda çocuk arasında kız çocuklarının daha fazla olduğunu da biliyoruz.
Cezaevinde kalan çocuklar, çocukların madde bağımlılığına zorlanması, medyada çocukluk temsili, devletin çocuklar alanındaki cezasızlık politikası, her türlü istismar ve şiddet; çocuklara ve çocukluğa ilişkin yaklaşımın ve hâkim ideolojik çerçevenin sonucu olarak yaşanan daha pek çok sorundan bazılarıdır. Çocukların zorla çalıştırılması, işkence, kötü muamele ve istismara maruz kalması, ayrımcılığa uğraması gibi çok yönlü şiddet mekanizmalarını engellemek; eğitim, sağlık, barınma gibi temel haklara erişimlerini sağlamak ve son kertede çocukların toplumsal yaşamın eşit ortakları olarak kamusal alana katılımlarını sağlamak bütünlüklü bir politikanın inşa edilmesi ile mümkündür.
Çocukların toplumsal yaşamda ve siyasette karar süreçlerine katılım haklarının olmamasına rağmen belirli günlerde yalnızca bir gösterinin/performansın aracı haline getirilmeleri de yine bildik bir yaklaşımın göstergesidir. Biliyoruz ki yaklaşan 23 Nisan, her yıl olduğu gibi bu yıl da siyasi partilerin gösteri geçitlerine dönüştürülecek. Çocukları bir gösterinin geçit töreninin nesneleri haline getirmek yerine gerçekten çocukların sorunlarını gören ve bizatihi varlıklarını kabul eden bir siyasal ve toplumsal perspektife ihtiyacımız var. Bu yaklaşımın kendisi hem çocukların temel ihtiyaçlarını gözeten, onların iradelerini esas alan, toplumsal barışı çocuklar için savunan ve savaş ve çatışma siyasetine itiraz eden hem de yoksul çocukları işçileştiren, orta üst sınıf ailelerinin çocuklarının varlığını ise piyasacı ilişkilerde anlamlı gören kapitalist sisteme karşı çıkan bir çocuk yaklaşımı olmak zorunda. Bununla birlikte çocukluk alanına daha bütünsel, ilişkisel ve kapsayıcı bir çocukluk yaklaşımı; erkek egemenliğine, tek mezhepçiliğe, engelliliğe karşı “sağlam beden”i savunan hâkim ideolojiye karşı duran bir bakışı ve siyaseti benimsemek zorunda. Böyle bir bakış için elbette Türk, Sünni, orta-üst sınıf, erkek olan devlet aklından bir beklentimizin olmadığını vurgulamak durumundayız. Eleştirel çocukluk alanını anlamaya ve çocuklarla ilgili konularda çocukların seslerinin duyurulmasına aracılık etmeye çalışan, çocukların sorunları için gerekli yasal ve toplumsal altyapının oluşturulması sürecinde çocuk odaklı çalışan kurumlarla da temas ederek bütünsel ve ilişkisel bir çocuk politikasını üretmek konusunda sorumlu ve zorunluyuz. Yine toplumsal mücadele ve dayanışma pratiklerinden büyütebileceğimiz bu istikamet üzerinden çocuklarla birlikte ve çocukların toplumsal özneler olarak özgürleşmesi için geleneksel ve modernist bir yaklaşım yerine çocuk alanında başka bir yaklaşımı sorgulayan “3. bir yol mümkün mü?” sorusunu sormamız ve çocukların barış ve eşitlik içinde yaşayabileceği bir coğrafyayı onlarla birlikte özgürleşerek inşa etmemiz gerekir.
Çocuklara dair hâkim paradigmanın ve tüm bu sorunların gölgesinde çocukların neden toplumsal özneler olarak görülmesi gerektiğini veciz bir şekilde ifade eden Yaşar Kemal’e bırakalım sözü: “İnanmadım hiçbir zaman çocukların, insanların çocuklara davrandığı gibi çocuk olduklarına. Basbayağı insandır onlar. Çok şeyler öğrenmemiştir daha, zenginliği azdır yaşlanmış insanlara karşılık, ama düpedüz insandır… Çocuk, dünyamızda rahatsız bir kişidir.” Ezcümle, onlar bize ait ya da biz yetişkinlerin uzantısı olan “çocuklarımız” olarak değil; bilakis kendi başlarına toplumsal özne olan “çocuklar” olarak bu hayatın bir parçasıdırlar.
*Bu yazı Kasım ayında kuruluşunu duyuran HDP Çocuk Komisyonu’nun uzun zamandır yürüttüğü tartışmaların, iç eğitimlerin ve faaliyetlerin ön açıcılığında kaleme alınmıştır.
*HDP Çocuk Komisyonu Eşsözcüsü