Geleneksel toplum yapısında, namus adı altında tahakküm altına alınan kadın bedeni; modern toplumda güzellik, estetik, makyaj, reklam vs. patriyarkal kapitalizm ekseninde tüketim kültürüne konu edilir. Wollstonecraft şöyle der: “Kadınların zihinlerini geliştirerek güçlendirirseniz, kör itaatin de sonu gelecektir; ama iktidar her zaman kör itaat aradığından, tiranlarla hazcılar kadınları karanlıkta bırakmaya çalışırken doğru şeyi yapmaktadırlar. Ne de olsa tiranlar köleler ister, hazcılarsa oyuncaklar.”
Tarih boyunca kadın bedenini işgal etmek, ataerkinin birincil hedefi olmuştur. Kadının ezilmesi ve sömürülmesi, bu işgal sonucunda ortaya çıkar. Bu sebeple ataerkil toplumlarla tecavüz kültürü doğrudan ilişkilidir. İşgalci ve sömürgeci zihniyet yalnızca dünya devletlerinin mantalitesini yansıtmıyor, bireysel kadın-erkek ilişkilerinde de bir erkeklik pratiği olarak ortaya çıkıyor. Bu anlamda belki de hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar var: Devlet erkektir ve her erkek biraz da devlettir.
Patriyarkal kapitalizm, kadın bedenini bir meta olarak dünyaya sunmaya; geleneksel aile yapısı, kadınları ‘‘namus’’ adı altında hapsetmeye/katletmeye devam ettikçe kadınlar bedenlerinden ve özlerinden nefret etmeye ve kendi doğasına yabancılaşmaya aynı oranda karşılık veriyor. Doğduğumuz andan itibaren bedenimize karşı bir önyargı, sinsi bir düşmanlıkla var olmaya çalışıyor; küçük bir kız çocuğundan yetişkin bir kadın olana dek bu kabullenişle büyüyoruz. Çaresiz bir içgörüyle bunu tüm yaşamımızda hissediyoruz. Bedenlerimizi taşıyoruz ama tam olarak sahibi biz değiliz, bunun da farkındayız. Ne yazık ki asırlar önce büyükannelerimizin kanun sayılmış bu ‘‘yazgı’’sı, modern toplumda da hayat bulmaya devam ediyor.
Annelerimizin ezildiği, babalarımıza kölelik ettiği, ‘‘kutsal’’ aileye hizmetçilik yaptığı evler; tecavüz tehdidi barındıran ve kadın bedenini aşağılayan cinsiyetçi küfürlerle edilen kavgalar; tecavüz ve tehlike dolu sokaklar; sürekli koruman gereken, dokundukça kirlenen bir beden… Kız çocuklarının dünyası bu olmamalıydı! Kendilik algımız daha anne rahminden çıktığımız anda yaralanıyor. Kendimize karşı utanç ve şüphe ile büyüyoruz. Mısırlı feminist Neval Es-Saadavi, Kahire Saçlarımı Geri Ver isimli kitabında şöyle diyor: ‘‘Utanç verici! Bende olan her şey utanç vericiydi ve ben henüz sadece dokuz yaşında bir çocuktum. Kendim için üzülür, odama kapanıp ağlardım. Hayatımda döktüğüm ilk gözyaşlarının nedeni, kesinlikle okulda derslerimin kötü olması ya da kıymetli bir şeyimi kaybetmem yüzünden değil, sadece bir kız çocuğu olduğum içindi. Daha neyin ne olduğunu bile bilmeden kendi kadınlığıma ağlamıştım. Dolayısıyla gözlerim hayata açıldığında, kendim ile kadın doğam arasında çoktan bir düşmanlık oluşmuştu.’’
Burada derin bir nefes alıyor ve bu satırları aynı hissiyatla okuyan tüm kadınlara olanca yoldaşlık duygusuyla sıkıca bir sarılıyorum.
Kadınlar bedenlerinden, cinselliğinden utandırılır; bedeni üstündeki söz hakkı tanınmaz, kendi varlığına yabancılaştırılır ve patriyarkanın erleri tüm motivasyonuyla kadının yaşamını bundan ibaret kılar. Kimi zaman bir devlet başkanı; kadınların doğurup doğurmayacağına, kaç çocuk yapacağına karışarak, kürtaj hakkına saldırarak, ‘‘kız mıdır, kadın mıdır bilmem’’ diyerek yapar bunu; kimi zaman da devletin toplumdaki en küçük tezahürü olan aile meclisinin yetkili erkeği şiddet eylemleriyle somutlaştırır. Ailedeki erkeklerin şerefi, ‘‘namus’’ adı altında ailedeki kadınların cinsel yaşamına bağlıdır. Bir kadın evlenmeden önce ‘‘baba evi’’nde korunmalı ve bedeni ‘‘kirlenmemeli’’dir. Babası olacak erkek tarafından evleneceği erkeğe ‘‘verileceği’’ zaman, beyaz gelinliğiyle ve belinde kırmızı kuşağıyla takdim edilmelidir. Tüm ataerkil toplumlarda, bu geleneksel uygulamaların olmadığı modern toplumlarda dahi, temeldeki zihniyet budur. Kadın cinselliği aşağılayıcı ve kadını eksilten bir şeydir; baba, koca ve genel anlamda devlet denetiminde olmalıdır.
Öte yandan geleneksel toplum yapısında, namus adı altında tahakküm altına alınan kadın bedeni; modern toplumda güzellik, estetik, makyaj, reklam vs. patriyarkal kapitalizm ekseninde tüketim kültürüne konu edilir. Wollstonecraft şöyle der: “Kadınların zihinlerini geliştirerek güçlendirirseniz, kör itaatin de sonu gelecektir; ama iktidar her zaman kör itaat aradığından, tiranlarla hazcılar kadınları karanlıkta bırakmaya çalışırken doğru şeyi yapmaktadırlar. Ne de olsa tiranlar köleler ister, hazcılarsa oyuncaklar.”
Bir yanda öldüren ‘‘namus belası’’, bir yanda haz veren salt cinsel bir oyuncak: Bu ikiliğin içine sıkıştırılmış kadın, kurtuluşu mücadelede bulacak!
Bir erkek, kişiliği, zekâsı, derinliği ile var olabilirken; biz kadınlar olarak bedenimizle, tenimizle, yalnızca dünyaya — daha açık bir ifadeyle erkeklere — sunduğumuz görüntü ile göze hitap ettiğimiz ölçüde varız. En azından erkekler gibi diğer alanlarda var olabilmek ve kabul görmek için öncelikle bu ‘‘estetik olma’’ aşamasını geçmeliyiz. Değerimizin, dış görünüşümüzle; sunduğumuz ‘‘güzel’’ görüntüyle belirlendiği bir düzendeyiz: Zayıfla, kıllarını al, makyaj yap, müthiş giyin, ‘‘ideal beden’’de ideal kadın ol. Şüphesiz ki; kurtuluş için, bizi et parçası olarak gören bu aşağılık zihniyeti ve ataerkinin dayattığının farkında olmayarak olağan ve normal sandığımız çoğu şeyi daha çok reddetmeli, dünyaya daha çok ‘‘hayır’’ demeliyiz.
Neydi? Bir kadının kendini sevmesi devrimdi; bu konuda anlaşmıştık. Öyleyse kısa kesiyor, yazıyı bitiriyorum: Ataerki kadın bedenini fethedilecek bir ülke olarak görmeye devam etsin; kadınların örgütlü, öz mücadelesi tüm dünyada büyüdükçe işgalcilerin ve sömürgecilerin sonu kaçınılmaz olacak, kendimizi müthiş seveceğiz ve devrime varacağız.