Bireyin kendi kültürüyle okulda var olabilmesi, eşitler arası ilişkilerin kurulabilmesi önemlidir. Anadilinde eğitim, kültürel farklılıklar arasındaki eşitsizliklerin giderilmesinde ve kolektif hakların düzenlenerek kültürel gelişmelerin önünün açılmasında temel bir politikadır. Nitekim, uluslararası birçok sözleşme anadili hakkını ve anadilinde eğitimi güvenceye almaktadır. Böylece okulda demokratik bir kültürün temelinin atılabilmesi daha mümkün görünmektedir
Modern toplumlar, farklı kültürler arasındaki çatışmaların ve ülkelerin kendi içlerindeki eşitsizliklerin getirdiği sorunlarla karşı karşıyalar. Yaşam biçimlerindeki çeşitliliğin, etnik toplulukların, mezheplerin ve dünya görüşlerinin temsil ve tanınma talepleri gittikçe yoğunlaşıyor. Ulus devlet inşa sürecinde egemenlik altına alınan, baskılanan dinsel, dilsel, etnik ve cinsel/cinsiyet kimlikleri ulusal ve küresel düzeylerde eşit yurttaşlık taleplerini ve bu konudaki mücadeleyi yükseltiyorlar. Ulus devlet inşa süreçleri aynı zamanda ulus inşa süreçleri olduğundan, bir yandan dil ulusun ortak, birleştirici bir unsuru olarak kurgulanmış ve zamanla egemen ulusun baskı aracına dönüşmüştür. Aynı zamanda ataerkiyi ulusal kimlikle biçimlendiren bu süreçte, kadınlara “ulusal roller” yüklemiş, onlar hem biyolojik hem de kültürel yeniden üretimin özneleri olarak tanımlanmışlardır. Kapitalistleşme bir yandan eşitsizlikleri artırırken öte yandan tektipleştirme sürecini dayatmıştır. Gerek kapitalist küreselleşmenin hız kazanmasının ekonomik, siyasal vb. sonuçları gerekse diğer siyasal-sosyal nedenler, gözlenen bu çatışmalar, başkaldırılar ve mücadeleler ile ilişkilendirilebilir.
Kapitalist toplumların önemli bir kısmında resmî dil dışındaki anadilleri bugün de toplumsal/politik bir sorun olarak görülebilmektedir. Devletler, ulusal birliğin sürdürülmesi ve devletin “bekası” için tek dilliliği korumayı savunurlar. Farklı dillerin, kültürlerin ülke sınırları içindeki varlığını inkâr eden, onları dışlayan “tek dil, tek millet” ideolojisi, ulus devletlerin bugün sürdürdükleri politikaların temelini oluşturur. Asimilasyoncu politikalar da “dil kırımına” giden yolu açar. Kapitalist toplumlar hiyerarşik toplumlardır ve asimilasyoncu politikaların uygulandığı bir toplumda egemen dil (resmî dil) dışındaki diller ve kültürler daha düşük statüde görülürler. Yani ülkede birden fazla anadili varken, sadece egemen (resmî) dil serbestçe dolaşır, kamusal alanda geçerli olan odur, tüm hizmetlerin sunumu ve talebinde, kültürel faaliyetlerde, devletle ilişkilerde (resmî işlemlerde) bu dil kullanılır. Resmî dil yaşamın bütününde ve herkesçe kullanılırken, toplumdaki diğer anadiller yalnızca evde (özel alanda) ve yakın sosyal çevreyle iletişimde kullanılır. Sonuç olarak, bir yandan egemen ulusun ve onun dilinin üstün görüldüğü bir kültür oluşurken, diğer yandan ona tanınan ayrıcalıkların normalleştirilmesi, baskının, yasakların ve engellerin devam etmesi kolaylaşır.
Söz konusu kültür dünyada hüküm süren kapitalist ataerki ile harmanlanmıştır. Kapitalist ataerki, güçlünün egemenliğini kutsayan, duygu karşısında aklı üstün gören, doğaya hükmetme isteği ve gücüne önem veren bir değerler sistemine dayanmakta ve toplumsal yaşam bu değerler etrafında biçimlenmektedir. Bugün olduğu gibi geçmişimiz de eril tahakkümce biçimlenmiş, bize, bu süreçte üretilen ve yeniden üretilen savaş kültürünü miras bırakmıştır. Bin yıllardır devam etmekte olan savaşlar, soykırımlar, katliamlar, çeşitli eril şiddet formları olarak, ataerkinin sürekliliğini sağlamaya devam etmektedir. Bu nedenle, ulus devletlerde resmî dil dışındaki anadillerine (ikincilleştirilen anadillere) yönelik baskılar ve yasaklar da toplumsal cinsiyet temelinde işleyen toplumsal güç ilişkilerince yönetilir.
Dolayısıyla, anadillerine yönelik yasaklar bir yandan o kültürden kadınların, hem toplumsal olanaklara (eğitim, sağlık, ulaşım, kültürel faaliyetler, vb.) erişimlerini önemli düzeyde sınırlar hem de bulundukları toplumsal alanlarda kendi dilleri ve kültürleriyle, yani kendileri olarak yer almalarını, kültür ve bilgi birikimlerini paylaşabilmeyi engeller. Toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, sınıfsal ve kültürel farklılıklardaki eşitsizliklerle birlikte devreye girdikleri için, ikincilleştirilen anadilleri üzerindeki baskı ve engellemeler katlanarak artan yoksulluk ve yoksunluklara yol açabilir.
Anadilinin Anlam ve Önemi
Anadili, bireyin ilk temas kurduğu en yakın sosyal çevreden, kültürel topluluktan edindiği dil olduğuna göre, kişinin içine doğup büyüdüğü kültürle oluşturduğu bağ anlamına geldiği için önemlidir. Çünkü hepimiz, kendimizi, içinde yaşadığımız toplumu, bu toplumla kurduğumuz ilişkileri, kültürel kimliğimizi anadilimiz aracılığıyla tanımlarız. Dil ile kültür arasındaki ilişki çift yönlüdür. Kültürün bir parçası olan anadili, o kültürde üretilen anlamların, duyguların, sanatın, felsefenin, vb.lerinin taşıyıcısıdır. Bu, anadilini edinememenin ve öğrenememenin, kültürünü de kaybetmek anlamına geleceğini gösterir.
Dünyada ulus devletlerin dil politikaları nedeniyle anadillerin ve kültürlerin yeryüzünden silinme süreci devam ediyor. 21 Şubat Dünya Anadil Günü’nün UNESCO (1999) tarafından ilân edilmiş olması da bu tehlikeye dikkat çekme ve önlem alma çağrısı yapma anlamına geliyor. Türkiye’de, UNESCO verilerine göre, 39 anadil var ve 18 anadil ve lehçe yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Dillerin, kültürlerin yok olması anlamların, tarihin, yerel bilginin, sanatın yok olması anlamına geliyor. Dolayısıyla, kayıp dünya halklarının kaybı, hepimizin kaybı oluyor.
Egemen kimlik dışındaki kolektif kimlikleri yok sayan veya bunların egemen kimliğe entegre edilmesine yönelik politikalar uygulayan ulus devletlere önerilen, resmî dil dışındaki dilleri ve kültürleri engelleyici, sınırlayıcı politikalardan vazgeçmeleridir. Anadilinin özgürce kullanılması talebi, kolektif bir hakkın talebidir. Bu talep, bir toplumda yaşayan tüm kültürler için karşılanmalıdır.
Eğitim sistemi, bu konuda önemli bir konumdadır. Eğitim sistemi, bir yandan kapitalizmin yarattığı ve/veya aralarındaki eşitsizlikleri derinleştirdiği farklılıkların (toplumsal sınıf, toplumsal cinsiyet, etnik ve inanç farklılıklarının) sürmesini, korunmasını kolaylaştıran bir işleyişe sahipken, diğer yandan da çatışma ve mücadeleler için alan oluşturur. Anadili resmî dilden farklı olduğu için öğretim dilini anlamama, eğitim maliyetini karşılayamama, cinsiyeti ve/veya cinsel yönelimi nedeniyle ciddî baskı altında olma gibi durumlar geçerliyken ilgili kesimlerin eğitime erişimi zordur. Ama aynı zamanda ötekileştirme süreci de eğitim sürecinde gerçekleşir, yani eğitime erişebilenler ötekileştirme sürecine maruz kalabilirler.
Tüm bunlar, eğitim sisteminin örgütlenişi, eğitimin içeriği ve okuldaki öznelerin aralarındaki ilişki ve ilişkilenme biçimlerinin nasıl kurgulandığı ile ilişkilidir. Bireyin kendi kültürüyle okulda var olabilmesi, eşitler arası ilişkilerin kurulabilmesi önemlidir. Anadilinde eğitim, kültürel farklılıklar arasındaki eşitsizliklerin giderilmesinde ve kolektif hakların düzenlenerek kültürel gelişmelerin önünün açılmasında temel bir politikadır. Nitekim, uluslararası birçok sözleşme anadili hakkını ve anadilinde eğitimi güvenceye almaktadır. Böylece okulda demokratik bir kültürün temelinin atılabilmesi daha mümkün görünmektedir.
Erkek Egemen Toplumda Anadili
Kapitalist ataerkil toplumlarda, kapitalizmin getirdiği ve giderek derinleşen eşitsizlikler, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleriyle birlikte ele alınmalı ve anlamlandırılmalıdır.
Anadilleri üzerindeki baskılar niçin en çok kadınların yaşamını olumsuz etkiliyor? Bunun nedeni ataerkil toplumlarda yaşıyor olmamız. Yani var olan toplumsal cinsiyet eşitsizliği. Eğitime erişimdeki eşitsizlik, iş yaşamına katılma konusundaki eşitsizlik, ev dışındaki toplumsal faaliyetlere katılma olanaklarındaki eşitsizlikler, kadının resmî dili yeterince öğrenememesini getirmektedir. Bu duruma kendi anadilinin kamusal alanda serbestçe kullanılmaması da eklenince, onun kendi başına doktora gidebilmesinin, karakola başvurabilmesinin (şiddet, ölüm tehdidi, vb. nedeniyle), önünde önemli bir dil engeli oluşmaktadır. Bu, çoğu kez resmî görevlilerle iletişim kurulamamasına neden olduğu için, kadınların hayatını kaybetmesine de yol açabilmektedir. Uluslararası sözleşmeler (örneğin İstanbul Sözleşmesi), devletle ilişkilerde (karakolda, mahkemede) devlete, anadili resmî dilden farklı olan kadınlar için tercüman hizmeti sağlama yükümlülüğü getirse de bu yükümlülük nadiren yerine getirilmektedir. Elbette esas olan, kadınlar üzerindeki yukarıda belirtilen ayrımcılıkların olmaması, bunların engellenmesidir.
Anadili üzerindeki baskılar ataerkil toplumda çeşitli sonuçlar doğuruyor: Kadın kendi kültürünü, kültürel tarihini taşıyan, yerel bilgiyi biriktiren bir konumda olabiliyor ve bu durum kültürün sözlü tarihi açısından bir avantaj oluşturuyor. Ama aynı zamanda anadilini yalnızca gündelik hayatta kullanabiliyor. Örneğin bilim, felsefe, vb. konuşabileceği dil yeterliğine sahip olamıyor. Çünkü hem kendi anadilinde yapılan toplumsal ve kültürel faaliyetler sınırlanmıştır hem de eğitimden yoksunluk nedeniyle kimi ihtiyaçlar sınırlı kalmış olabilir.
Türkiye’de eğitim hakkı kavramı, çok sınırlı bir anlam yüklenerek, örneğin “eğitime erişim hakkı” olarak kullanılmaktadır. Elbette bu konuda da yukarıda değinildiği gibi, toplumsal cinsiyet eşitsizliği kadınlar açısından (ve anadili resmî dilden farklı olanlar açısından) eğitime erişimin önünde ciddî bir engel oluşturur. Ama eğitim hakkını, eğitimin içeriğini de kapsayacak biçimde, yani eğitimi özneleşme, yetkinleşme süreci olarak ele alırsak, böyle bir eğitimin uygulanması talebi eğitim hakkı mücadelesini ifade eder. O zaman eğitim ortamının, okul ortamının sınıf, etnisite, dinî inanç/inançsızlık, cinsiyet ve cinsel yönelim açısından heterojen olduğunu kabul etmiş oluruz. Ulus-devletler, eğitim sürecini, mevcut egemen kültürün yeniden üretimi süreci olarak kurguladıkları için, eğer toplumda baskı altında tutulan, dışlanan kültürler ve anadiller varsa, onlar bu ortamda kendilerini rahatça ifade edemezler, kendilerini yetkinleştiremezler, yerel bilgilerini ve kültürlerini paylaşamazlar. İçsel deneyimleriyle uyuşmayan, önceden belirlenmiş bir kalıba uydurmaları için zorlar. Bireylerin kendilerini sistemce dayatılan düşünce, davranış, inanç kalıpları içine sokmaları beklenir. Bourdeu’nun “simgesel şiddet” olarak adlandırdığı bu durum, ancak toplumda eğitimin hak temelinde örgütlendiği, uygulandığı bir eğitim sistemiyle ortadan kalkar. Böyle bir eğitim sistemi, anadilinde eğitimi içermek zorundadır. Bu, aynı zamanda, evrensel bilgi ile yerel bilginin sentezinin oluşmasına olanak sağlayacağı için de çok değerlidir.
Çeşitli ülkelerde yapılan nicel araştırmalar, kız çocuklarının eğitime oğlan çocuklarına göre daha az devam edebildiklerini göstermektedir. Ş.Derince’nin UNESCO için hazırladığı Toplumsal Cinsiyet, Eğitim ve Anadili Raporunda (2012) belirttiğine göre, araştırmalarda, bunun nedeni olarak ailelerin tutumlarına, kültürel ve dinî yaklaşımlarına ve yoksulluk durumlarına bakıldığı ama anadili faktörüne ve bunun toplumsal cinsiyetle kesişimine çok az bakıldığı belirtilmektedir. Oysa bu kesişime bakıldığı durumlarda, kız çocuklarının maruz kaldığı eşitsizlik ve ayrımcılıkların daha derin olduğu görülmektedir. Yine Derince’nin aktardığına göre, Carol Benson’ın dünyada yapılan çeşitli araştırmaların sonuçlarıyla ilgili değerlendirmeleri bunu göstermektedir. Sonuçlar, kendi anadilleri dışında bir dilde eğitim verilen okullara gitmek zorunda olan çocuklar arasında, kız çocuklarının “okulda kullanılan dilde” bir dil yeterliliği geliştirmesinin çok daha güç olduğu yönündedir. Bu, kız çocuklarının ev içindeki geleneksel rollerinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca sınıf içi etkinliklerde kız çocuklarına pek fazla söz verilmediği de gözlemler arasındadır. Böylece, kızlar okul dilini, dersleri izleyebilecek kadar öğrenememektedirler.
Aslında kız çocuklarıyla ilgili yaşam koşulları, ülkelerin farklı kültürleri ve ülke içindeki alt kültürlere (coğrafî bölge, kent, kırsal) göre farklılaştığı gibi, ülkelerin uyguladığı sosyal politikalara göre de farklılaşır. Türkiye toplumu açısından, konuya ilişkin araştırma sayısının sınırlılığı dikkat çekicidir.
Sonuç Olarak
Kültürel farklılıkların eşitliğini esas alan bir toplumda, bütün kimliklerin kendilerini ifade etmeleri ve eşit olanaklardan yararlanmaları ile ilgili olarak her şeyden önce demokratik bir zihniyete ve anlayışa gereksinim vardır. Bunun yanında, demokratik bir zihniyetin yaratılmasında ve demokratik değerlerin inşasında, farklılıkları bir zenginlik olarak gören ve bu farklılıkların kendilerini koruma, yaşatma, geliştirme, kurumsallaştırma ve anayasal güvenceye alma hakları ile ilgili yeni düzenlemelere gereksinim vardır. Bu gereksinim söz konusu kültürel toplulukların, kimliklerin kendi tarihlerini öğrenme; kendi coğrafyalarını tanıma ve bilme, edebiyatlarını, müziklerini, dillerini öğrenme ve bunlarla eğitim yapma, yaşamın tüm alanlarında anadilleri ile iletişim kurmak için meşru bir zemin oluşturma, politik ve sosyal yaşamda kendi kimlikleri ile yer alma haklarının garantiye alınması ve bu konuda bir uzlaşmanın barışçıl zeminde sağlanması gerekir. Bu durum beraberinde, kültürel kimliklerin belirtilen gereksinimlerin karşılanması için, demokratik eğitim iklimini ve sistemini zorunlu kılmaktadır.
Bugün Türkiye, düşünsel ve pratik anlamda demokrasinin önündeki engelleri kaldıramamanın krizini yaşamaktadır. Demokrasi kavramı, kapitalist toplumun sömürü çarkını, toplumsal eşitsizlikleri, ötekileştirme mekanizmalarını gören bir kavrayışla sorunsallaştırılmalı ve tartışılmalıdır. “Öteki”nin toplumsal/politik taleplerini duymayan, onların politik mücadelesinin önünü kapatan bir toplumun demokratikleşme yoluna girebilmesi zordur.