Cennetten kovulmanın sebebi Havva değil aksine, ana-kadın toplumsallığına el koyan erkek ve onun geliştirdiği iktidarcı sistemidir
21. yüzyılda hala insanın ilk erdiği anlamların izini sürüyoruz. İnsan nasıl insan oldu? Toplumsallık nasıl gelişti? Ses söze ne nasıl dönüştü? İlk anlam-düşünce-inanç ne zaman ve kimler tarafından geliştirildi? Cevabını tamda bulduk dediğimiz her sorunun yanı başında yeni bir soru beliriyor. Her öğrendiğimiz şey ne kadar az şey bildiğimizi ortaya koyuyor. Gerçekten kimiz, nereden geldik, hangi süreçlerden geçtik? İnsanın cevabını bulmak için bir ömür adayası sorular, ardı ardına sıralanıyor.
Bilim çağı olarak tabir edilen günümüzde hala pek çok şeyi bilemezsek de toplumsallığın gelişmesinde kadının belirleyici role sahip olduğunu biliyoruz. Yaşamın gerçekleşmesi, devamı ve ilk toplumsal değerlerin oluşumu kadın etrafında gelişiyor. Bunu bilebilmek için büyük araştırmalara da gerek yok; kendi yaşamımıza dönüp bakmamız bile yeterli. İlk melodimizi annenin kalp ritminden duyduk, ilk sözleri, dokunuşları, toplumsal değerleri, anlamları ondan öğrendik. İlk gıdamızı, bilgimizi, sevme ve empati kurma gücümüzü anneden aldık. Bir anlamda kaynaktan nehre, nehirden denize akan su misali bireyden- toplumsallığa, toplumsallıktan doğaya uzanan yaşam ağları bu odak etrafında gelişti. Tarihsel süreç boyunca akışta farklılıklar yaşansa da nehrin oluşunda kaynak her zaman belirleyici konumunu korudu. Duyguların ilk dile gelişi, kendinden olanı paylaşma yüceliği, toplumsal değerlerin şekillenmesi, dayanışma, adalet, vicdan, ahlak bu eksende gelişti. Toplumsallık bu değerlerle anlamlaştı, şekillendi.
Yapılan tarihsel araştırmalardan da biliyoruz ki ilk toplumsallaşma modeli kadın etrafında gelişen demokratik- komünal toplum sistemidir. Bir anlamda günümüzde sosyalizm olarak tanımlanan demokratik- özgürlükçü sistemin ilk oluş hali-özü ana-kadın etrafında şekillenen bu sistemdir. Herkesin hakkının gözetildiği, emeğin yüce, yaşamın toplumsal değer ve manalarla düzenlendiği bu sistem sosyalist yaşamın ilk hali, özüdür.
Sömürünün doğuşu, başka bir ifade ile ataerkil sistemin gelişmesi ana-kadın sistemine ve değerlerine el konulmasıyla başlar. Ataerkil sistemin doğuşu ana-kadın kültüründen kopuşla birlikte insanın özgürlüğünü yitirmesine de yol açar. Bu nedenle olsa gerek ilk ataerkil-uygarlık sistemi olan Sümerlere gelinceye kadar dilde özgürlüğü tanımlayacak bir kelimeye rastlanmaz. Bu durum bazı araştırmacılar tarafından, “insanlar özgürlüğünü yitirdiğinde, onu tanımlama ihtiyacı duydu” şeklinde tarif edilir.
Sümerce, “özgürlük” anlamına gelen Amargi kelimesinin aynı zamanda anneye dönüş anlamına gelmesi ana-kadın etrafında gelişen toplumsallığın özgürlükle özdeşleşmesiyle ilgilidir. Ana-kadın sistemi özgürlüğün gerçekleştiği, yaşam bulduğu alandır. Bu nedenle özgürlük kelimesi aynı zamanda anaya dönüş, demokratik toplum değerlerine dönüşü ifade eden anlamlar içerir. Cennet ütopyasının da ana-kadın toplumsallığından gelme ihtimali oldukça yüksek. Cennet, insanların tekrar dönmek istediği, bereketli, huzurlu bir yaşamın tasviridir.
Peki, cennet olan yaşamda ne oldu ki yaşam cehenneme döndü. Neydi insanların cennetten kovulmasına yol açan? Nerede hata yapıldı, nasıl kaybedilmeye başlandı? Bu soruların cevabını bazen mitolojik öykülerin, satır aralarına sıkıştırılan mesajlarda okuyoruz. Önce Tevrat’ta daha sonra diğer dinler tarafından da tanrı kelam olarak anlatılan bir mitolojik öykü, salt bir öykü olmayıp, hala günümüzde toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinden, hakların tanınıp-tanınmamasına kadar yaşamın her alanında oldukça belirleyici bir yer ediniyor. “Günahkâr Havva”nın günahının kefareti hala tüm kadınlara ödetiliyor. Buna göre asıl Adem-adamdır, kadın ondan yaratılan ve ondan sonra gelendir. Bu nedenle şairin deyimiyle “soframızda yeri öküzden sonra gelir”. Yani mitolojik öykü sadece çocuklara anlatılan bir öykü değildir; günümüzde bile yaşamımızı düzenleyen ve sınırlarımızın nerede başlayıp, nerede bitiğini söyleyen, kimin özne, kimin nesne olduğunu hala belirleyen bir güce sahip.
Cennetten kovulmanın sebebi Havva değil aksine, ana-kadın toplumsallığına el koyan erkek ve onun geliştirdiği iktidarcı sistemidir. Ataerkil sistem komünal olanı mülkleştirip, kadını köleleştirdikçe; kutsal olan metalaşır ve değersizleşir. Bunun sonucunda yaşam giderek cehenneme dönüşürken, terk edilen komünal sistem cennet ütopyası haline gelir. Yani cennetten kovulmak özünde ana-kadın toplumsallığından kopmakla ve kadın-erkek ilişkilerinin bozulmasıyla başlar.
Günümüzde yaşanan tüm kötülüklerin kaynağında da kadın-erkek arasında bozulan bu ilişkiler yatar. Kadın bedeni ve emeği üzerinde geliştirilen sömürgecilik, iktidar ve hiyerarşi toplumun diğer tüm kesimlerine uygulanır. Sömürü sisteminin en alt katmanına yerleştirilen kadınlar olurken; erkek hakim, kadın mahkum statüsüne sabitlenir. Bu ilişkiden açığa çıkan iktidar ve sömürü deneyimi halklara, sınıflara, farklı yaşam arayışında olanlara uyarlanır. Egemen uluslar ‘erkekleşirken’, ezilen uluslar ‘kadın’ konumuna düşürülür. Erkeğin kadına uyguladığı tüm iktidar ve şiddet yöntemleri halklar- ezilen sınıflar üzerinde denenir. İç içe geçen, toplumun tümüne yayılan bu sömürgeci ilişkilenme biçimi nerede başlayıp, nerede bittiği belli olmayan komplike bir ilişki sistemi açığa çıkarır. Ancak özünde ana hatlarıyla ifade edecek olursak iki farklı kültür, değerler sistemi ve politik hat ortaya çıkar. Bunlar bazen ayrışsa da bazen komplike bir özellik gösterir. Bu nedenle iktidar ve sömürü analizini tüm toplumsal alanları kapsayacak şekilde yapmak durumundayız.
Bu bağlamda ilk sömürge ilişkisine odaklanan bir politik arayış sorunun köklü çözümüne katkı sunabildiği gibi özgür bir topluma ulaşmanın da temel şartlarından birini oluşturur. Yani sömürü ve iktidar ilişkisini kapsamlı ele alacak bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Reel sosyalizm deneyimi bu anlamda oldukça öğretici derslerle dolu. Cins çelişkisini görmezden gelen, erteleyen yaklaşım sömürü canavarının farklı kılıflara bürünerek büyümesine ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına yol açmıştır. Bu deneyimden temel çelişkiye odaklanmadıkça özgür yaşamı geliştirme şansının olmadığını çok iyi biliyoruz. Bu sebeple Abdullah Öcalan, “sosyalizme kadın özgürlüğünden gidilir. Kadın özgürlüğü olmadan sosyalist olunmaz. Sosyalizm olmaz,” diyor. Temel çelişkinin bozulan kadın-erkek arasında olduğuna işaret ediyor ve bu ilişkilerin özgürlük temelinde yeniden düzenlenmesiyle yaşanan sorunların aşılabileceğini, demokratik bir toplumun mümkün olabileceğini ifade ediyor. Kadın- erkek arasında bozulan ilişkiler düzeltilmeden sömürü sistemini durdurmak, dolayısıyla sosyalizmin gelişme şansı olmaz. Bu belirlemeyle kadın üzerindeki sömürü aşılmadan, ilişkiler özgürleşmeden toplumsal özgürlük ve sosyalizm mümkün olmaz diyor. Sosyalist olmanın ölçüsünü belirleyenin kadın özgürlük çizgisi karşısındaki tutum olduğunu ifade ediyor.
Burada şu konuyu da belirtmeden geçmek istemiyorum. Kadın sadece biyolojik olarak ifade edilmez; toplumsal, kültürel, tarihsel boyutlarıyla kadın bir bütünü ifade eder. Özellikle son yıllarda kadın kimliğine ilişkin tanımlamalar; tarihsel, toplumsal bağlamından kopararak kadını sadece biyolojik ve içinde bulunan an’la sınırlandırma çabasındadırlar. Bu yaklaşım kadını tanımsılaştırmaktan öteye gitmiyor. Özgürleşme çabasında hem kadın hem erkeğin sorumlulukları var. Sömürgecilik sorunu, düşünce tarzı sadece kadınların, halkların, sınıfların sorunu olmadığı gibi bu ezilen kadınların da sorunu değildir. Aynı zamanda ezen ulus-halk- sınıftan kadınlarında egemenlikçi yanlarıyla yüzleşme ve aşma sorumluluğu vardır. Durumundan hoşnut kadınlar için belki değil ama özgürlük arayışında olan, devrimci, demokrat kadınların bu yüzleşmeyi yaşamadan özgürleşme şansı yoktur. Sömürgecilik sadece kadınla erkek arasında değil aynı zamanda kadınların arasına da “karaçalılar” ekti. Bu kara çalıları temizlemek sömürgecilikle yüzleşmek ve ezilenden öğrenme yüceliğini göstermekle mümkün olabilir. Çünkü ataerkil sistem sadece erkeği iktidar yapmadı; kadını da bu sistemle uyumlu hale getirecek politikalar uyguladı, kadınları kategorize etti.
Feminist mücadele içinde kadınların bu farklılığına ilişkin itirazlar geliştirildi. Özellikle siyah feminizmin, ikinci dalga feminizme güçlü eleştirileri oldu. Kısaca ifade edilecek olursa kadınlar da kendi aralarında bozulan bu ilişkileri özgürlük temelinde yeniden kurmadan özgür bir toplum olmaz. Sosyalist hiç olunmaz. Ezen ulustan olmanın kibri bir yana bırakılmadan, ezilenin mücadelesinden öğrenme mütevaziliği gösterilmeden ne özgürlük mümkün ne de demokratik- toplumsal bir sistem geliştirmek mümkün. Bununla yüzleşmek öncellikle zihniyeti değiştirmeyi, zihniyette devrim yapmayı gerektirir.
Çünkü sömürgecilik toprağımızı sömürgeleştirmekten daha fazla bilgimize el koymaya, onu farklılaştırıp, itibarsızlaştırmaya çalıştı. Dostluk yerine düşmanlık tohumlarını ekti. Sadece erkekle kadın arasındaki ilişkiyi bozmadı, kadını da kısmen bu çarkın içine aldı. Feminizmin geliştirdiği, “kız kardeşlik” söylemi bozulan bu dostluğunu yeniden kurma çabasıydı. Ancak bu yinede tüm kadınları kapsamına alacak, tüm sömürge ilişkilerine karşı duracak bir kapsamda olamadığı için siyah feminist hareketin eleştirilerine hedef oldu.
Bu anlamda Abdullah Öcalan’ın ifade ettiği gibi “yeniden doğuş önemlidir”. Yeniden doğuş; öncelikle zihniyet yapısının değişmesi, cinsiyetçi, iktidarcı, milliyetçi düşüncelerin aşılmasını gerektirir. Bunun için kendi bilgimizi açığa çıkarmamız, varlığımıza dair kendi tanımlamalarımızı oluşturmamız son derece önemlidir. Egemenin bilgisi ve bize kazandırdığı düşünce tarzıyla varacağımız yer sistemin bize öngördüğü yerdir. En iyi haliyle bile bunun ötesine geçemeyiz. Bu anlamda kim olduğumuz, nereden geldiğimiz bilgisi kadar, nereye ulaşmak, nasıl yaşamak istediğimiz bilgisi de önemlidir.
Kendi bilgisine ulaşma arayışı aynı zamanda devrimci bir çabadır. Zihniyette yeniden doğuş sağlanabildiği oranda kendini, erkeği ve toplumu değiştirebilmek, özgür bir toplum yaratmak mümkün olabilir.