“Helallik” de tek taraflı bir talep değildir; çocuk da tek bir topluluğun çocuğu değildir.
Eğer bir toplumda bir annenin karnındaki bebeği, kimliği yüzünden ölüm riskiyle tanışıyorsa; barışın da helalliğin de dili eksiktir.
Kadının, annenin toplumsal hafızada ve tarihte üstlendiği rol; yalnızca doğurmak, büyütmek değil, bir dili, bir yaşamı, bir barışı kurmaktır.
Kadın, var olduğu günden bu yana yalnızca çocuk yetiştirmedi; toplulukların vicdanını, barışını, ahlakını ve hafızasını taşıdı.
Toprak gibi… Hem yaşamı saklayan hem acıyı gömen hem de yeniden filizlendiren bir kök gibi.
Tarih boyunca savaşları, yıkımları durdurmak için ortaya çıkan ilk ses, çoğu zaman bir kadının sesi oldu.
Kimi zaman bir annenin ağıtı, kimi zaman bir kadının dua eden elleri, kimi zaman bir kız çocuğunun “yeter” diyen bakışı…
Kimi zaman da barış için meydanlarda yürüyen, kayıplarını arayan, adalet isteyen, direnen kadınlar…
Barış, tarih boyunca hep kadın diliyle, kadın yüreğiyle örüldü.
Çünkü kadın, yaşamdan yanadır.
Doğurmak, büyütmek, beslemek, onarmak…
Kadın bu yüzden acının devamını değil, barışın inşasını ister.
Bugün de öyle olmak zorunda.
Kadınlar ve anneler olarak, acının diliyle değil; yaşamın diliyle konuşmak zorundayız.
Çünkü kadın barış inşa eder; barış da kadın diliyle kurulabilir.
Acının Çokluğu, Vicdanın Dili
Son günlerde çocukların fotoğrafları paylaşılıyor; babalarının tabutları başında çekilmiş kareler, altına yazılan “Bu çocuklara nasıl anlatacaksınız? Kimden helallik alacaksınız?” gibi sözler…
Kadınların, annelerin bu dili sahiplenmesi… Açıkçası dikkatimi çekiyor.
Kadın, vicdanın ve yaşamın taşıyıcısıyken; öfkenin ve tek taraflı bir hafızanın taşıyıcısı hâline geliyor.
Çocukların fotoğraflarını paylaşmak, belki de onların büyüdüklerinde kendi kararlarını verme hakkını ellerinden almak demektir.
Belki barış daha önce gelseydi, o çocuklar babalarını kaybetmeyeceklerdi.
Ve bu ülkede hâlâ bir kemik parçasına, bir mezara bile ulaşamamış binlerce kayıp varken; acıyı tek bir anlatıya indirgemek barışa hizmet etmez.
Çünkü barış, sadece bir topluluğun kaybına değil; bütün toplulukların, bütün annelerin kaybına dokunabildiği ölçüde hakikidir.
Ama bir de öteki yüz var:
Kürtçe müzik dinledi diye kolluk kuvvetleri tarafından şiddete uğrayan bir ailenin bebeği…
Hamileyken tekmelenen bir Kürt kadının bebeği, hayata tutunmaya çalışıyor.
O zaman şu sorulmaz mı? O bebeğin helalliğini kimden, nasıl alacağız?
O anne karnındaki bebeğin aldığı tekmenin hesabını kim verecek?
Acı tek taraflı değil; kayıp da öyle…
Barış da tek taraflı kurulmaz.
Barış; hakikati görerek, her acıyı duyarak, vicdanla inşa edilir.
Bu yüzden “helallik” de tek taraflı bir talep değildir; çocuk da tek bir topluluğun çocuğu değildir.
Eğer bir toplumda bir annenin karnındaki bebeği, kimliği yüzünden ölüm riskiyle tanışıyorsa; barışın da helalliğin de dili eksiktir.
Kadının Misyonu: Barışı İnşa Etmek
Jineolojî, barışı kadın diliyle kurmayı; anneliği sadece doğurmaktan ibaret değil, toplumu büyüten, onaran bir rol olarak görür.
Kadın; bir topluluğun hem hatırasını hem de umudunu taşır.
Acının çoğaltıcısı değil, dönüştürücüsüdür.
Bunun için de öfkenin değil; hakikatin ve vicdanın dilini kurmak zorundayız.
Belki de en sahici barış; vicdanla ve hakikatle yüzleşmekten, her kaybın yasını eşit tutmaktan, hiçbir acıyı görmezden gelmemekten geçer.
Kadınlar ve anneler olarak; barışın dilini kuracak olan da biziz.
Acıyı tek bir anlatıya indirgemeden, hakikatin tamamına sahip çıkarak, barışı tek taraflı değil; toplumsal bir hakikat olarak savunarak…
Çünkü barış, en çok da bizim elimizdedir.
Ve barış, sadece bir kelime değil; bir dil, bir vicdan ve bir yaşam biçimidir.