8 Mart denince kadın işçileri düşünürüm daha çok. Eşitsizliği sürekli derinleştiren devlet şiddeti ve uygulamalar işyerinde de bırakmaz peşini işçi kadınların. Patron da devlet de, evde de işte de… hayatın bütününü kaplayan kapitalizmin özel mülkiyet dünyasının bütün baskı ve sömürü çarkları bu eşitsizliği üretir ve sağlamlaştırır
167 yılda nice uçurumları aştılar, nice yol yürüyüp akabelerden geçtiler. Tükendiklerini düşündükleri, mecalsizleştikleri her sefer bir çıkış bulmanın sevincini düşlediler.
8 Mart deyince akıllara kadınlar gelir, benim aklıma da bütün kadınlar ama özellikle işçi kadınlar gelir.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nün tarihi herhalde herkes tarafından bilinir. 8 Mart, 1857’de New York'ta kötü çalışma koşullarını, 10 saatlik işgününü protesto eden tekstil işçisi kadınlar grevdeyken patronun kapıları grevci kadın üzerine kilitlemesi nedeniyle yanarak hayatını kaybeden 129 kadın işçiye adanmıştır. 1910'lardan bu yana da her 8 Mart dünya üzerindeki tüm kadınlara kadın olduklarını bir kez daha hatırlatır.
Üzerlerine kilitlenen kapıların ardında yanarak can veren kadınların çığlığını duyarız, çünkü çok öncelerden başlayan o çığlık 150 yılı aşkındır hiç susmadı… Görünen o ki, emeğin ve kardeşliğin dünyası kurulana kadar da susmayacak!
Yüzlerce yıl sonra, dünyanın başka bir köşesinde, güvencesiz ve sağlıksız koşullarda çalıştırılan 2 milyon tekstil işçisinin bulunduğu Bangladeş’te Ashulye bölgesinde bulunan WAL-MART'ta kölece koşullarda ucuza çalıştırılan çoğu kadın 137 işçi yanarak ölmüştü. Yine yangın çıkmıştı ve kapılar yine kilitliydi…
Kadın olduklarını hatırlamak için 8 Mart'a ihtiyaçları yok aslında. Onlar kadın olduklarını tek bir gün bile unutmazlar/unutamazlar. Özgürlüklerini kısıtlayarak, eşitlik düşlerini karartarak, bedenlerini ve emeklerini alabildiğine sömürüp ruhlarını iğdiş ederek onları çağlar boyu aynı tüketici cenderede tutmaya çalışan burjuvaziye ve erkek egemen sisteme karşı sözlerini söylerler her 8 Mart'ta.
Kadın kardeşlerinden onlara kalanlar da içinde olmak üzere biriktirdikleri ne varsa haykırırlar. Dünyanın her yanına yayılmış muazzam bir koronun sesidir duyulan ve bu ses kadınları özgürlükleri için örgütlü mücadeleye, ezilen ve sömürülen kardeşleriyle daha sıkı bağlar kurmaya çağırır.
Sadece bedenleri sömürülmez kadınların, ruhları da talan edilir. “Görünmez emekleriyle” (ev halkının beslenmesi, bakımı, çocuklara ve yaşlılara özel bir ihtimam gösterilmesi, evin çekip çevrilmesi, aile fertlerinin ertesi günkü işgücünün yeniden üretiminde oynadığı tayin edici rol) ortaya çıkardıkları enerjinin hızla emilmesi tarih kadar eskidir. Biteviye tekrarlanan tüketici ve hiçbir getirisi olmayan gündelik rutindeki işleri kotarırken eksilmeyen bir anlayış, şefkat ve hoşgörü beklenir onlardan…
8 Mart denince kadın işçileri düşünürüm daha çok. Eşitsizliği sürekli derinleştiren devlet şiddeti ve uygulamalar işyerinde de bırakmaz peşini işçi kadınların. Patron da devlet de, evde de işte de… hayatın bütününü kaplayan kapitalizmin özel mülkiyet dünyasının bütün baskı ve sömürü çarkları bu eşitsizliği üretir ve sağlamlaştırır. Bu yüzden eşitsizliğin ortadan kaldırılması talebi kadınların eşitlik mücadelesinin köşe taşlarından biridir.
Sadece emekleri sömürülmez, yarına dair bütün korkuları da diri tutulur. Aynı işi yaptıkları halde eşit ücret alamazlar, insan yerine konulmazlar, neredeyse bütün angarya işler sırtlarına yıkılır. “Yarınımı göremiyorum” diye isyan edip örgütlü mücadelenin bayrağı altında toplananların direnişinden ilham alırlar. Sözgelimi Flormar'da, Agrobay'da, Özak Tekstil'de, doğa talanına karşı çıkan kadın mücadelesinde sözünü söyleyenler hepimiz adına konuşup herkese söz kurma cesareti veriyor.
Bu, kadınların dahil oldukları her direnişte, grevde böyleydi. Şimdilerde daha fazla böyle. Yaptıkları her işi ciddiye alan, üzerlerindeki sorumluluğu titizlikle yerine getiren, girdikleri ortama dinamizm getirenlerdir onlar. Bakmayın başlarda tutuk ve yer yer ikircikli olmalarına -bilmedikleri bir suya girerken temkinlidir kadınlar. İşçi sınıfının sendikal ve siyasal mücadelesi de grev savaşımları da onların dünyasında farklı bir anlam kazanır. Herkes çekidüzen verir kendine, daha ince eler sık dokur…
Kadın işçilerin grev ve direnişteki kararlı tutumunun da altı çizilmelidir. Bugün değil yıllar önce grev okulundan geçen grevci kadınlar kolektif hafızamıza yerleşir. 1972'deki Pastör Kimya greviyle ilgili bir haberde yer alan "Gözcü hanım üyelerimiz kuş uçurtmuyor" ifadesi, kadın işçilerin grevdeki kararlı tutumunun ve taşıdıkları sorumluluğun bilincinde oluşlarının örneğidir. Cümledeki “hanım” tanımı ise günümüzde daha belirgin ve koyu İslamcı bir karakter kazanmış olan eril dilin tarihsel köklerini hatırlatır bize.
1973'teki Pilma Tudor grevine ait bir başka fotoğrafa bakarken de duyarsınız bu coşkuyu: "Yaşlı kadın üyemiz 'grev gözcüsü' gömleğini giymiş, yaşlılığın getirdiği bükük belini dimdik tutarak fabrikanın kapısında görev başında bayram yapıyor” diye yazar resim altında. Erkekler gibi, genç yaşlı demeden kadınlar da yerini alır bu sınıf kavgalarında…
Üretimin dünya çapında toplumsallaşma düzeyi kadının üretime çok daha kitlesel ölçeklerde katılmasını zorunlu hale getiriyor. Bugün '70'li yıllarla kıyaslanmayacak ölçüde kadın toplumsal üretime çekilmiş durumda; işçi-emekçi kadınlar daha geniş bölükler halinde fabrikaların kapılarını zorluyor.
Evin maddi manevi yükü omuzlarına bindirilmiş çoğu kadının geçindirmek zorunda oldukları bir “evleri” var; fabrikada çalışıyor dahi olsalar bu kadınların bir bölümü ya ek iş yapıyor ya da hafta sonlarında yevmiyeye gidiyor. Adeta boğaz tokluğuna çalıştırılan kadın işçilerin başta gelen talebi ücretlerin artırılması. Eşdeğer işe eşit ücret almıyorlar ve hayatın her alanında olduğu gibi işyerinde de kadına yönelik, aşağılama, taciz ve şiddet hükmünü yürütüyor.
İşçi kadınların Novamed ve Flormar grevleri, Greif ve Farglas fabrika işgalleri birçoğumuzun zihninde çok taze. Son aylarda Özak Tekstil'de aile ve geleneklerin basıncına, patronun ve işbirlikçi sendikanın zorbalığına, devlet zoruna karşı direnen, bulundukları yerde kalmayarak direnişi Urfa'ya ve İstanbul'a yayan kadın işçilerin bir örnek ve esin yarattıklarının bilincinde oldukları mikrofonlara söylediklerinde yatıyor: “Ağlaya ağlaya çalıştım, ağlaya ağlaya direndim…”
Emek rejiminin vahşileşmesi, genel olarak emeğe özelde de korunmasız/güvencesiz göçmen işçi emeğine ‘fırsat bu fırsat’ diyerek abanılması, tekel kârları uğruna uçsuz bucaksız doğa talanı, tırmanan kadın düşmanlığı uygun adım ilerleyerek neredeyse bütün ülkeleri kuşatıyor.
Kadınların kapitalist üretim içindeki eşitsiz konumlarına, özgürlük yoksunluğuna, hayatlarını ellerinden alan taciz, tecavüz ve cinayetlere karşı isyan eylemleri de dünya çapında büyüyüp yaygınlaşıyor. Bu eylemler kadınların sadece cins olarak yaşamakta oldukları sorunları hedef almıyor. Kadınlar toplumsal cinsiyet kimliklerinin cenderesini parçalarken, sınıfsal kimliklerini de kaçınılmaz biçimde kuşanıyorlar.
Kadınlar insanlığın bütün sorunlarına sahip çıkan bir güç olarak savaşıyor. Bu eylemler, burjuvazinin de onun siyasi temsilcilerinin de kabusudur. Çünkü kitleselleşen ve artık kabına sığmayan bu kitleselleşmiş öfkenin kolay kolay yatışmayacağı da biliniyor.
Evrenselleşmiş erkek devlet şiddetinin bu saldırganlığı ve tahammülsüzlüğü boşuna değil. Çünkü onlar da biliyorlar ki, hiçbir şeye benzemez kadınların gücü, hiçbir şeyle ölçülmez kadınların inadı, hele ki hiçbir barikatın zapt edemeyeceği öfkeleri…
Kadın mücadelesi, tarihin bunca kadim zamanlarından gelip tarihi ileriye taşıyor.