ILO190 imzalanmıyor, kayyumlara ve Kürt kadınların kazanımlarının gasp edilmesine sistematik olarak devam edilirken, eski kocası tarafından öldürülen kadınlar için İçişleri Bakanı “kapıyı açmasalardı” diyebiliyor
Türkiye’de 25 Kasım eylemlilikleri esas olarak 25 Kasım’ın 1993’te BM tarafından “Uluslararası Kadına Yönelik Şiddet ile Mücadele Günü” olarak belirlenmesinin ardından Mor Çatı’nın güne ilişkin etkinlik-eylem düzenleme kararıyla, adım adım toplumsal muhalefetin gündemine girdi. Sosyalist hareket ile feminist hareket arasındaki tartışma da ilerleyen yıllarda başladı. Uzun yıllar feminist hareket olarak “kadına yönelik şiddet” kavramını kullanıyorduk. 25 Kasımlarda Mirabel kardeşlerin maruz kaldığı şiddetin devletin paramiliter güçlerince uygulanmasının ötesinde, yaşadığımız topraklarda devletin kolluğunun ve paramiliter güçlerinin tarihsel olarak yaygın cinsel şiddeti nedeniyle “Erkek devlet şiddetine hayır” sloganı dövizlerde ve pankartlarda da hep yer alıyordu. İstanbul’da feminist hareketin 2007’de dayağa karşı yürüyüşün 20. yıl etkinliklerinde “kadına yönelik şiddet” yerine “erkek şiddeti” kavramını kullanmasının ardından 2007’den itibaren 25 Kasımlardaki ortak platformlarda da (tartışmalı toplantılar sonucu da olsa) erkek şiddeti kavramı kullanılmaya başlandı. O zamanki gerekçe [hatırladığım kadarıyla] somut olarak şiddetin failinin belirlenmesi, bizzat ailemizdeki erkekler olduğunun anlaşılması içindi. Bugün hiç kuşku yok ki hetero-patriayrakanın kendini yeniden üretmesinde erkek şiddetinin LGBTİ+’lara uygulanması da kavramın kapsamında sıklıkla vurgulanıyor.
Neden erkek şiddeti
Genel olarak tartışmalarda “erkek devlet” şiddetinin kabul görmesine rağmen bugün mücadelenin hedefine hiç kuşkusuz erkek devlet şiddeti koyarken erkek şiddeti kavramını ayrı bir başlık olarak altını çizerek belirtme ihtiyacı ortada. Çok derin analizler yapmadan anlatmaya çalışırsak erkek şiddeti kavramsallaştırması patriyarkanın/erkek egemen sitemin kapitalizmden ayrı iç dinamikleri olan bir sistem olduğu ve kendini yeniden üretmek için rızanın dışında şiddete de kurumsal olarak ihtiyaç duyduğu analizine dayanıyor. En bildik tezlerle söylersek evdeki işçi erkeğin evdeki işçi kadını dövmesinden sermayenin somut bir çıkarı yok. Evdeki erkeğin, kadını yaptığı yemeği beğenmediği için dövmesinde hiç kuşku yok ki kadının asli görevinin ev işleri olması ve aile denen kurumun yazılı hukukta yer almasa bile erkeğe yemeği beğenmediğinde kadına vurma hakkını tanıması belirleyici. Cinsel taciz faillerinin sadece işyerindeki patron ya da patron temsilcisi ustabaşılar değil bizzat beraber sınıf mücadelesinin parçası olduğumuz işçi erkekler, sokaktaki tanımadığımız adamlar ve hatta evdeki ailedeki babalar, abiler vd. olması gibi. Feminist mücadelenin yükselişi ve kadınların yaşadıkları şiddeti ve şiddet türlerini bilince çıkarmalarıyla 30-35 yıl öncesinden farklı şiddet türlerine karşı da mücadele ve bilinç yükseldi. Evet partner şiddeti 2. Dalga Feminist Hareket ile ilk sorgulanan şiddetti, ama son 15-20 yıldır özellikle flört şiddeti, hayır hayır demektir diye yükselttiğimiz sözümüzü artık “evet demediysem hayırdır” diye tamamlıyoruz.
Devletin kadın merkezlerini kapatan kayyumuyla, gözaltısındaki cinsel şiddetiyle, hapishanelerdeki saldırıları ile fiilen uygulayıcısı olduğu erkek şiddetine, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış ve LGBTİ+ harekete yönelik yasaklarla, erkeklerin kadınları kamusal alanda ve özel alanda sindirmek için uyguladıkları şiddetin önünü açması eklendi. Göçmen kadınlar için herhangi bir vatandaşlık hakkı zaten söz konusu değilken geri gönderilme riski özellikle kamu kurumlarındaki erkek şiddetini pervasızlaştırıyor. Kadın cinayetleri de trans cinayetleri de vahşileşerek artarken LGBTİ+ hareket yer altına inmeye zorlanıyor. Sonuçta patriyarka sistem olarak tüm toplumsal ilişkilere ve kurumlara eklemlenirken, bu bize ev içindeki erkek şiddetinin ötesinde devletin erkek şiddeti ya da sermayenin kadın işçileri baskı altına alırken ‘ahlaksızlık’ suçlamasıyla işten çıkarma tehdidiyle kendini gösteriyor. Uzaklaştırma kararları uygulanmıyor tacizci polis şefleri terfi ettiriliyor, çıplak arama rutinleştiriliyor, ILO190 imzalanmıyor, kayyumlara ve Kürt kadınların kazanımlarının gasp edilmesine sistematik olarak devam edilirken, eski kocası tarafından öldürülen kadınlar için İçişleri Bakanı “kapıyı açmasalardı” diyebiliyor. Sonuçta patriyarkanın kendini koruma ve yeniden üretmesinin aracı olarak erkek şiddeti tüm toplumsal ilişkilerde vücut buluyor. Erkek ve erkek devlet şiddeti; kayyum polis tacizi oluyor, patron tacizi tehdidi oluyor, ırkçılıkla birleşiyor göçmen kadınları hedef alıyor, okul müdürlerinde cisimleşiyor öğrencilere taciz ve baskı olarak dönüyor ve tabii her daim ailede ve yanımızdaki yöremizdeki erkeklerle hayatımıza giriyor.
Erkek şiddetiyle mücadelenin öznesi kim
Son 10 yıldır AKP adım adım kadın düşmanı politikaları daha yüksek sesle hayata geçirdikçe iktidar ittifaklarını hatta muhalefete saldırılarını da kadın ve LGBTİ+ düşmanlığı üzerinden inşa etmeye başladı. “Legebeteciler ve İstanbul Sözleşmesi aileyi yıkıyor” diye başlayan kadın düşmanlığı ve nefret politikalar Yeniden Refah ve Hüdapar ile ittifaklarda 6284 pazarlığına LGBTİ+ hareketin yer altına itilmesinde anlaşmaya dönüştü. Kuşkusuz bir rejim değişikliğinden ya da faşizmin kurumsallaşmasından bahsediyorsak toplumu en küçük hücresine kadar yeniden örgütleme politikasının da farkındayız. AKP de kadınların itaat ettiği, LGBTİ+’ların görünmezleştiği bir toplumun kendi bekası için ihtiyaç olduğunun fakında. Ve tüm bu patriyarka- devlet iş birliğine karşı mücadele tüm toplumsal muhalefetin gündemi olmak durumunda. Ayrımsız olarak kadınlara yönelik saldırılara da LGBTİ+’lara yönelen nefret politikalarına da eş zamanlı karşı duruş elzem.
Bunlardan bağımsız olarak erkek şiddetine (ve erkek devlet şiddetine] karşı her daim olduğu gibi 25 Kasımlarda da feminist hareketin, sosyalist kadınların [ve örgütlenmelerinin], Kürt kadın hareketinin, işçi sınıfından, öğrenci, ev kadını genç Alevi, Arap, LBT, tüm kadınların yan yana gelmesi doğrudur ve ihtiyaçtır. Erkek şiddetinin, erkek devlet şiddetinin ve hatta sermayenin erkek şiddetinin vd. karşısında dayanışma ve birlikte mücadele politik bir muhtevaya sahiptir. Ancak kadın hareketinin ve feminist hareketin erkek şiddetine ve erkek devlet şiddetine karşı yükselttiği bu dayanışmayı, sosyalist hareketin çatısı altında var saymak, kadın kurtuluş mücadelesini sosyalizm mücadelesinin bileşenine indirgemek, sınıf-sosyalizm mücadelesinin [devrimci] öznesi olarak işçi sınıfını değil toplumsal hareketleri görmek, sosyalizm mücadelesini en iyi ihtimalle antikapitalist mücadeleye indirgemenin yanı sıra Marksizimi de post Marksizme rehin vermek anlamına gelir. Maddeci feminist hareket açısından erkek şiddeti, patriyarkanın kendi iç dinamiklerinin ürünü olarak kendini yeniden üretmenin aracı. Bu şiddete karşı mücadelenin öznesi elbette tüm kadınlar. Ancak patriyarkanın maddi temeli yani ev içinde kadınların emeğine karşılıksız el konması ortadan kalkamadıkça erkek şiddetinin de yok olmayacağının bilinciyle mücadele eder feminist hareket. Yani erkek şiddetine karşı mücadele erkeklerin evde emeğimizi ve cinselliğimizi denetlemesinden ayrı düşünülemez. Erkek şiddetine karşı mücadeleyi, şiddetin ortaya çıktığı tüm toplumsal ilişkilerde maruz kalan kadınlarla birlikte vermek feminist hareketi anti -kapitalist bir birleşik mücadele anlayışıyla malul bir sosyalizm mücadelesinin alt kolu haline getirmez. Erkek şiddetiyle mücadele AKP politikalarından bağımsız olarak feminist mücadelenin ekseninde her daim yer alır, bugün kadın katliamlarına, trans cinayetlerine, kayyumlara, gözaltında tacizlere karşı yükselttiğimiz erkek şiddetiyle mücadelenin merkezine yarın AKP’den sonra “sevişirken evet demediysem hayırdır” kampanyasını koyabiliriz zira.