Kürt Kadın Hareketi ile Feminist Hareket’in geçmişten gelen güçlü bir ortak mücadelesi var. Alanlar ve konular üzerinden ortaklaşan bir mücadeleden bahsediyoruz. Bu ortak mücadelenin en büyük güç kaynağı nedir? Ve bugün kadın hareketinin en güçlü yanları nelerdir?
Gültan Kışanak: Bu sadece Türkiye’deki adın hareketinin, Kürt Kadın Hareketi ile farklı kadın hareketlerinin, Feminist Hareket’in ortak mücadele deneyimiyle ilgili bir soru değil. Bu soru aslında toplamında kadınların mücadelesine ilişkin bir soru. Çünkü biz şuna inanıyoruz, kadınların farklı kimlikleri; ulusal kimlikleri, inanç kimlikleri, kültürel kimlikleri ya da sınıfsal kimlikleri, sosyal statüleri farklı olsa da ortak dertleri var. Ve bu ortak dertleri onları ortak bir mücadele deneyimine doğru yaklaştırıyor. Tabii ki herkesin ağırlıklı olarak yaşadığı sorun alanları farklı olabiliyor. Ama toplamda hepimiz erkek egemen sistemden, patriyarkadan gördüğümüz zararlar ve ona karşı mücadele etme arzumuz nedeniyle ortaklaşıyoruz. Ortak mücadele deneyimlerimiz biz kadınları birbirimize yaklaştırıyor. Hem Türkiye’deki Feminist Hareketi hem farklı alanlarda kendini geliştiren kadın hareketlerini hem de Kürt Kadın Hareketin’i, yani aslında hepimizi ortak olarak etkileyen önemli alanlar var. Bunlar da bizim hem erkek egemen sistemin ezdiği tek tek hem de tüm kadınlar olarak karşılaştığımız problemler, sorunlar, uğradığımız şiddet ve ona karşı mücadele etme arzusu bizi bir araya getirdi. Bir diğer önemli mesele ise şu: Farklı toplumsal gruplar içerisinde farklı toplumsal mücadeleler yürütülüyor. Kadınlar bunu sorguladılar ve ırk, sınıf, cinsiyet sorunları birlikte işliyor dediler. Dünyadaki eşitsizlikler, bu erkek egemen sistemin kurduğu toplumsal ve siyasal yapılar, eşitsizlik üreten yapılar. Bunlar sınıfsal eşitsizlikler de yaratıyor, cinsiyet eşitsizliği de yaratıyor. Erkek egemen/patriarkal sistem bütün bu meseleyi kesen bir yerde duruyor. Ve ırk, etnik kimlik, ulusal kimlik, kültürel kimlik ne derseniz deyin bu konuda da yaşanan eşitsizlikler, aslında erkek egemen sistemin bütünlüklü olarak ördüğü bir alana işaret ediyor. O nedenle kadınlar bu toplumsal mücadeleyi yürüten gruplar içerisinde politik ve ideolojik olarak bunu sorgulayan, bilince çıkartan, farklı konumlarda da olsak, ortak bir hedefle nasıl mücadele ederiz diye kendilerine dert edip, bu soruya cevap aradıkları için ortak mücadele gelişti. Burada da öyle oldu.
Yani Türkiye’deki kadın hareketi, Feminist Hareket; Kürt kadınların yaşadığı sorunlara, kimliklerinden kaynaklı yaşadıkları sorunlara, sıkıntılara bir anlam verebildiler. Bunun erkek egemen/patriarkal sistem içerisinde bütün kadınlara değen bir sorun alanı olduğunu gördüler. Kürt Kadın Hareketi de sadece ulusal mücadeleyle Kürtlerin kimlik sorunlarını, kimliklerinden kaynaklı yaşadıkları sorunları çözmek üzere değil, aynı zamanda kadın olarak yaşadıkları sorunları çözmek üzere de kendilerini konumlandırdılar. Özgün ve özel bir örgütlenme yolunu tercih ettiler. Ve bu nedenle ulusal, sınıfsal, cinsel tüm sömürü alanlarına ve egemenlik alanlarına dair politika ürettiler. Böylece politikalarımız bizi birbirine yakınlaştırdı.
Hülya Osmanağaoğlu: Birinci dalga Feminist Hareket yükseldiğinde, 1900’lerin başında, ABD’de oy hakkı mücadelesi esnasında yanında ilk bulduğu güç Siyah hareketti. İkinci dalga Feminist Hareket ise Siyahların toplumsal eşitlik mücadelesiyle yana yana gelmişti. ABD’de 1960’larda Feminist Hareket yükseldiğinde, bir siyasal hareket olarak kabul görmeye çalıştığı süreçte, tam da yine ırkçılık karşıtı hareket ya da yurttaş hakları hareketi diye de anılan, Siyah hareketin mücadelesiyle yan yana gelmişti. Yani bir belirsiz geleceğe somut siyasal mücadelenin ertelenmemesi, kadınların ve siyahların mücadelesinin demokrasi mücadelesinin merkezinde olduğuna dair kararlılığı birlikte yükseltmişlerdi. Türkiye’de de 80’lerde, Kürt Özgürlük Hareketi’nin yükselişi yine Kürt halkı adına verilen siyasal mücadelenin öznesinin Kürt Özgürlük Hareketi olduğunu öne çıkarmak üzerineydi. Aynı şekilde Feminist Hareket de kadın kurtuluş mücadelesinin siyasal öznesinin feministler olduğunu söyleyerek başladı mücadeleye.
Gültan’ın söylediği gibi, buna Türkiye söz konusu olduğunda ortak mücadele alanlarından biri olarak milliyetçiliği söyleyebiliriz. Milliyetçilik karşıtı mücadelenin, sınıf mücadelesinin, kadınların kurtuluş mücadelesinin kesiştiği yerde kuşkusuz birebir eşzamanlı olarak başlamasa da, Türkiye’deki Feminist Hareket ile Kürt Kadın Hareketi birbirleriyle etkileşim içinde, erkek egemenliğine karşı mücadelede söz söylemeye başladılar. Benim hatırlayabildiğim tarih itibariyle Kürt Kadın Hareketi’nden arkadaşlarımız, Kürt feministler ilk olarak Kürt kadınların ezilmişliğinin erkek egemenliğe karşı mücadelesinin, doğal olarak savaş ve sömürgecilik koşullarında, Türkiye’deki kadınların yaşadığından farklı olduğunu ifade ettiler. Bize de anlattılar ve bu süreçte esas olarak savaş karşıtı mücadeleyle bir dayanışma ilişkisi olarak kurduk. 90’lardan itibaren savaş karşıtı mücadeleyi beraber yükselttik. Tabii bunun yanı sıra özellikle yükselen erkek devlet şiddetine karşı mücadeleyi birlikte yükselttik. Aslında 2000’lerden sonra yeni bir aşamaya geldik. Daha somut olarak kurucu bir ilişki noktasına geldik. Yani beraber siyaseti kurmaya başladık; Kürt Kadın Hareketi, Feminist Hareket bir bütün olarak kadın hareketi çatısı altında buluştu. 8 Martlarla başlayan süreç mesela 4320 için feministlerin, Gökkuşağı Kadın Derneği’nin beraber kampanyaları gibi… 2000’lerin sonundan sonra en önemlisi 2007’den sonra Kürt Kadın Hareketi’nden arkadaşlarımız Meclis’e girdiklerinde bir bütün olarak kadın hareketinin, Feminist Hareket’in sokaktaki sesini Meclis kürsülerine taşıdılar. Bu zaten mücadelenin sözünün bütün toplumsal alanlara taşınmasında ortaklaşmayı getirdi. 2010’lardan itibaren barışı savunmaya başladık. Hep beraber yeni bir barış sürecini, bir eşitlik sürecini inşa ederken tabii ki yan yana duruyorduk. Sonrasında yaklaşık 10 yıldır ağırlaşan faşizmin inşası, faşizm koşullarında şunu gördük, Kürt halkına yönelik savaş politikalarının ve sonuçlarının, bütün Türkiye’deki kadınların erkek egemenliği karşısındaki kazanımlarına yöneldiğini gördük. Bu yüzden kadın kurtuluş mücadelesinin, bizzat erkek şiddetine karşı, evdeki erkek şiddetine karşı mücadelenin de devletin/egemenlerin dayattığı savaş politikalarına karşı ortak bir mücadeleyi gerektirdiğini gördük. Bu kavrayışla zaten yıllardır yan yana, ortak mücadele zemininde yer alıyoruz diyebiliriz.
Türkiye ve Kürdistan sahasındaki kadın mücadelesinin ortaklaşma kısmı üzerine konuşmuş olduk. Bunun dünyadaki kadınlarla ortaklaştığı noktalar nerede? Dünyadaki diğer kadınlarla sizin sesiniz nerelerde buluşabiliyor? Eskiye oranla ne kadar yan yana gelebiliyorsunuz?
Hülya Osmanağaoğlu: Son on yıldır Macaristan’da, Polonya’da özellikle bu yeni sağ denen aslında milliyetçi sağ partiler iktidara geliyor. Hatta en son Avusturya’da aşırı sağ bir parti hükümet kurmak için görevlendirildi. Bu durumun sonuçları açık olarak kadın düşmanı ve LGBTİ+ düşmanı politikalarda cisimleşiyor. Mesela Macaristan’da da LGBTİ+’lara yönelik yasaklar gündeme geldi. Polonya’da biliyorsunuz kürtaj sağlık sebepleriyle dahil olmak üzere yasaklandı. Kadınlar sokaklara döküldüler, geçtiğimiz yıllarda ilk kadın grevleri Polonya’da mesela bu kürtaj yasaklarına karşıydı.
Keza Brezilya’da geçen dönem Bolsanaro ve şimdi Arjantin’de Milei iktidarında açık bir biçimde kadın düşmanı politikalar gündeme alındı. LGBTİ+’lara yönelik yasaklar gündemdeydi. Bu politikalara toplumsal cinsiyet karşılığı adını veriyor aşırı sağ, dünyada. Bütün bunlarla beraber Türkiye’de de, İslami bir baskı rejimi içerisinden formüle ediliyor olmasına rağmen, neoliberalizmle sağın ve erkek egemenliğinin birleştiği yerde kadın kazanımlarına saldırıların ortaya çıktığını görüyoruz. Feminist Gece Yürüyüşü’ne yönelik saldırıları tüm dünyaya duyurmaya çalışıyoruz. Dayanışma eylemlerini yapıyoruz. Bir dönem Şili’den yükselen Las Tesis eylemlerinin, Arjantin’deki bir kişi daha eksilmeyeceğiz denen feminist grevlerinin Türkiye’de yansımaları olmuştu. Son dönemde Kürt Kadın Hareketi’nin öncülüğünde Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da kadın konferansı örgütlenmesi var, NADA. NADA ile hem Orta Doğu’daki emperyalist savaş politikalarına hem de İslamcı baskılara karşı kadınların dayanışmasının örgütlenmesi söz konusu.
Feminist ağlarla, kadınlar seslerini duyurmak, küresel dayanışmayı örgütlemek, feministlerin birbirlerine sesini duyurması için ilişkilenmeyi sağlıyor. Trump yeniden seçildi, muhtemelen ABD’deki kadınlar da ilk Trump iktidarındaki gibi dünyaya dayanışma çağrısı yapacaklardır, o dönemde de bir kadın grevi çağrısı yapmışlardı. Feminist Hareket yeniden, yeni sağın -aslında aşırı sağ demek daha doğru- kadın ve LGBTİ+ düşmanı politikalarına karşı kadın dayanışmasının sesi yükselecektir.
Gültan Kışanak: Son 8 yılda biraz hayattan kopuktum, tutsaklık, siyasi rehinelik nedeniyle. Yine de az çok takip edebildiğim kadarıyla bugün, ki tutsaklık dönemimin daha öncesinde de başlamıştı, bir küresel kadın hareketinden bahsetmek mümkün. Yani küresel saldırılara karşı küresel kadın hareketi var ve zaman zaman çeşitli zeminlerde politikalarda ya da eylemlerde ortaklaşılıyor. İletişimin günümüzde daha kolay olması itibariyle, politikalar daha kolay yayılıyor mücadeleler arasında etkileşim artıyor. Kadınlar birbirleriyle daha kolay ilişki kuruyorlar. Mevcut kapitalist egemenlik sistemi o kadar büyük bir küresel ejderha haline geldi ki hayatın her yanına farklı farklı saldırıları var ve kadınların da bu saldırılara karşı güçlü direnişleri var. Kimi yerlerde yerli halklarına öncülük eden kadın hareketleri var, kimi yerlerde ekoloji hareketine öncülük eden kadın mücadeleleri var. Ya da kadınlara yönelik taciz, tecavüz, cinsel saldırılara karşı #MeToo hareketi var.
Sömürgeciliğe, işgallere karşı kadınların kendi topraklarını ve kendi özgürlük alanlarını savunma mücadelesi var. Bunlar birbirlerinden çok etkileniyorlar ve birbirleriyle sürekli iletişim halindeler. Çeşitli vesilelerle, eylem etkinliklerde ortaklaşıp küresel kadın yürüyüşleri yapılıyor ya da aynı slogan etrafında ortak eylemler yapılıyor. Herkes kendi bulunduğu yerde ortak eylemleri gerçekleştiriyor. Politikalar olarak da birbirlerini etkiliyor kadın hareketleri. Kürt Kadın Hareketi’nin de dünyadaki kadın hareketinin bir parçası bu karşılıklı etkileşim nedeniyle; hem pratikleri hem politikaları itibariyle. Birbirlerinden güç alıyorlar, yeni sorun alanları ortaya çıktığında yeni politikalar üretiyorlar. Kürt Kadın Hareketi’nin de özellikle Rojava deneyiminden sonra dünya kadın hareketinde, kadınların bir inşa gücü olma iddiası ortaya çıktı ve bu dünya genelinde kadınları çok etkiledi. Kadınlar sadece erkek egemen sistemin mağduru değil, aynı zamanda onu değiştirmeye aday ve yeni demokratik ilişkiler üzerine kurulu bir toplumsal yapının kurulmasında kendilerini inşa gücü olarak konumlandırdılar.
Yani politik propaganda ve politik terminoloji artık pratiğe dönmüş oldu. Rojava pratikte de kadınların, toplumun bütün alanlarında kendilerini var edebilmeleri, eşit özgür bir yaşam iddiasını ortaya koymaları konusunda bir model oldu. Aslında Suriye’de, işte bugün Kuzey Doğu Suriye denilen bölge, Rojava, dendiğinde bakış, burası Orta Doğu, burada feodalizm var, burada böyle kadın hareketleri falan da gelişmemiştir, şeklindeydi. Ama bir anda baktık ki kadınlar bir devrim gücü oldular. Ve şimdi toplumsal yapıyı daha eşitlikçi daha özgürlükçü bir şekilde kurmak için bir inşa gücü haline geldiler. Tabii bu dünya kadın hareketinde önemli bir etki alanı yarattı, ilgi çekti. Bir de İran’daki Molla rejiminin kadınlara yönelik saldırılarına karşı Mahsa Amini’nin direnişi ve yaşamını yitirmesinden sonra ortaya çıkan bir direniş hareketi, Jin Jiyan Azadî hareketi de dünyaya kendisini duyurdu.
Yani öyle bir şey oldu ki şu anda dünyanın çok başka başka yerlerinde kadınlar herhangi bir nedenle sokağa çıktıklarında Jin Jiyan Azadî sloganını kendi dillerinde söylüyorlar. Bu artık bize Jin Jiyan Azadî sloganının politik gücünü gösteriyor, yani kadınların özgürlüğünün ve yaşamın nasıl birbirini tamamlayan şeyler olduğunu ve bunların birini diğerinden koparamayacağımızı gösteriyor. Sokakta şekillenmiş bir kadınların mücadelesinden doğan bir slogan olarak gerçekten politik gücü çok yüksek bir slogan haline geldi. Bunun bir çekiciliği var, bir de kadın hareketinin, Kürt Kadın Hareketi’nin pratiğinin etkisi var. Yani Türkiye’deki Kürt Kadın Hareketi’nin özellikle siyasal alandaki eşit temsil düzeyine çıkan politikaları ve bunu pratiğe geçirebilmiş olma gücü öne çıkıyor. Aynı zamanda Kürt Kadın Hareketi’nin Kürt sorunu gibi ağır bir sorunla mücadele eden bir halkın sorununun içine sıkışıp kalmayıp, kadın özgürlük iddiasını, kadın kurtuluş iddiasını ön plana çıkartabilecek kadar güçlü politik bir paradigmaya sahip olması esas belirleyici dinamik. Mesela tutsaklıktan önce katıldığımız politik toplantılarda herkes bize soruyordu, ne yaptınız, eş başkanlığı nasıl hayata geçirebildiniz, kadınlara bütçe ayırmak kolay oldu mu, siyasi partiler erkek egemen yapılardır orada ne yapıyorsunuz, diye. Mesela Avrupa’daki kadın hareketlerinden bile gelen sorulardı bunlar. Bir de Rojava’daki mücadelenin ardından Jina Amini’nin mücadelesi üzerinden yükselen İran’daki Jin Jiyan Azadî hareketi de dünya genelinde Kürt Kadın Hareketi’nin etki alanını genişletti.
Hülya Osmanağaoğlu: Fransa’da bir dizi Avrupa ülkesinde parite yasası diye geçer bu eşit temsil hakkı. Eşit temsil, Kuzey ve Doğu Suriye’de sadece bir temsil siyaseti değil toplumsal kuruluş açısından yani bütün mekanizmaların bütün kararların kadınları da gözeterek şekillenmesi anlamına geliyor. Özellikle, kadınların mirasta eşit hak sahibi olması, tarım kooperatiflerinde kadınların da eşit pay sahibi, kendi adlarına komünlerin parçası olmaları, Kuzey ve Doğu Suriye örneğinde şunu gösteriyor; bizim eski Sovyetler geleneğinden öğrendiğimiz gibi kadınların da ekonominin üretim ilişkilerinin asli unsuru olması. Sadece bir eşit temsil değil toplumsal ilişkilerin kurulması açısından da dünyada yeni model olarak öne çıkıyor. 2000’lerin başında mesela Zapatistaları çok görüyorduk bu konuda haklı olarak, şimdi en çok Kürt Kadın Hareketi’nin inşa politikalarını görüyoruz.
Gültan Kışanak: Hatta bir dönem biraz espri olsun gibi konuşuluyordu, işte artık apartmanlarda site yönetimlerinde de eş başkanlık var diye. Bu işin esprisi değil tabii, hayatın her alanında Özgür Eş Yaşam’ı kurma iddiası şimdi gerçekleşiyor. 50-50 dedikleri yarı yarıya siyasi temsil meselesi sadece siyasette tartışılan, kotayla başlayan ve sonra da hayatın her alanında, ekonomide, şu an buradaki gibi basında da görüyoruz. Kadınlar ayrı basın örgütlenmesi yapıyor, işte kooperatiflerde kadınlar var, yani kadınlar kendi özgün- özel hayatlarını kurup toplumsal yaşamın eşit paydaşı haline ve kurucu unsuru haline geliyorlar. Zaten bu bin bir türlü hiyerarşi ve egemenlik ağlarıyla örülmüş patriarkal sistemi -erkek egemen sistemi de ancak böyle çözebiliriz. Sadece siyasi temsil kazanarak, işte partide eşbaşkanlık var, milletvekili de yarı yarıya oluyor deyip, buna güvenerek bu erkek egemen sistemi değiştiremeyiz. Tabii ki siyasal kazanımlar çok önemli ama hayatın diğer alanlarında, kültürel, sosyal, ekonomik alanda, toplumun bütün alanlarında kadınların iradi olarak var olmaları, kendi özgün alanlarını yaratmaları, kendi arzuları istekleri talepleri beklentileri öncelikleri doğrultusunda hayata katılmaları gerekiyor.
Çok köklü ve geçmişten gelen bir mücadeleden, direnişten bahsediyoruz. Bundan sonra kadınlar bu mücadeleyi güçlendirmek için neler yapabilir, hangi adımları atarak daha kolektif bir mücadeleyi inşa edebilir? Dünyanın çok farklı yerlerinde zaten bu mücadele yükselişte ve kadınların bir birikmiş direniş gücü de var. Bu gücün daha da ortaklaşabilmesi için neler yapılabilir?
Hülya Osmanağaoğlu: Aslında tam da erkek egemenliğinin saldırdığı yerden zaten mücadele ister istemez ortaklaşıyor AKP -MHP iktidarının, herkes cumhuriyetin yüzyılından bahsederken, bu cumhuriyetin yüzyılının erkek egemen politikaları itibarıyla, patriyarka ile ittifakı en net inşa etmiş iktidar olduğunu söylemek mümkün. Sadece kadın kurtuluş mücadelesinin önünü kesmeye çalışmıyor, kendi inşa etmeye çalıştığı toplumsal düzen için kazanımlarımızı gasp etmeye çalışıyorlar. Biz enternasyonalizm deriz tam da bu çerçevede sadece Türkiye’dekileri değil işte bu saldırılarıyla Kuzey ve Doğu Suriye’deki kazanımları da gasp etmeye çalışıyor iktidar, yani artık savaş politikası dediğimiz şey sadece Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisindeki Kürt halkına karşı yürütülen bir savaş değil, aynı zamanda Kuzey ve Doğu Suriye’de de yürütülen bir savaş haline geldi. Mesela geçen gün Almanya Dişişleri Bakanı olan kadın gayet hoplaya zıplaya kutlamaya gitti, HTŞ Lideri Colani elini sıkmadı. Almanya’da Filistinlilerin bütün eylemleri polis şiddetine uğrarken işte kafa kesen HTŞ’lilerle diplomatik ilişki kuruluyor. Bu ilişki kurulurken artık şunu biliyoruz, HTŞ’nin atadığı Adalet Bakanı’nın daha birkaç yıl önce bir kadının infazına eşlik ettiğini gördüğümüz de, savaş politikaları dediğimiz şey özellikle Suriye ve Orta Doğu söz konusu olduğunda, bir bütün olarak kadınlara karşı bir savaş, kadın kurtuluş mücadelesine karşı savaş oluyor. Bu anlamıyla Suriye’de savaş siyaseti yürüten işte AKP iktidarı da Suriye’deki kadınları HTŞ’nin İslamcı baskısına teslim ederken, Kuzey ve Doğu Suriye’deki kadınların kazanımlarını gasp etmek üzere işgal politikalarını sürdürürken diğer yandan da Kürt Kadın Hareketi’nden seçilmiş arkadaşlarımız tutuklanıyor, Batman’daki eş belediye başkanlıkları gasp ediliyor kayyumlar atanıyor. Bütün bunların yanı sıra devam eden ise kadın cinayetlerin artışı yani Batman’da Mardin’de Amed’de bütün bu kayyumlar süresi boyunca kadın danışma merkezlerini kapatan iktidar, bir taraftan da erkek şiddetinin, kadın katillerinin sırtını sıvazlıyor, kadın katillerine şu veya bu biçimde ceza indirimleri sağlıyor, kadınları aileye mahkûm etmek için erkekliği güçlendiriyor. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkışın tartışıldığı ve çıkıldığı yıllarda 2020’den itibaren, eş zamanlı olarak kayyumların atandığını görüyoruz. Bu iki sürecin arasındaki bağ ortak mücadelenizin temelini oluşturuyor. Erkek egemenliğinin en güçlü savunucusu olan AKP iktidarı yeni bir toplumsal inşaya yöneldiğinde öncelikle hedefine özgürlük güçleri olarak kadın hareketini, kadın kurtuluş mücadelesini ve tabii ki LGBTi+’ları bastırmaya çalışıyor, bir diğer yanıyla memleketin en önemli demokrasi odağı olan Kürt halkının taleplerini bastırmaya çalışıyor. Bugünlerde gördük, milli güvenlik gerekçesiyle işçi grevlerini yasaklamaya başladılar yeniden. Bunların bütünü zaten Kürt Kadın Hareketi ile Türkiyeli kadın hareketinin, Türkiyeli feministlerin neden ortak bir zeminde ortak bir mücadeleyi inşa etmeye çalıştığını gösteriyor. Barış politikasının sadece silahların susması meselesi değil aynı zamanda bütün bunlara karşı bir dayanışma ilişkisi olduğunu gösteriyor süreç, diyebilirim.
Gültan Kışanak: Bu konuda aslında söylenmesi gereken her şeyi Hülya söyledi ama ben de bir iki şey eklemek istiyorum. Başlangıçta da söyledik, bizim politikalarımız ve maruz kaldığımız erkeklik sisteminin kadri buluşturuyor bizi. Hem politik çözümlemelerimiz bizi yakınlaştırıyor hem de aynı baskılara maruz kalıyor, beraber refleks veriyoruz. Türkiye’deki kadın hareketinin bir bütün olarak, yani çoğul kimliği itibariyle söylüyorum, feministlerin, Kürt Kadın Hareketi’nin bütün hepimizin önünde kritik bir tablo var. Hani hep böyle söyleniyor ya, siyaseten çok kritik bir eşikteyiz diye, gerçekten çok kritik bir eşikteyiz. Gerçi ne zaman olmadık ki diyeceğiz ama bu defa ki durum şu nedenle son derece kritik; birincisi şu son on yıllık derin yoğun baskı süreci sonrasında gördük ki hiçbir kazanımımız güvende değil. İkincisi, mevcut kazanımlarımıza ve fazlasına yönelik baskı alanları genişleyecek. Üçüncüsü bu politikalar bitmez tükenmez sürekliliği olan bir savaş politikasına evriliyor, yeni savaşlar kapıyı çalabilir, yeni çatışmalar kapıyı çalabilir, bu da kadınlar açısından yeni yıkımlar demek. Dördüncüsü bu sistem toplamında yoksulluk üretiyor ve kadına yönelik şiddet üretiyor yani Türkiye’de yaşadığımız sistem bir bütün olarak kesintisiz bir savaş politikasının, kadın kazanımlarına yönelik saldırıların, kadına yönelik şiddetin ve yoksulluğun tırmanmasının sosyal- siyasal- ekonomik ortamını yaratıyor. O zaman bizim yapmamız gereken şu; çok daha güçlü bir mücadele ile bütün bunları kesen bir alan olarak güçlü bir barış mücadelesi örmek. Neden bütün bunları kesen bir alan diyorum, biraz önce Hülya’nın anlattığı gibi aslında biz bunu deneyimledik. Kürtlere yönelik otoriter bir rejimin batıda kadınların daha özgür yaşaması için bir yaşam alanı bırakmayacağını gördük. Kestirmeden bir şey söylüyorum; demokrasi ya vardır ya yoktur. Kürt’e yoksa Türk’e de yoktur. Kadına yönelik şiddete karşı mücadele, kadınların iradesini, özgürlük alanlarını kabul etme, bunlara yönelik saldırıları durdurma isteği ya vardır ya yoktur. Gülistan Doku neden kayboldu sorusunun cevabı alınmıyorsa orada bir cezasızlık politikası varsa burada da Türkiye’nin batısında da kadına yönelik şiddet konusunda cezasızlık politikasının işletildiğini görüyoruz. Biçimleri değişebilir, oranları değişebilir, yöntemleri değişebilir ama toplamında baskıcı otoriter zihniyet bizim hepimizin yaşam alanlarını, gündelik hayatlarımızı, artık insanca sürdüremeyeceğimiz kadar zorlamaya başladı. Bugün yoksulluktan bahsediyoruz gerçekten derin bir yoksulluk var. Artık emeğiyle, ücretle geçinmek diye bir şey kalmadı ortada, bu derin yoksulluğun nedeninin de Kürt sorunuyla ve savaş politikalarıyla bağlantısını görmeliyiz. Türkiye’de mülteciler üzerinden tartışılıyor Meclis’teki siyasi partilerin bir kısmı aslında e milliyetçi partilerin bir kısmı, “Mülteciler bize yük oldu da onun için ekonomimiz bu kadar çöktü” diyorlar. Oysa mesele bu değil, mültecilerle ilgili Avrupa’dan da yeterince para alındı, Birleşmiş Milletlerden de alındı, hatta bunların bir kısmı belki de mültecilere gitmedi, başka şeyler için kullanıldı. Ama kesintisiz olarak 2011’den bu yana Suriye’de devam eden bir savaş var ve o savaşın tek kapısı Türkiye; insan kaynağı lojistik kaynağı finansmanı her şey buradan gidiyor. Bugün HTŞ, Türkiye’nin kaşına gözüne hayran olduğu için değil yıllarca destek gördüğü için bu kadar yakın siyasal ilişkiler öngörüyor. Bugün Türkiye’de ekonomi çöktüyse bunun Şam’da bugün kurulan rejimle bir bağı var yani bu süreç öyle kendiliğinden olmadı. Colani denilen kişi bir yerden çıkıp gerçek bir devrim lideri olduğu için gelmedi o Şam’a. Kimileri böyle satmaya çalışıyor durumu ama biliyoruz, birileri eğitti donattı besledi politik perspektif verdi hazırladı oraya götürdü, Suriye rejimini kuşattı onlarla başka ilişkiler kurdu. Bunun bir maliyeti vardı, bugün Türkiye’de yaşanan bu derin yoksulluğun, artık insanların markete gitmekten çekinir hale gelmesinin böyle bir kaçak alanıyla doğrudan bağlantısı var. O savaş nedeniyle sürekli torbanın dibi delik kalıyor ve oradan sürekli dökülüyor, başka yerlere gidiyor kaynaklar. Tabii ki Türkiye’deki ekonomik sistemin kapitalizmi yeniden üretmek için belli sermaye gruplarına bazı şeyleri peşkeş çekiyor. Bu nedenlerin yanı sıra en büyük paranın savaşa gittiğini biliyoruz. Dünyanın her yerinde savaş politikaları çok pahalı politikalardır. Bu iktidar da sıkıştığında dönüp, işte biliyor musunuz bu bir mermi kaç para, öyle kolay mı gidiyor bu işler diyor. Bizim şunu dememiz lazım, merminin kaç para olduğunu biliyoruz da arkadaş mermi atma, benim soframa ekmek koy, niye mermi atıyorsun. Bunu söylemediğimiz, sorgulamadığımız sürece bitmez savaşlar girdabı açılıyor. Neden söylüyorum bunu, şimdi bir taraftan içeride bir süreç mi var ne oluyor ne yapacağız nereye gideceğiz gibi meseleler konuşulurken, bir taraftan da çok net bir şekilde Kuzey Doğu Suriye’ye HTŞ rejimine kayıtsız şartsız teslim olacaksın diye bir politik söylem var. Bu aslında Suriye savaşını bitirmeme politikasıdır, demek ki biz geçtiğimiz 10-15 yıldır yaşanan savaş ve yıkımın faturası altında bu kadar ağır ezilirken, önümüzdeki dönemde de eğer barış politikaları için güçlü bir toplumsal refleksi açığa çıkaramazsak, bu gidişatı değiştiremezsek belki yeni savaşların alanı olacak Suriye. Yeni çatışmaların alanı olacak çünkü bir taraftan İsrail’in Orta Doğu’daki politikaları bir taraftan HTŞ’nin varlığı bir taraftan da Kuzey Doğu Suriye’de az çok farklı kimliklerin kültürlerin inançların kadınların yan yana daha demokratik ilişkiler kurarak yaşamaya çalıştığı bir alan var. Biz önümüzdeki dönem kadın hareketinin toplamında, Türkiyeli kadın hareketi ile birlikte, ana ekseni savaş politikalarına karşı barış politikalarını güçlendirmek olan ve her birimizin durduğu yerden savaşın gündelik hayatımıza nasıl değdiğini göreceğimiz bir çizgiyi örgütlemeliyiz. Aksi takdirde savaşın kimisine mültecilik olarak kimisine göç yolları kimisine taciz tecavüz kimisine yoksulluk kimisine ölüm kimisine işgal olarak hayatımıza nasıl döndüğünü ya da şiddetin ne kadar normalleşip kanıksandığını, kadın haklarını otoriter rejimin saldırıları ve nasıl beka söylemiyle nasıl bilmem kaçıncı plana ittiğini görüyoruz. Buna karşı bir söz kurmadığımız sürece savaş politikaları gündemi sürekli domine ediyor ve burada da erkek egemen iktidarın ürettiği savaş politikaları üzerinden tartışmalar yürüyor ve bizim kadınların gündelik hayatları, hakları, kazanımları, beklentileri gündem dışına itiliyor. saldırı altında kalıyoruz. Ben, önümüzdeki dönem kadın mücadelesinin ortak ana ekserinin biraz savaşa karşı barış politikalarını öncelemek olacağını tahmin ediyorum.
Savaş ile kadın katliamları arasında bir bağ kurabiliyor musunuz? Çünkü toplum militarize ediliyor ve bireysel silahlanmada ciddi bir artış mevcut. Bunu savaş politikalarından çok bağımsız ele alamayacağımızı düşünüyorum, sizin bu konuda ki fikriniz nedir, arada bir bağ kurabiliyor musunuz?
Hülya Osmanağaoğlu: Biz bunu 90’larda çok konuştuk hatırlarsanız, zorunlu askerlik ve kirli savaş döneminde. Özellikle askerden geri dönen gençlerde, savaş sonrası travmalar sebebiyle şiddet eğilimi çok yükseliyordu. Yoğun biçimde evdeki kadınlara yönelik şiddetin artması ve vahşileşmesi söz konusuydu. Hatta Uğur Yücel’in Yazı Tura filminde çok somuttu o kulak kesmeler. 2000’lerden sonra hem savaşın niteliğinin değişmesi hem üst üste gelen çözüm süreçleri, Kürt halkının artık kendi seçtikleriyle temsil edilebilmesi, internetin yayılması kirli savaş dediğimiz şeyin aslında bir tık geri çekilmesine neden oldu. Gerçi artık sorunlarını hani köyleri boşaltarak değil kayyum atayarak halleder hale geldiler. Bu son yıllarda ise erkek şiddetinin yükselişini birebir savaş politikalarına bağlamak mümkün mü tartışılır çünkü benzeri bir şeyi aslında Kemalist çevreler de İslamcılık yükseldiği için erkek şiddeti yükseliyor diye anlatıyor. Buna da temel olarak dinin kadınlara yönelik telkinlerini işaret ediyorlar. Ama biz yine de şunu da görüyoruz birincisi seküler erkekler de şiddet uyguluyor kadınları öldürüyor, ikincisi savaşın parçası olmamış erkeklerde de kadınlara şiddet uyguluyor. Bu nedenle patriyarkanın temsilcisi AKP iktidarının, kadınları aileye kapatma ve esas işlerinin eş ve annelik olduğunu söyleme halinin, kadınların boşanmaması gerektiği ailelerin dağılmaması vurgusu, erkekleri cesaretlendiriyor. Aileyi korumak için yani ‘yuvasını korumak için’, ‘göremediği çocuklarını görmek’, ‘kadın göstermediği için’ vesaire diyerek şiddete yöneliyorlar. Şu son dönem için özel olarak bunları söylüyorum, şöyle bir sebebi var, esas olarak şu anda savaş sınır dışında sürüyor, askeri harekatlar sınır dışında yapılıyor ve artık bir tür paralı askerlik yapılıyor. Yani yığınsal olarak 20 ay sonra savaştan eve dönüp olağan hayata dönen bir gençlik söz konusu değil.
Gültan Kışanak: Doğru bir tespit aileyi yücelten yani daha doğrusu ailenin içerisindeki erkek egemenliğini yücelten bu politika etkili. Çünkü gördüğümüz bu, ailenin erkeğinin sözü geçer. Mesela boşanmak; kadın boşanmak isterse erkek istemiyorsa o boşanma gerçekleşmez çünkü asıl söz sahibi olması gereken erkektir! Ya da bir genç kadın peşinden giden onu rahatsız eden bir erkekle evlenmek istemiyorsa onunla çıkmak istemiyorsa o şiddeti hak eder çünkü söz sahibi olan erkek itaat etmesi gereken kadındır! Bu politikalar, evet, erkek şiddetinin temelini oluşturuyor yani kışkırtılmış bir erkek egosu, erkeği irade olarak kabullenmek, kadını da ona tabi olması gereken bir varlık olarak konumlandıran zihniyet, erkek egemen şiddetin temelini oluşturuyor. Fakat bunu zaman zaman çoğaltan, besleyen ve yaygınlaşmasına neden olan başka etkenler de var. Bu sadece bizde değil dünyanın başka yerlerinde de görünen bir şey. Savaş politikaları derken tabii ki biz mesela Balkanlarda, işte Yugoslavya dağılırken orada yaşanan savaşlarda, doğrudan kadına yönelik şiddetin bir savaş politikası olarak uygulandığı alanları da gördük; yani kadınlara yönelik tecavüzleri. Bütün savaş politikalarında aslında kadınlar fethedilmesi gereken ötekilerdir, karşı grubun, fethedilmesi gereken grubu, namusudur kadınlar. Onlar üzerinden savaş politikaları yürütülür ve bizde de mesela 90’lı yıllarda izlenen politikalarda aynı zamanda gözaltında cinsel şiddetin de tavan yaptığını, kadın bedenlerine yönelik saldırıların ne kadar yüksek olduğunu ve kadın bedenlerinin nasıl teşhir edildiğini gördük. Bunlardan korku üretmeye, karşı taraf olarak kodladıkları Kürtlerin ‘namusuna bile el atılabiliyor’, ‘siz bizden bu kadar aşağıdasınız’ duygusu yaratmak için uygulanan bilinçli politikaları gördük yaşadık. Fakat bunların dışında savaş politikalarının toplamda da toplumsal hayatlara şöyle bir etkisi var: Bir, şiddet kanıksanıyor bu çok önemli bir neden. Çünkü çevrede o kadar çok ölüm, kafa kesme, öldürme, kan, silah görüyorsun ki kanıksanıyor. Sadece sahada çatışma olarak gördüğümüz savaşın ötesinde savaş politikalarını sürdürülebilir kılmak için, sürekli özellikle film sektöründe, görsel dünyada şiddeti çok romantize eden, şiddeti hayatın bir parçası olarak gösteren, erkeklerin şiddet gösterisiyle sonuç aldığını anlatan o kadar çok film-dizi yapılıyor ki bunlar öyle yabana atılır şeyler değil. Bunlar özel olarak o savaşı kanıksatmak için toplumsal alanda yürütülen özel savaş politikaları. İşte biz özel savaş politikaları dediğimizde toplumsal hayata şiddeti kanıksatmak için yapılan bir sürü başka atraksiyonu anlatıyoruz. Yoksa savaş öyle tek başına bir savaş olarak, hani Orta Çağ’daki gibi kahramanlık savaşı olarak insanların karşı karşıya geldikleri, birbirlerine silah sıktıkları bir alanda yürümüyor bütün bir toplumsal alanda yürüyor ve ötekine şiddet uygulamayı kendisinden aşağıda olanı şiddet uygulamayı meşru gören bir anlayış ortaya çıkıyor. O zaman erkek de diyor ki ben kadından üstteyim o niye beni dinlemiyor, devlet Kürt’ü vuruyorsa erkek de kadını vurabilir. Bu çok önemli bir mesele, şiddetin kanıksanması ve egemen olanın eline şiddet tekelinin meşru bir güç olarak verilmesi çok büyük bir sorun ve kadına yönelik şiddetin artmasında bunun çok önemli bir etkisi var. Kürdistan açısından da bunun savaşla bağını şöyle kurabiliriz, bu kayyumlar neden atandı bu savaş politikalarını sürdürebilmek için atandı, kayyumlar atanınca ne oldu kadın kurumları kapatıldı, kadın kurumları kapatılınca şiddet gören kadının başvurabileceği destek alabileceği imkanlar azaldı. Ve kadınların şiddete karşı mücadelesi öyle bir şey ki sen toplumsal alanda bir değişim yaratamazsan tek tek şiddete uğrayan kadınları bulup o şiddet ortamından çıkartmak çok kıymetli ama hepsine yetişemezsin. Önemli olan toplumsal bir değişim yaratmak ve biz bunu geçmişte kadın örgütlenmesinin güçlü olduğu bir zamanda gördük, artık toplumsal değer yargıları değişmeye başlamıştı. Mesela bizde yaşlılar anlatırlar işte, eşini dövmeyen erkek adam mıdır ki denirdi, onun için bazıları eşlerine kıyamaz içeri girer kapıyı kapatıp yastığa vururmuş eşini dövüyormuş gibi olsun diye. Çünkü bu bir değer yargısıydı yani daha güçlü olduğunu daha muktedir olduğunu göstermek için eşini dövmesi gerekiyordu. Fakat kadın özgürlük mücadelesinin büyümesiyle birlikte toplumsal değer yargıları değişti şimdi “ya sen utanmıyor musun eşine elini kaldırıyorsun” noktasına gelindi, böyle olunca bizim tek tek gidip yetişmediğimiz zamanlarda da kapı komşusu akrabası, yanındaki kadın, öbürü engelleyici oluyordu. Şimdi kadına yönelik şiddette bizim asıl yaratmak istediğimiz bu toplumsal değişim ve engelleyici olabilmek yoksa şiddete uğrayan bir kadını elimiz yetişirse kurtarıyoruz ama elimizin yetişemediği binlerce kadın şiddet görüyor. Bunu değiştirecek olan şey toplumsal değer yargılarıdır toplumsal değer yargılarını değiştirmeye başlamıştık biz, artık kızını istemediği kişilerle evlenmeye zorlayan, çocuk yaşta kızını evliliğe zorlayan aileler hor görülürdü, evin içerisindeki diğer kadınlar karşı çıkardı, mahalleli kadınlar karşı çıkardı. Güçleri yetmezse Parti’ye haber verirlerdi “gelin bu böyle yapıyor” derlerdi. Toplumsal değişim tetiklenmişti ve ciddi biçimde kadına yönelik şiddeti önleyici bir toplumsal zemin oluşmuş ve neredeyse kadın cinayetleri sıfırlanmıştı. Şu anda kadın hareketinin örgütlü alanları zayıflatıldığı, kadın kurumları kapatıldığı için bu toplumsal dönüşüm savaş politikalarıyla ketlenmiş oldu. Yani doğrudan savaş içerisinde içerisindeki bireylerin işlediği suçların ötesinde, yaratılan siyasal ve toplumsal atmosferin ve yaratılan değer yargılarının kadına nasıl şiddet olarak döndüğünü biz, son 20 yıllık 30 yıllık hayatımızda birebir tecrübe ettik. Başka bir örnek vereyim, kadına yönelik bakış açısını değiştiren şeylerden birisi mesela, 90’lı yıllarda da evinden çıkmasına izin verilmeyen kadınların olduğu bir atmosferde, kadınlar Parti’ye geldiği zaman izin veriliyordu. Evdeki ölçü buydu, Parti’ye mi gidiyorsun tamam gidebilirsin, oldu. Bir süre sonra kadınlar partiye gidince sonrasında sokağa çıkmak için erkeklerden izin almak zorunda olmadıklarını anladılar. Ben niye sokağa çıkmak için ya da yapmak istediğim şeyi yapmak için erkeklerden izin alayım ki, dediler. Bu kadınların özgüveni gelişti kendi iradelerini açığa çıkarma gücü değişti. Bu savaş politikaları denilen ve savaş denilen hikaye öyle bardakta durduğu gibi durmuyor ki alanı çok geniş. Otoriter bir yönetimde güçlü olan zayıf olanı eziyor ya bu otomatik kadın erkek ilişkilerine tekabül ediyor. Erkek hemen diyor ki “ben güçlüyüm bana niye itaat etmiyorsun”, kaldı ki bu iktidar şunu söyledi “itaat et rahat et.”
Bugün izlenen politikaların kadınlar üzerindeki etkisi çok derindir. Kadınların buna karşı geliştirdiği yöntemler nelerdir ve kadın hareketi, mevcut koşullarda kadınların haklarını savunmak için nasıl bir strateji izliyor?
Gültan Kışanak: Benim bildiğim en iyi savunma örgütlenme yani bundan daha iyi bir savunma sistemi bilmiyorum çünkü bu gerçekten çok koruyucu. Kadınlar birbirlerinden haberdar olurlarsa birbirlerine dertlerini açabilirlerse yaşadıkları sıkıntıları sorunları anlatabilirlerse mutlaka birbirlerinin dertlerine sorunlarına da merhem oluyorlar ve birlikte güçleniyorlar. Kadınlar yalnız olmadığını bu sorunu sadece kendisinin yaşamadığını görüyor başka kadınların da yaşadığını ama beraber olurlarsa bunu aşabileceklerini görüyor başkalarının aşmış olduğunu gördüğünde oradan cesaret alıyor. Kadınların örgütlü olması son derece koruyucu bir şey. Bu politikalara, kadınların yaşam haklarını dahi ortadan kaldıracak kadar saldırgan bir erkek hegemonyasına karşı yapabileceğimiz en iyi şey, kadın örgütlenmesini güçlendirmek çünkü örgütlenme dediğimiz şey bana göre basit bir tanımla ortak iş yapabilme gücüdür. Örgütlü olarak bir tane işimiz var, nedir kadınlara yönelik saldırıları durdurmak ve kadının irade olarak kabul edilmesini sağlamak, eşit özgür bir birey olarak toplumsal ve siyasal yapı içerisinde var olabilmesi. O zaman bunu yapmak için ne kadar çok kadın bir araya gelirse ne kadar çok kadın mobilize olursa ne kadar çok kadın harekete geçerse o kadar çok sonuç alabiliriz. Bir araya geldikçe de yeni yol yöntemler, yeni politikalar konuşuruz ne yapabileceğimiz konusunda daha parlak fikirler bulabiliriz onun için ben en önemli şeyin örgütlenmek olduğunu düşünüyorum. Ve öyle tek bir tane biricik örgütü falan olmaz bu mücadelenin. Hayatın çok çeşitli alanları var ve biz kadınlar hayatın çok çeşitli alanlarında çok çeşitli sorunlarla karşı karşıyayız, o nedenle de çok çeşitli örgütlenmelere ve çeşitli mücadele alanlarına ihtiyacımız var ama tabii ki bunların birbiriyle bağını, dayanışmasını, ortak mücadele politikaları üretmelerine de ihtiyaç var. Kadın hareketinin, Feminist Hareket’in çoğul karakteri de buradan geliyor, çoğul olması gerekiyor yani öyle biricik tek bir kadın örgütü değil ama farklı farklı yaşam alanlarından farklı farklı mücadeleyi yükselten örgütlenmeyi çoğaltan güçlendiren çalışmalar yapmak. Bunların politik hat olarak da birbirleriyle ilişki kurdukları dayanışma içerisinde oldukları, yer yer beraber hareket ettikleri birbirlerine deneyimlerini aktardıkları, birbirlerinden güç aldıkları bir kocaman kadın dayanışma ağının olması gerekiyor. Ortak mücadeleyle dayanışma farklı mı diye zaman zaman konuşuluyor, dayanışmak sanki benim sorunum değil de senin ama ben seninle dayanışıyorum gibi oluyor. Ama ben dayanışmaya o anlamı yüklemiyorum aslında dayanışma farklı kadın örgütsel yapıları içerisinde çünkü hayatın karşımıza çıkarttığı çok çeşitli sorun alanları var ve o sorunları çözmeye yönelik özgün örgütlenmelere ihtiyaçlarımız var. Bu özgün örgütlenmelerin de birbiriyle dayanışması ortak mücadele perspektifiyle yan yana durması çok kıymetli.
Hülya Osmanağaoğlu: Gültan sorunun cevabını verdi, ben sadece onun verdiği cevapların son yıllara ilişkin örneklerini vereyim, tam onun söylediği eksenden çünkü arkadaşım o sırada hapishanedeydi örnekleri ben son yıllardan yaşadıklarımızdan vereyim. Biz şunu gördük kız çocuklarının kendilerine tecavüz eden adamlarla evlendirilmesi yönünde bir yasa çıkarmaya çalıştılar, tecavüzcüleri serbest bırakmaya çalıştılar bu yasaya tepkiyi tabii ki sokaklarda verdik ama sesimiz evlerde duyuldu. Aslında şunu gördüler AKP’ye MHP’ye ve türevlerine oy veren kadınların da buna onayı yok ve geri çektiler. İstanbul Sözleşmesi’ni bir iki kere denediler gündem ettiler ama yine aynı şeyi gördüler; evlerdeki kadınlar İstanbul Sözleşmesi’ni savunuyordu, kime oy verdiğinden bağımsız olarak dindar mı seküler mi ya da Türk mü Kürt mü olduklarından bağımsız olarak savunuyorlardı Sözleşme’yi. Aslında tam demin Gültan’ın anlattığı gibi, kadınların hayatın farklı yerlerinde aynı sorunları yaşarken, o sorunlar karşısında dayanışmacı politikada buluşmasını gösterdi hepimize o kampanyalar. Son dönemde Jin Jiyan Azadî sloganları yükseldiğinde provokasyonla karşı karşıya kaldık ama bu gerçek değil aslında bunlar belirli kesimlerden gelen provokasyonlar. Biz şunu gördük İstanbul Sözleşmesi sırasında Amed’de Van’da binlerce kişi yürürken İstanbul’da da binlerce kadın yürüyordu ve aslında evlerden bu desteği aldık onun için Meclis’te, yani seçilen vekillerin oylarıyla değil bir darbe kararnamesiyle İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekildi. Biz şunu biliyoruz, demin Gültan bir önceki soruda anlatmıştı, bölgede artık erkek şiddeti meşru bulunmadığı için, çevredeki kadınlar komşular müdahale ettiği için erkekler şiddet uygulamaya çekiniyorlar utanıyorlar diye. Biz de tam bunu görerek diyoruz ki artık kadınlar şiddetin kaderleri olduğunu kabul etmiyorlar başka kadınların sesini duyuyorlar, televizyondaki sesini duyuyorlar gazetedeki sesini duyuyorlar, komşularından duyuyorlar. Türkiye kadınların sosyal medyayı akıllı telefonları en yaygın kullandığı ülkelerden biri, sosyal medyadan görüyorlar ve şiddet karşısında boşanmanın hakları olduğuna ikna oluyorlar. Dayanışma dediğimiz şey bütün bu erkek egemenliğinin politikalarının iç içe geçmişliği karşısında beraber durmak için. Elbette ki sokağa döküldüğümüzde etkili oluyoruz, örneğin hiç unutmuyorum Beşiktaş’ta yapmıştık kız çocuklarının tecavüzcülerle evlendirilmesine karşı eylemi; o eyleme katılanların çevresinde böyle bir şey yaşanıyor muydu bilmiyoruz büyük ihtimal yaşanmıyordu. Ama biz şunu biliyorduk o politikanın devamının erkek şiddeti meselesinde İstanbul Sözleşmesi’ne geleceğini biliyorduk ya da işte müftülük nikahıyla yine küçük yaşta kız çocukların evlilik adı altında cinsel şiddete maruz kalmasının meşrulaştırılmasına sıranın geleceğini biliyorduk. Bu yüzden mesele sadece siyasetin oy’a nasıl tahvil edildiği değil kadınların kendi yaşam alanlarında kendi haklarına kendi ezilmişliklerine karşı politikalara sahip çıkmaları için kadınların bütününü içeren bir yerden politika üretmek gerekiyor. Ki da zaten Gültan’ın demin anlattığı gibi öyle bir tek bir merkezileşmiş politika ile olması mümkün değil, farklı ezilmişliklerin farklı örgütlenmelerinin gerektiğinde yan yana gelerek ses çıkarması ile olabilecek bir şey.
Savaş karşıtı mücadele ise bugün yeniden 8 yıldır bastırılan barış sesine karşı -aslında ilk olarak sizlerin hapse atılmasıyla başladı somut olarak- barış için kadın örgütlenmelerinin hayatın farklı alanlarından da olsa, savaş karşısındaki farklı konumlanışlarımızla da olsa yan yana gelerek, farklılıklarımızla barış politikasını örmek için toplantılar yapıyor Feminist Hareket ve Kürt Kadın Hareketi. Kürt feminist arkadaşlarımızla yeniden toplanıyoruz ve şu yeni dönemi tam da sadece Türkiye merkezli olarak değil, deminden beri konuşuyoruz, Türkiye’nin yayılmacı politikalarını hem Kuzey ve Doğu Suriye’yi hem Başur’daki yayılmacı politikaları ve savaş kışkırtıcılığını gören bir yerden barışı konuşuyoruz.
Savaştan bahsetmişken, bugün belirsizlik içerse de bir süreçten bahsediliyor ve insanlar bunun barışa ne kadar evrilebileceği noktasında emin olamıyor. Kadın hareketi buna dair nasıl bir yol izleyecek ve bu noktada ne kadar, nasıl ortaklaşacak?
Gültan Kışanak: Buradan baktığımızda da aslında bizim açımızdan kadınların barış politikalarıyla ilgilenmesi ve bu konuda politik öncelik olarak gündemlerine alması öyle Devlet Bahçeli’nin el sıkışmasıyla başlamadı. Türkiye’de kadınların çok güçlü bir barış için ortak mücadele geçmişi, deneyimi var ve bu konuda hem politik çözümlemeleri hem teorik çözümlemeleri var, bu konuda yapılmış çok sayıda atölye çalışması var. Çeşitli barış buluşmaları, konferansları, barış mitingleri, eylemleri etkinlikleri var. Bunların daha örgütlü bir şekilde ifade edildiği, Barış için Kadın Girişimi vardı, sonra Kadın Özgürlük Meclisi kuruldu. Biz Türkiye’deki kadınlar olarak şunu kadın politikalarımızdan doğru dönüp çözümledik, dedik ki biz kadınlar kadın özgürlük mücadelelerimizi ve kadın kurtuluş mücadelelerimizi daha güçlü yürütmek istiyoruz, bunun için de aynı zamanda bütün bu sorun alanlarını böyle dikey bir şekilde kesen savaş politikalarına karşı barışı savunmak, bizim için ilkesel bir tutumdur. Yani öyle konjonktürel bir mesele değil onun için savaşın kadınlara nelere mal olduğunu, savaşın militarizmin kadınların hayatını nasıl zorlaştırdığını ve erkek egemenliğini nasıl güçlendirdiğini teorik olarak da çözümlemiştik pratik olarak da deneyimlemiştik ve buna karşı güçlü ortak bir mücadele deneyimimiz de vardı ve bu bizim için ilkesel bir durumdu. Şu geçtiğimiz 8 yıllık 10 yıllık süre içerisinde, diyelim ki 2015’ten sonra, çok sert bir şekilde yeniden savaş politikalarının devreye girmesiyle birlikte ve daha da otoriter bir yönetimin bütün kadın mücadele alanlarına yönelikle saldırını yükseltmesiyle, belki barış meselesini konuşmak geri plandaydı bir parça. Ancak barış mücadelesi ilkesel olarak kadın mücadelesinde teorik ve politik olarak da feminist mücadelede önemli bir yere oturuyor ve önemli de bir geçmişi var. Şimdi Hülya hep böyle dışarıdaki mücadeleden örnekler verdi, ben de kendi yaşadığım alandan küçük bir örnek vereyim, mesela son yerel seçimlerde Ankara’dan bir adaylık durumum söz konusu olmuştu. Aslında o zaman böyle kimse kimseyle el sıkışmıyordu ama biz kadınlar Ankara’yı sembolik bir yer olarak tercih ettik. Ankara’ya, Ankara’dan Türkiye’nin dört bir yanına barış köprüleri kurma iddiasıyla biz yola çıkıyoruz, bu bizim için herhangi bir belediyeyi kazanma iddiası değil, barışı kazanma iddiasıdır, bu savaş politikalarına karşı özgürlüklerimizi kazanma iddiasıdır, diye yola koyulduk, demokratik bir ortak geleceği kazanmak istiyoruz asıl, dedik. Yani bu son dönemdeki gelişmeler bizim için yeni bir durum değil onu ifade etmek istiyorum. O nedenle de biz dönüp sadece bu son gelişmelere bakmıyoruz, acaba ne olacak bu hafta grup toplantısında ne söyleyecekler, ne olacak, kim kiminle görüştü, kapalı kapılar ardında ne oluyor falan, biz kadınlar bunları çok merak etmiyoruz. Neden merak etmiyoruz; dile bakıyorsun söyleme bakıyorsun pratiğe bakıyorsun iler tutar tarafı yok, bir taraftan her gün şöyle ezerim böyle bitirdim derken bir taraftan da yok barışıyorum deyince, insanlar doğal olarak anlamıyorlar. Ne oluyor diye oraya bakmak orayı takip etmek seyretmek değil kendi bulunduğumuz alanlardan savaşa karşı barış mücadelesini yükseltme perspektifiyle bir zamandır çeşitli buluşmalar, toplantılar yapıyoruz kadınlarla, hem İstanbul’da hem Ankara’da bir araya geldik. En son ben HDK’nin İzmir’deki, İzmir Barışı Konuşuyor toplantısına katıldım oralarda da çeşitli toplantılar yapıyoruz. Yani kadınlar seyreden değil müdahale eden bir politik hatta duruyorlar ve güçlü bir şekilde savaş politikalarına karşı barışı kazanmak, sadece konuşmak için değil kazanmak için bir tutum almış durumdalar. Bununla ilgili çalışmalar sürüyor çeşitli toplantılar yaptık önemli tartışmalar yürüttük ve bu toplantıları önümüzdeki günlerde de devam ettireceğiz, orada ortaya çıkan durum şu; herkesin az çok üzerine ortaklaştığı konular; bir, bizim geçmiş deneyimlerimizden barış deneyimlerimizden kadınların barış mücadelesindeki deneyimlerini gözden geçirmek. İkincisi, daha güçlü bir şekilde sürece müdahil olmak, üçüncüsü nasıl bir barış, aslında kastettiğimiz ne, bunu konuşmak çünkü o yüksek siyasette nasıl bir barış sorusu hiç konuşulmuyor biz kadınlar bunu konuşmak istiyoruz. Bir de savaş gündelik hayatlarımızda her birimize nasıl değdi nasıl değiyor bundan sonra ne gibi risklerle karşı karşıyayız. Ve biz birbirimize hikayelerimizi anlatarak birbirimizi anlamaya ve kadınların bu konudaki toplumsal refleksini güçlendirmeye çalışıyoruz böyle bir çıkış yapmak genel olarak herkesin ortaklaştığı nokta. Soyut teorik bir değerlendirme, bekleyen, seyreden değil kendi hayatından kendi pratiğinden yola çıkarak katılmak dahil olmak ve kadınların barış sözünü çoğaltmak üzere bir çıkış yapmak istiyoruz.