25 Kasım, İzmir – Mezopotamya Ajansı
'Kadınlar artık erkek egemen faşist iktidarlar karşısında bir alternatif açığa çıkabileceklerinin çok farkında… Sadece mücadele etmiyorlar, alternatifin öncülüğünü de yapıyorlar. Faşist rejimler ne kadar saldırırsa saldırsın, bu gerçeği değiştiremiyor'
Dünya genelinde kadın mücadelesinin yükselmesi ile birlikte patriyarkal/faşist yönetimlerin de kadınlara ve mücadeleyle elde ettikleri kazanımlara yönelik saldırıları arttı.
Afganistan'da Taliban rejiminin kadınları kamusal alandan uzaklaştıran, eve ve erkeğe hapseden uygulamaları, İran'da Jîna Emînî ile yeniden gündeme gelen kadını yok sayan baskıcı şeriat rejimi, ABD'de kürtaj yasağı ve Rojava Kadın Devrimi'ne yönelik uluslararası güçlerin Türkiye eliyle devrimi boğma çabaları kadınlara ve haklarına yönelik saldırılara yalnızca birkaç örnek.
Türkiye'de ise durum Afganistan veya İran'dan çok da farklı değil. AKP iktidarı kadın haklarını bir bir tırpanlanırken, 'makbul' kadın tanımına uymayanları da ya 'terörist' olarak yaftalanıyor ya da tutuklama, gözaltılarla sindirmeye çalışıyor.
En son 25 Kasım'da erkek şiddetine karşı alanlara çıkan kadınlara uygulanan kolluk/devlet şiddeti ve sonrasında özellikle Kürt kadın hareketine yönelik gözaltı furyası Türkiye'de iktidarın kadın politikalarına yönelik tutumunun en yakın ve somut örneği oldu. Bu örneklere İstanbul Sözleşmesi'nin iptali, nafaka hakkının gasp edilmek istenmesi, seçilmiş kadın vekillere/eşbaşkanlara yönelik tutuklamalar, kapatılan kadın kurumları gibi birçok pratiği de eklediğimizde liste epey uzuyor.
Peki dünya genelinde kadın mücadelesi bu kadar yükselirken, aynı zamanda faşist rejimlerin saldırılarının da artması ne anlama geliyor, kadınların tüm bu baskı ve şiddete rağmen mücadeleden geri adım atmamasını nasıl okumalı? Neredeyse dünya kadın hareketlerinin tümünün diline doladığı 'jin jiyan azadî' sloganı yeni bir dünya tahayyülünün neresinde duruyor?..
Aklımızdaki soruları Halkların Demokratik Partisi (HDP) Milletvekili ve Kadın Meclisi Sözcüsü Ayşe Acar Başaran'a sorduk…
*Bugün dünya genelinde faşizmin/patriyarkanın kadın mücadelesini ve kazanımlarını hedef almasını siz siyaseten nasıl okuyorsunuz?
Tüm dünyada erkek egemen rejimler kendi inşasını tekçilik üzerine kurguluyor son süreçte. Özellikle dünyanın tümünü yakından izlediğimizde erkek egemen rejimlerin nasıl örgütlendirildiğini ve kendini nasıl daha çok savaş eksenli, güvenlikçi politikalar üzerinden konumlandırdıklarını görebiliyoruz.
Bunu yaparken de tarihsel olarak ilk kadının kazanımlarını ve kadın mücadelesini hedef alıyorlar. Çünkü kadınların, erkek egemen zihniyetler tarafından kurulmak istenen bu rejimin bir parçası olmak istemeyeceğinin çok farkındalar.
Şili, Afganistan ve Amerika’da son dönemlerde erkek egemen rejimlerin kışkırtılması bunun bir örneği.
Bu yüzyılın başında rejimler ve ulus devletler inşa edilirken Avrupa’da ve uluslararası alanda kısmen de olsa kadınların hak ve özgürlüklerini elde ettiklerine, verilen büyük bir mücadele sonucu kazanım edindiklerine şahitlik ettik. Ama erkek egemen kapitalist rejimler kadın mücadelesi geliştikçe kendi alanlarının daraldığını, kendilerine karşı bu mücadelenin bir güç olduğunu ve bunun karşısında direnemeyeceklerini bildiklerinden her yerde kadın mücadelesini ve kazanımlarını hedef alıyorlar.
Bu Türkiye ve Kürdistan’da daha net bir tablo olarak önümüzde dursa da dünya deneyimlerinde benzer bir yaklaşım sergileniyor. Yani faşizm, karşısındaki en dirençli, en dönüştürücü ve umut veren gücü hedef alıyor. Bu yüzden bu kadar keskin bir saldırı söz konusu.
*Sizce faşizm/patriyarka bu yükselen kadın direnişleri karşısında bir kriz yaşadığı için mi böyle saldırgan?
Bunda iki durum söz konusu; Birincisi, az önce de ifade ettiğim gibi faşizm ve kadın özgürlük mücadelesi yan yana gelemeyecek iki terim. İkincisi, gerçeklik. Kadının mücadele yürüttüğü, öncülük ettiği, dönüşüm yarattığı bir toplumda faşizm üretemezsiniz, açığa çıkartamazsınız.
Bir taraftan rejimlerin, devletlerin kendisi kadınları direkt hedef alırken bir taraftan da toplum içerisinde erkeklerle de bir ittifak, uzlaşma halinde olduklarını görüyoruz. Erkeklere de bu süreçte paye vererek, kadınların üstünde tahakküm kurmalarını sağlayarak bu süreç içerisinde bir yeni inşa gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Aslında biz faşizmin kurumsallaşması meselesini de bu meseleden çok bağımsız ele almıyoruz.
*Faşizmin kurumsallaşması partinizin sıkça kullandığı bir tabir. Bunu biraz açar misiniz?
Hiçbir farklılığa yaşam hakkı tanımayan, hiçbir farklı görüşü barındırmayan, bir taraftan farklılıkları fiziki, fikri ve ideolojik olarak hedefleyen; bunun karşısında yerelden merkeze bu zihniyeti kurgulayan, örgütleyen bir anlayışla karşı karşıyayız. Faşizmin kendini kurumsallaştırması meselesi bu.
Faşist ve diktatöryal rejimlerde fikrin açıklanmasını bırakın, neredeyse düşünmenin bile suç olduğu, kendi ifade etme zemininin ortadan kaldırıldığı, demokratik teamüllerin tümüne rahmet okutan rejimlerin kendisi olarak da ifade edebiliriz. Bugün Türkiye’de medyadan diyanete, eğitimden sağlığa, savunmadan diplomasiye her alanda bunların izlerini görebilirsiniz. İşte faşizm kurumsallaşması tam da budur.
Bu ülkede her gün en az bir kadın katlediliyorsa ama bunun karşısında iktidar hiçbir tedbir almazken kadınlar “Bir kişi daha eksilmek istemiyoruz, İstanbul Sözleşmesi'nden vazgeçmiyoruz, Eşbaşkanlık mor çizgimizdir, eşit ve özgür yaşamı savunuyoruz” dedikleri için yargılanıyorsa bu faşizmdir. Bu ülkede bir Cumhurbaşkanı ayrıca bir siyasi partinin genel başkanıysa ve toplumun büyük bir ekseriyetini terörist olarak tariflerle, damgalarla hedef haline getiriyorsa, buna karşılıklı en ufak bir eleştiri yargılama konusu yapılıyorsa bu faşizmdir. Bu faşizm böyle kurumsallaşmıştır.
*Faşizm ve kadın hakları konusunda genel çerçeveyi biraz daha daraltırsak; Türkiye'de iktidarın kadın politikalarını nasıl özetlersiniz ve bu politikalar iktidarın varlığını sürdürebilmesi için nasıl bir önemde?
Bir önceki soruda Türkiye’de kadına yönelik politikalara ve AKP-MHP ittifakının kadına yaklaşımına kısmen değinmiş olduk aslında. AKP 20 yıllık politikasında kadın özgürlüğüne hiçbir zaman inanmadı. Kadının eşit yaşam talebini kendi politikası haline getirmedi. İktidarının ilk dönemlerinde belli demokratikleşme adımlarıyla kadınlar belli kazanımlar elde etse de bu kazanımları peyderpey tırpanlayarak, dağıtarak ilerleyen bir yaklaşıma sahip oldu.
Ancak 2015 yılından itibaren Kürt sorununu demokratik yöntemlerle çözmekten vazgeçip savaş politikalarını gündemine almasıyla kadın kazanımlarını daha fazla hedeflediklerini görüyoruz. Bu sadece Türkiye için mesele değil. Dünyada gerçekleşen erkek rejim inşaları, tekçi, milliyetçi savaş perspektifi söz konusu. İktidar da bir taraftan Kürtlerin talebini savaşla bastırmaya çalışırken, bir taraftan da kadınların kazanımlarını hedefledi. Kayyımlarla, KHK’lerle, onlarca kadın merkezinin kapısına kilit vurdu. Kadınların büyük mücadelelerle sağlamış olduğu Kadın Bakanlığı'nı “aile” ile tanımlayarak Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı içinde nesneleştirdi, kürtajı fiili olarak yasaklı hale getirdi. Kadın mücadelesini hedef alarak marjinalize etmeye çalıştı. Kadınların 25 Kasım’da alanlarda olmasını şiddet ve zorla bastırdı. Kadınların özgürlük mücadelesini mahkeme salonlarında yargılamaya çalıştı. İstanbul Sözleşmesi'nden geri çekildi.
Bu süreçler birbirinden bağımsız değil. Sistematik bir kadın kırım politikasını açığa çıkardı. Kadın mücadelesi yürüten öncü siyasetçileri hedef aldı. Sebahat Tuncel, Gültan Kışanak, Ayla Akat, Figen Yüksekdağ ve onlarca kadın arkadaşımız cezaevinde rehin tutuluyor.
Bu iktidar önündeki en büyük tehlike ve engel olarak kadın mücadelesini görüyor. Tam da bu nedenle bir taraftan kadınları hedef alırken diğer yandan erkekleri kadınlara karşı kışkırtıyor. Gerek dışarıda gerek cezaevlerinde yüzlerce kadın şüpheli bir biçimde yaşamını yitiriyor. Garibe Gezer bunun bir örneğiydi.
İktidarın en tepesi olan Cumhurbaşkanından medyasındaki programcılarına kadar sürekli kadınları aile içinde anne, kız kardeş, bacı gibi erkekler üzerinde tanımlayan, kadınların özgürlük mücadelesini küçümseyen bir durum söz konusu. Tüm kadınlar en yakıcı bir biçimde iktidarın politikalarını hissediyor.
Sizler de bunu en yakından hisseden ve görenlersiniz. Nagihan arkadaşımız yıllarca Kürt kadın gazeteciliğinin mücadelesini yürütmüş, yaşamı erkek perspektifiyle okuyan bakış açısına karşı kadın üzerinden okuyan Jineoloji'nin editörüydü. Ve Süleymaniye’de katledildi. Yine Berivan Altan ve diğer kadın gazetecilerin evleri yaptığı haberler nedeniyle basıldı, başları eğdirilmeye çalışıldı. Binlerce kişinin oyunu alan halkın vekili Semra Güzel’in de başının eğdirilmeye çalışılması Türkiye’de iktidarın kadın mücadelesine yaklaşımının bir resmi olarak karşımızda duruyor.
*İran, ABD, Türkiye, Afganistan ve bugün saldırılarla karşı karşıya olan Rojava Kadın Devrimi… Özellikle bu ülkelerde kadınlara, kazanımlarına yönelik yükselen bir saldırı furyası var ama ciddi bir kadın direnişi de var. Kadınların itirazlarını veya isyanlarını nasıl okumalı?
Bir taraftan erkek egemen tekçi rejimler kendini kurumsallaştırdıkça, kapitalist modernite kendi varlığı için bu tehlikeleri öne sürdükçe kadınlar da aslında mücadelelerini ve birlikteliğini büyütmeye devam ediyor, alternatifi örmeye devam ediyor. İran'da, ABD’de, Türkiye'de, Afganistan'da, Rojhilat’ta, Rojava'da, Kürdistan'da bu rejimlerin karşısında ciddi bir kadın direnişi var.
Bunda Rojava’da IŞİD barbarlığına karşı verilen büyük mücadele akabinde ortaya çıkan kadın devriminin büyük bir etkisi olduğunu da söylemek lazım. Tabii ki sadece Rojava'daki kadın devrimi değil yani, Türkiye ve dünyanın dört bir yanındaki kadın direnişlerinden de bahsediyorum. Şili’de kadınların sokağa çıkması, danslarıyla bir tepkiyi örgütleyip bunu bütün dünyaya mal etmeleri, bugün İran'daki “Jin, jiyan, azadî” sloganının bütün dünyada bir paradigmaya, bir fikriyata dönüşmesi ya da Afganistan'da Taliban rejimine karşı kadınların amansız bir mücadele vermesi, bütün zor ve saldırılara rağmen geri adım atmama pratikleriyle de yüz yüzeyiz.
Kadınlar artık bu erkek egemen faşist iktidarlar karşısında bir alternatif açığa çıkabileceklerinin çok farkındalar. Bunun örnekleri de var. Hepimiz açısından önümüzde bir dönüşüm, değişim, kadın mücadelesini içselleştirme, kendini, toplumu dönüştürme durumu söz konusu. Bu açıdan büyük bir kadın direnişi var ve kadınlar sadece erkek egemen siyasetlerle, bu faşist rejimlerle mücadele etmiyor. Bir de yeninin, alternatifin öncülüğünü, kuruculuğunu da yapıyorlar. Yeni dünyada aslında tam da bu nedenle bu 21. yüzyılda bir kadın devrimi ve kadın yüzyılı tahayyülü söz konusu. Bu bütün dünya açısından böyle. Faşist rejimler ne kadar saldırırlarsa saldırsınlar, bu gerçekliği değiştiremiyorlar.
Her saldırdıkları yerde daha da büyüyen, gelişen enternasyonal hale gelen, deneyimleriyle birbirini büyüten ve birbirini geliştiren bir kadın mücadelesi var. Şu anda dünya deneyimlerinde demokrasi mücadelesi tek ayaklı olarak yürütülmüyor. Bir taraftan hem toplumdaki dönüşüm değişim, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi verilirken bu faşist rejimler karşısında bir taraftan da kadın mücadelesi veriliyor.
Bu da Kürt kadın hareketinin bir değer olarak bütün dünya mücadele deneyimlerine kattığı bir katkı. Çünkü Kürt kadın hareketi hiçbir zaman kadın mücadelesini demokrasi ve özgürlüklerden bağımsız ele almadı. Kürt halkının mücadelesinden, kendi ulusal mücadelesinden bağımsız ele almadı, bunları beraber yürüttü. Tarihsel olarak ilk ezilen kimlik olan, ilk yok sayılan, ilk köleleştirilen ulus olarak kadınların özgürlüğü ile toplumsal özgürlüğü elde edebilecekleri düşüncesiyle, ulus devletin kendini erkek egemenliği üzerinden ezen-ezilen ilişkisini büyüterek var ettiği yaklaşımıyla bu mücadeleyi yürüttü.
*Burada Kürt kadın hareketi için ayrı bir parantez açmak gerek. Jin Jiyan azadî sloganı bugün dünyada yankılanıyor ve hiç Kürtçe konuşmamış, duymamış insanlar dahi haklarını Kürtçe bir sloganla talep ediyor…
Gerçekten Rojhilat’ta molla rejimine karşı onlarca gündür sokakta verilen mücadele aslında Rojhilat’ın (İran Kürdistan Eyaleti) İran tarihinde de farklı bir anlama sahip olduğunu gösterdi. Bu süreci diğerlerinden ayıran esas mesele, buradaki mücadelenin öncülüğünü kadınların yapması. Orada açığa çıkan slogan olan "jin, jiyan, azadî"nin toplumsallaşması önemli. Bu Rojava’daki kadın devriminden çok farklı değil aslında. O dönem de Rojava Kadın Devrimi sadece Rojava’daki Kürt kadınların devrimi değildi, dünyaya armağan edilen, dünya kadınlarının da kendi mücadelesi olarak gördüğü bir örnekti. İkisi de aynı etkiyi yaptı, çünkü ikisi de aynı fikriyattan besleniyor. Kadınların özgürlüğünün, toplumun özgürlüğü olduğu fikriyatından. Ve bu fikriyat bütün dünyada, Kürtçe bilmeseler de ortak bir slogan haline geldi.
*Peki bugün Rojava'daki Kürt kadınlara ve orada bu sloganın fikriyatını inşa edenlere yönelik savaş tehditleri karşısında yeteri kadar destek sunuluyor mu sizce?
Tabi ki bu sloganı sadece dillendirmek yetmez. Bugün bu sloganın yaşamsallaştığı Rojava’ya yoğun bir saldırı söz konusu. AKP-MHP savaş ittifakı bu yüzyılda bir taraftan Kürt düşmanlığını derinleştirirken her türlü kazanımlarını da hedefleyen bir yaklaşım açığa çıkartıyor. Bir taraftan da bu kaosla seçime giderek tekrar başa gelme hedefi taşıyor. O açından bu sloganı sadece alanlarda, meydanlarda haykırmak değil sloganın yaşamsallaştığı, vücut bulduğu, bir sisteme dönüştüğü Rojava’daki devrime sahip çıkmak hepimizin görevi.
Kuzey ve Doğu Suriye’de erkek egemen kapitalist rejim karşısında demokratik bir sistem inşası var. Bu sistem kadınların öncülüğünde kuruluyor. Farklı kimlik ve inançların, kadınların, erkeklerin, gençlerin bir arada ortak bir yaşam kurabileceklerini tüm dünyaya gösterdi. Jineoloji akademileri, Jinwar kadın köyü alternatif bir umut yaratıyor. Bu umut hepimizin umudu. Ortadoğu’da bir vaha yaratan bu devrimi hepimizin güçlü sahiplenmesi gerekiyor.
*Rojava'ya yönelik saldırıların bir yandan da seçimle bağlantılı olduğunu ifade ettiniz. Seçimler yaklaşırken ittifaklar/ortaklıklar da sıkça tartışılan bir başlık. İktidarın tüm bu politikalarına karşı kadın hareketlerinin ittifak tartışmaları ne çerçevede ve ne kadar kapsayıcı?
Kadınlar, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele ve Dayanışma Günü'nde sokağa çıktılar. İstanbul’da 200 kadın gözaltına alındı ve şiddete uğradı.
Bu cinsiyetçi ve savaş iktidarının karşısında kadınların nasıl bir ortaklaşma sağlayacağı, nasıl bir ittifak ve dayanışmayı örgütleyeceği aslında önemli bir başlık. Biz kadınlar sadece seçim süreçlerinde bir araya gelmiyoruz. 25 Kasımlarda, 8 Martlarda mücadelemizin aktığı birçok zeminde bir araya geliyoruz. Dönem dönem ortak tartışmalar da yürütüyoruz. Kadın mücadelesinin bir sürekliliği olması gerekiyor.
İttifakların kadın meselesine yaklaşımına karşı bir ortak tutum ve tavır almanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Bugün bir tarafta Millet İttifakı, bir tarafta Cumhur İttifakı var bir taraftan da belki bir mücadele ortaklığı olarak açığa çıkan ve önümüzdeki süreçte, seçim sürecinde de seçim ittifakına evrilme tartışması olan ancak henüz netleşmemiş bir tartışma var. Burada kadınlar ne talep ediyor? Millet İttifakı kadınlara ne vaat ediyor? Millet İttifakı bu rejimden farklı ne yapacak? Kadın temsiliyetinin düşük olduğu parlamentoda, kadının hak ve özgürlüklerinin kısıtlandığı bir süreçte sadece İstanbul Sözleşmesi'ni uygulamaya koymak yeterli mi?
Kadınların özgürlük talebi var. Ve ittifakları bu konuda zorlamanın ve netleşmelerini sağlamanın kadın hareketinin ortak tutumuyla gerçekleşeceğine inanıyoruz.
Biz HDP Kadın Meclisi olarak seçimlere giderken, kadın beyannamemizi oluştururken mutlaka kadın zeminleriyle bir araya gelmeye çalışırız. Biz üzerimize düşen sorumluluğu yerine getireceğimize inanıyoruz. Ama sadece HDP olarak değil, tüm siyasi partilerin kadın açısından hangi taahhütlerinin olduğunu tartışmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
*Son olarak "21. yüzyılın kadın yüzyılı" olmasına veya bir kadın devrimine ne kadar yakınız, bunun için yapılması gereken ne?
Karanlığı ören zihniyete karşı daha net bir tutum alınması gerektiğini düşünüyorum. 25 Kasım aslında kadınların sokakta tutumlarını netleştirdiği bir süreçti. Kadınlar alanlarda "jin, jiyan, azadî" sloganını yükseltti, Rojava devrimini sahiplendiler. Ama bu yetmez, bu sloganın toplumsallaşması gerekiyor. Bu yüzden hepimizin üzerine büyük sorumluluklar düşüyor.