Hafızası, geçmiş direnişleri unutturulmayan çalışılan toplum önce duygu olarak pasifize edilmeye çalışılıyor ki direnecek gücü, motivasyonu kalmasın kimsenin. Oysa hatırlamak gerek; hiçbir toplumsal mücadele ve onun araçları tarihin hiçbir döneminde kolay olmadı
Düşünmeyi ve anlatmayı çok sevdiğim bir hikâye var. Senesi kafamda biraz bulanık, 2015 ya da 2016 olmalı. İstanbul’da yeni yeni yapılmaya başlanan jineolojî atölyelerinden birindeydik. Farklı yaşlardan, farklı şehirlerden, farklı mesleklerden kadınlar bir araya gelmiş jineolojîyi bulmaya ya da onun bizi rahmine kabul etmesine çalışıyorduk. Doğum sancıları gibi. Kadınlık deneyimlerimizden, bilginin bizlerden nasıl çalındığından, bildiklerimizin nasıl yok sayıldığından, erkekliğin kötülüklerinden bahsediyorduk. Cadılar, şifacı kadınlar, doğal bitkiler, doğal tedavi yöntemleri konuşmayı en sevdiğimiz konulardan biriydi. Hepimizi içine çeken bir yandan konuşması dahi iyileştiren, sağaltan en güzel konularımızdandı. Yeni nesil olan bizler için duymaya arkaik bir hasret, yaşamı zaten bunlarla geçen yaş almış kadınlar için bir dolu yaşam öğüdüydü. Duygumuzun, düşüncemizin kesiştiği, kesiştiği yerin yeni doğan bir bilimin bizi birleştirdiği anlardı. Bizler öğrenmeye çalışıyorduk, bilenler öğretmeye. Onların anlattığı muazzam bilgilerin bugün nasıl erkek eli ile bize karşı bir silaha dönüştürüldüğünü anlamaya çalışıyor, “meğerse ne değerliymiş” bunlar diye heyecanlanıyorduk. Derken Siirtli bir anne söze girdi. Bilim konuşacağız derken tedirgin olmuş, “ben ne anlarım ki” kaygılarını gözlerine taşımış, otlardan, çiçeklerden, regl ağrısına iyi gelen soğan suyundan bahsederken heyecanlanıp, kaygılarını bir kenara bırakmıştı.
30 yıldır zorunlu göçle İstanbul’a gelmek zorunda bırakıldığı hikayesi, bir anda jineolojînin bağrında yeniden anlam bulmaya gebeydi. Tek yapması gereken anlatmaktı, anlattı…
Siirt’teki köyünde ebelik yapıyormuş. Hastane yok, sağlık ocağı yok, doktor yok. Doğumu zorda kalan kadınlara yardım ediyor, gebelik süreçlerinde de ne yapması gerektiğini kadınlara anlatıyormuş. Hangi ot iyi gelir ne yesinler ne yemesinler ne yapsınlar ne yapmasınlar… Gel zaman git zaman derken doğum sırasında olan ölüm vakalarına kendince çözüm bulmaya çalışmış. Su. Her şeyi temizliyor, ölümü neden temizlemesin? Doğumu zor geçen kadınlar için bir leğene sıcak su koyuyor, içine oturtuyor ve daha rahat doğum yapmalarını sağlıyormuş. Sadece kendi köyünden değil başka köylerden kadınlar da kendisine başvuruyor o da elinden geldiğince yardım etmeye çalışıyormuş. Ta ki köylerinin de bağlandığı bir kasabaya bir hastane yapılıp oraya erkek bir doktor atanana kadar. Doktor gelmiş, gelmiş ama kimse gitmemiş. Hem erkek hem dillerini bilmiyor hem de evde doğum yapmak daha bilindik daha aşina… Bir süre sonra doktor sinirleniyor; “Niye kimse gelmiyor buraya, doktor doktor diyordunuz devlet size doktor gönderdi…” Sonra birileri kulağına fısıldıyor; “Doktor Bey, kadınlar doğum için genelde bir ebe abla var, ona gidiyorlar” diye. Doktor yine sinirleniyor, “Bırakın bu cahilliği, kocakarı yöntemlerini” diye çıkışıyor. Yapacak bir şey yok, bizim ebenin köyüne askerler gidiyor. Ebeyi gözaltına alıp, doktorun yanına götürüyorlar. Doktor bağırıp çağırıyor; “Bir daha böyle cahilce şeyler yaptığını görürsem seni tutuklatırım, bir de suya koyuyormuşsun kadınları, bir halttan anladığınız yok, kadınlara diyeceksin bana gelecekler” diyor. Anne anlatırken mahcup ama zafer kazanmış bir ifade ile ufak bir not düşüyor; “o öyle dedi ama ben yine alttan alta yaptım…” diye. Derken, savaş büyüyor. Annenin köyü boşaltılıyor ve ailesi ile birlikte İstanbul’a zorunlu göç ediyor. Bize bu hikâyeyi anlattığı yıldan birkaç yıl önce televizyonlarda bir haber gördüğünü söyledi sonra; “Amerika’da suda doğum! Artık doğum yapmak daha kolay…” Anne haberi görünce heyecanlanmış, “Vallahi bunu ben bulmuştum” demiş. O anda hem kendisi gülümsüyor hem biz… Büyük ciltli kitapların, devasa dipnotlarla, karmaşık kavramlarla anlattığı meselenin özünü altmışlı yaşlarında zorla göçertilerek geldiği şehirde bir avuç kadınla oturup sohbet ederken anlatmıştı. Ne doktora boyun eğmiş ne askere ne devlete… 30 yıl sonra dahi kadın mücadelesini devam ettirmiş, bir öğlen vakti kadın yoldaşlarıyla oturup sohbet ederken yaptığı şeyin, başına gelen şeylerin, o vakitler belki de ona önemsiz gözüken şeylerin şimdi ne denli önemli ve ortak hikayemiz olduğunu görmüştü. Görmüştük.
Bu hikâyeyi savaşın içinde direnen kadınların gündelik direnişlerinin önemini de anımsattığı için hep sevdim. Direnişin sonsuzluğu, kadın mücadelesinin yöntem pınarının akışkanlığını hatırlattı hep. Bütün zorlu koşullarda akıp giden yaşamı bırakmadan, direnişi hep bir şekilde ayakta tutarak kendini ayakta tutma, var olma yolu. Bugünlerde ve bundan sonraki birçok “bugün”de çoğumuzun bolca ihtiyacı olacağı gibi.
Kadın mücadelesi son iki yüzyılın eseri değil. Şiddete, savaşa, ganimetleştirmeye, tecavüze ve sonsuz saldırılara karşı bin yıllardır direnen bir kadın kimliği gerçekliği var önümüzde. Sınırları, sınıfları aşan, dünyanın her bir köşesinde aynı ezilmişlikle yaşamını binlerce yıldır devam ettiren, erkek aklın dünyadaki ortak bütün enstrümanlarına karşı kendi yöntemleri ile farklı farklı direnme yolları buldu kadınlar. Bugün, dünyanın birçok yerinde en vahşi yöntemlerden en ince erkek aklı saldırılarına kadar uyanık olan ve her defasında meydanları, gerçek mücadele alanlarını terk etmeyen kadınlar. Bugün mücadeleleri yeni bir yaşamı müjdeleyecek kadar ayyukta olan kadınlar. Hep tehlikelerle karşı karşıya kaldı bu mücadele. Erkek egemenliği kadının sesinin çıktığı her anda daha çok saldırdı. Kimi zaman uçurumlardan atıldılar, kimi zaman evlere bağlandılar, kimi zaman ahırlara kitlendiler, kimi zaman kaçırıldılar, kimi zaman tecavüze uğrayıp bir arabanın içerisinde ölü süsü verildiler, kimi zaman kaybettirildiler, kimi zaman bir sokak başında arkalarından vuruldular, kimi zaman meydanlarda coplandılar, kimi zaman bir doktorun karşısında tehdit edildiler, kimi zaman en olmadık hakaretlere maruz kaldılar. Gel gör ki baki olan direniş, baki olan kadın mücadelesi oldu.
Bugün, Türkiye’deki seçimlerden sonra özellikle kadınları çok karanlık günler beklediğine dair öngörüler uçuşuyor havada. Mecliste kadınları sahiplendirmek isteyenler, üç eşli adamlar, 6284’ü “ayet değil” değişir diye tehdit edenler, ailemizi bölmek isteyenlere izin vermeyeceğiz diyenler, eş başkanlığı “terör” faaliyeti olarak değerlendirenler, kadın mücadelesini suç görenler var. Ve hatta “çoğunluklar”. Şöyle bir durup baktığınızda “eyvah! yandık, bittik” senaryoları havada uçuşuyor. Öyle ki geçen gün Amed’de bir kadın kuaföründe; “Hizbullah tek yaşayan kadınların, boşanmışların adresini alıyormuş nüfus müdürlüğünden” diye konuşuyordu kadınlar. Mevcut egemen “siyaset” yapıcıların uzunca bir süredir ilk önce yaptıkları şey bir korku salmak ve insanları sindirerek buna ikna etmek üzerine kurulu. Hafızası, geçmiş direnişleri unutturulmayan çalışılan toplum önce duygu olarak pasifize edilmeye çalışılıyor ki direnecek gücü, motivasyonu kalmasın kimsenin. Oysa hatırlamak gerek; hiçbir toplumsal mücadele ve onun araçları tarihin hiçbir döneminde kolay olmadı. Hele her an her dakika şiddeti hala yaşayan kadın mücadelesi söz konusu olduğunda. Bölgede sokak ortasında öldürülen kadınlar, kaybettirilenler, uzuvları kesilenler, tehdit ettirilenlere karşı verilmiş kadın mücadelesi zafer elde ederek bugünlere kadar geldi ve eşit temsiliyet, kadın kurumları, özgür-eşit bir yaşam iddiası ve pratiği ile bütün bu karanlık güçleri yendi. Şimdi ise hafızalarda bırakılmak istenen verilen bu mücadele değil, geçmişin karabasanı. Yaratılmaya çalışılan “yendik ve şu saatten sonra sesini çıkaranın vah haline” duygusu bir psikolojik harp gibi işletiliyor. Fakat bu topraklarda hiçbir zaman yönetim bir kadın dostu olmadı. Yüz yıllık tarihinde bunun bir örneği yok. Her dönem stratejiler ve politikalar değişse de değişmeyen tek şey kadın mücadelesine yönelik saldırılar oldu. Kadın kurumları ilk kez kapatılmadı. 1992’de Kürt kadınların kurduğu Yurtsever Kadınlar Derneği sadece bir yıl dernek olarak faaliyet gösterebilmişti. 2000’lere gelindiğinde, bütün saldırılara rağmen yüzlerce kadın kurumu açan bir pozisyondaydı. 80 faşist darbesi sonrası “Dayağa Karşı” yürüyüşlerle kitlesel ilk eylemleri yapanlar kadınlardı. Çok uzağa gitmeden, son beş yıldır defalarca gözaltına alınıp, tutuklanıp serbest bırakıldığının ertesi günü kadın mücadelesine devam eden adları bilinmeyen sayısız kadın var.
Unutturulmaya çalışılan direniş geleneğine karşı belki de öncelikle geçmişi hatırlamak gerekiyor. Elbette ki işimiz zor. Daha fazla saldıracak bir erkek egemenliği duruyor önümüzde. Ama ne zaman kolay oldu ki? 30 yıl önce ebeliği yüzünden bir erkek doktora el pençe durdurtulmak istenen, köyü, evi, barkı yıkılıp İstanbul’a zorla göçertilen ama mücadelesinden bir an bile geri durmadan on yıllar sonra deneyimlerini başka kadınlara aktararak bu mücadeleye su taşıyan kadınların mücadelesinden bahsediyoruz. Sağlığın kadınlardan çalınmasına direnen, kimliği/kültürü için bütün baskılara rağmen mücadele etmeye devam eden nice güzel kadından. Yeni bir mücadele dönemi değil başında olduğumuz şey, devam eden mücadelemizin zorlu bir dönemi. Geçmişten, kadın mücadelesinden, hafızalarımızdan aldığımız güçle devam etmek gerekiyor. Doğum bizim işimiz, sancılı olacaksa da varsın olsun; suda doğururuz!