Halbuki kadınların itirazları, örgütlenmeleri, direnme yöntemleri, erkeklerin de içlerindeki tanrılarla nasıl mücadele edebileceklerinin rehberi gibiydi. Kadın ve erkek arasında sahici bir bağın kurulması; ancak bu rehberliğe güven duyan erkeklerle mümkün olabilirdi
Bundan bir süre önce, Leyla Güven’le yürüyüşe devam edebilmenin imkânları üzerine konuşurken sıkıştığımı da görmüş olacak ki “Kadınlar otuzlarının başına kadar kim olduklarına, ne yapmak istediklerine dair heybelerini doldurur, ortasına doğru da artık kim olduklarını, nasıl yaşamak istediklerini bilerek kendilerini yeniden doğururlar, sen de yeniden doğuyorsun” demişti. Aydınlanma anları vardır ya, yaşam sürdükçe milyonlarcasını deneyimleriz hani. Bu da onlardan biri olacak ki o görüşme sonrasında günlerce, önüme gelen herkese bu tespiti anlatıp durdum.
Derken, “ben yeniden doğuyormuşum” cümlemi en çok dinleyenlerden, beraber yürüdüğüm, iyi ki yürüdüğüm kadınlardan biri, Aycan, o makaleyi paylaştı.[i] Makale binlerce denekten, deneklerin beyin faaliyetlerini daha iyi görebilmek için deneklere glikoz yüklenmesinden bahseden, velhasıl cayır cayır pozitivizm kokan bir makaleydi. Ama şunu da söylüyordu; beyin zamanla modüler olmaktan bütünleşik olmaya evrilir ve bu değişiklikler için dönüm noktası yaşamın üçüncü veya dördüncü on yılıdır.
Sadeleştirelim; modüler beyin yapısı edinilen bilgilerin, deneyimlerin zihinde öbek öbek ayrıldığı, her öbeğin kendi içinde daha etkili çalıştığı ama diğer öbeklerle bağlarının yeterince gelişmediği bir tasarımdır. Bütünleşik beyin yapısı ise bu öbekleri oluşturan ayrıntıların azaldığı ama öbeklerin birbiriyle bağlantılarının arttığı bir tasarım olarak işler. Elbette öbekleri oluşturan deneyimler, bilgiler ortadan kaybolmaz ama öne çıkan bu bağların yarattığı bütünsel işlevdir.
Pozitivist bilim, bütünsel işlevli beynin kapitalist anlamda verimini arttırmak için nasıl kullanılması gerektiğinin peşindeydi; yaşlı hastalıklarını optimal düzeye çekmek, yaşlı erişkinleri daha az maliyetli hale getirmek için çözüm, beyni daha çok çalıştırmak, dinlenmeye almamaktı. Bu çözüm, motivasyonunu sonsuz sömürü arzusundan almasaydı oldukça makul gelebilirdi. Ama birilerinin beynini ya da çalışma edimini kendi varlığını sürdürmenin aracı olarak gören akıl, bilimi de daha fazla kâr etmek için kullanıyordu.
Yaşamı, deneyimlerden süzülen bütünlük içinde algılamak, doğadaki her şeyin birbiriyle olan fiziksel, kimyasal, biyolojik, duygusal ve ruhsal bağını o bütünlükle kavramak ise bir çeşit bilgelik anlamına geliyordu. Ama gündelik olana, ölümcül gibi görünene, parçalara ayrılmış ve hayat sadece o parçalardan ibaretmiş gibi sunulan öğretiye karşı akışı, döngüselliği ve hatta sonsuzluğu yakalamayı tek başına beynin glikoz yüklenmiş ve denek haline getirilmiş haliyle açıklamak yetmeyebilirdi. Beynin doğrudan etkilendiği ve etkilediği deneyimlerin hangi kültürel, ekonomik, toplumsal ve politik koşullarda edinildiği kısmı ise bilimi, özel olarak da bu araştırmayı yorumlarken alternatif bakış açısını oluşturmaya alan açabilirdi. Deneyimler hangi koşullarda oluşuyordu ve özgürlüğe, eşitliğe, adalete dair farkındalıklar edinmeye ya da yaşama katılmaya uygun bir zemin var mıydı?
Kapitalist sistem bilimiyle, politikalarıyla, elindeki diğer tüm aygıtlarla kozmosu ve mikro kosmos olarak insanı, aslında neler olduğunu göremesin, kıstırıldığı yerde kalakalsın diye bu parçalı dizayna sürüklüyor, kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Ama yaşamdaki tüm sapmalara rağmen beyin, denek olarak kullanılırken bile bütünsel işleve meylediyordu. Bizler de öyleydik. Yaşamımızın üçüncü ya da dördüncü on yılına gelene kadar birbirinden kopuk ele aldığımız, zaman zaman bizleri modernizmin dehlizlerine çeken, en kötüsünü bir tek ben yaşıyorum, en büyük acıları bir tek ben çektim, en büyük aşklarla, kavgalarla bir tek ben cebelleştim sandığımız her şeyin nasıl da sarmaş dolaş sürdüğünü algılamaya başlıyor, bütünselliğe yöneliyorduk. Üstelik her bir deneyimde, her bir kadının nasıl da biricik nasıl da özgün adımlar attığını keşfederek, heybelerimizdekileri birbirine katarak.
İşte, Leyla’nın söylediği de tam olarak buydu.
İnsanlar ama en çok da kadınlar çoklu biçimlerde parçalanıyorlardı. Bedenleri vardı ama o bedeni oluşturan organlar sadece fiziksel olarak iç içeydi. Gözü, kalbi, beyni, rahmi birlikte düşünebilecekleri bütünsellik, pozitivist bilim tarafından engelleniyordu. Beyninde olup bitenin kalbini ya da rahmini nasıl etkilediği kadının mahrum edildiği bir bilgiydi. Gözü bile ancak öğretildiği şekliyle bedenine bakabiliyordu.
Doğayla ilişkisi de aynı parçalanmadan nasibini alıyordu. İçinde yaşayamadığı, döngüsünü izleyemediği deneyim/sizlik, yaşamla bütünleşmesi önündeki en büyük engellerdendi. Kentler kuruluyordu, o kentlerde yollar, binalar, okullar, üniversiteler inşa ediliyordu. Kadınların duyumsama biçimi, düşünce sistematiği bu inşalardan da koparılmıştı. Zaten asıl istenen de yansımasını asla göremediği mekânlarda olabildiğine tekinsiz hissetmesiydi. Geceler de gündüzler de evler de sokaklar da içinden geçen kadınlar içinde kalamasın, kendini katamasın; tekinsiz hissettikçe içine doğru büzüşsün diyeydi.
Tüm bunların asıl sebebi olarak ifade edebileceğimiz, içi deneyimsizlik, ilişkisizlik ve koparılma ile doldurulmuş başka bir şey daha vardı. Üzerine hep çok konuştuğumuzu sanıp aslında pek de bir şey söylemediğimizi şu malum üçüncü ya da dördüncü on yılımızda fark etmeye başladığımız bir şey. Erkeklerle olan/olamayan halimiz. Tiamat’ı parçalayan mitostan aldığı referansla beyin de dahil tüm bedenin kadınlara mahsus, öbek öbek ayrılması, pozitivizmin hayatı cinsiyetçi kategoriler şeklinde sunması, felsefenin kadınsız varoluş tahayyülleri ile kendini üretmesi, dinlerin ve hukukun kurallar aracılığıyla kadınları görünür alanlarda “persona non grata” kılması… Maalesef, kapitalist-patriarkal sistemin en büyük zaferi kadın ve erkek arasındaki bağları koparmaktı.
Bu büyük koparılma üzerine çok şey söylendi, kimileri cinsiyetçi iş bölümlerinden bahsetti, bazıları toplumsal cinsiyet rolleriyle inşa edilen kadınlıktan boşanmak için, lezbiyenler kadın değildir dedi, erkeklik pratiklerinin cezasızlıkla korunmasına karşı mücadele edenler oldu. Hatta bunun koparılma olmadığını, ezelinden beri erkeklerin kadınlara salt sömürmek için yaklaştığını ve bu hesabı erkeğin tek başına vermesi gerektiğini söyleyenler de az değildi. Görünen o ki erkek egemen iktidarın politikaları gibi karşı mücadeleler de parçalanmıştı. Kürt kadın hareketinin erkeği dönüştürme iddiası ise birbirinden koparılmış iki varlığın, eşyaşamı nasıl kuracağına odaklanıyordu. Bu iki varlık oluşturdukları kültürler ve tarihsellikleri ihmal edilmeksizin beraber nasıl yaşayabileceklerdi?
Kapitalizme ve patriarkaya dayanan bu sistem, kadın ve erkek arasında gerçek bir ilişki kurulmasın diye her türlü engeli çıkarandı. Buna rağmen kadınlar kapatıldıkları alanlarda, iktidar öğretisiyle inşa edilmiş erkeğin hedefi ve sömürü aracı haline gelmiş olmanın kendilerine ne yaptığını daha hızlı fark ederek özgün özerk mücadele alanları yaratabiliyordu. Bu alanlar, inşa edilen kadınlığın dışına çıkabildikleri, çelişkilerini, geri geleneksel yanlarını diğer kadınlarla da kurdukları bağ sayesinde görebilme fırsatı veriyordu. Koptukları sadece geleneksel ortamlar değil aynı zamanda modernist dayatmalar oldukça her bir kadının iç yolculuğu da derinleşiyordu.
Kendilerine bu bütünsellik içinde yaklaşan kadınlar, yollarını kuruyor, o yolda hangi ilkelerle yürüyeceklerini yine kendi iradeleriyle belirliyordu. Peki ya o yollarda karşılaştığımız erkekler ne olacaktı? Bir yanda iktidar tarafından sunulan gücün büyüsüne kapılanlar, diğer yanda kadınların olmayacağı bir yaşamın korkusunu taşıyanlar ve alelade devam etmeye de razı olmayanlar… Elbette erkeklerin de duygu dünyaları vardı. İçlerinde binlerce farklı tanrıyla yaşıyorlardı. O tanrıları yenemedikçe daha çok itaat ediyorlardı.[ii] İtaat ettikçe kaybediyorlardı.
Halbuki kadınların itirazları, örgütlenmeleri, direnme yöntemleri, erkeklerin de içlerindeki tanrılarla nasıl mücadele edebileceklerinin rehberi gibiydi. Kadın ve erkek arasında sahici bir bağın kurulması; ancak bu rehberliğe güven duyan erkeklerle mümkün olabilirdi. Erkeği dönüştürme projesi, bu sebeple ve bu zeminde cinsler arası sahici bir yakınlaşmayı sağlayabilecek, var olan erkeğe erkekliği, kadına ise kadınlığı en iyi anlatabilecek olanın peşine düşmekti.
Evet, yaşamın üçüncü ya da dördüncü on yılında, mümkünse daha erken zamanlarda kadınlar dağılan parçalarını birbirine bağlayarak kendilerini yeniden doğuruyorlardı. Ve bu doğum erkeklere de bir davetti.
[i] The older adult brain is less modular, more integrated, and less efficient at rest: A systematic review of large-scale resting-state functional brain networks in aging, https://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1111/psyp.14159
[ii] Erkeği Dönüştürme Sorunları ve Çözümüne Bir Bakış, Özgür Kadın Akademisi Yayınları, 2004, 32.