Kadıneki Yazı,

Evet, biz kadınlar da "insan"ız!


O. Meriç Eyüboğlu-15 Ara 2020

Çizim: Dhruvi Acharya

Yaşam hakkı gibi ennn temel haklarımız bile yokken, “kadınların insan olmaktan kaynaklanan hakları” sözü, ilk bakışta hoş ve sempatik geliyor, doğru. Ama arkasındaki kocaman bir sistemi, patriyarkal sistemi de görünmezleştiriyor aslında

“İnsanın doğuştan sahip olduğu, doğmakla kazandığı haklar” söyleminin kökeninde doğal/tabii hukuk öğretisi yatar. Doğal hukuk geleneğinde yer alan, egemenliğin kökenindeki tanrı vurgusu, zaman içinde sekülerleşmiş ve insanı merkezine alarak yeniden tanımlanmıştır.

İnsan hakları teorisi de bu zamanın içinden süzülüp gelmiştir. Resmi tanıma göre insan hakları; insan olmaktan dolayı sahip olunan ve doğrudan insanlık onurunu korumayı amaçlayan evrensel haklardır. Temel vurgu, bu hakların insan onuru için gerekli olması ve evrensel olmasına yapılır. Zira ortaya çıkışı devlete (otoriteye) karşıdır ve öz olarak da insan onurunu koruyan hak ve özgürlükleri yine devletten (otoriteden) talep etmektedir. 

Peki biz kadınlar gibi, sadece devletten değil, erkeklerden de alacaklıysanız, sadece devletin değil erkeklerin de ayrıcalıklarından vazgeçmesini istiyorsanız ne olur?

Sanırım öncelikle feminist olursunuz, bir de en özet ifadesiyle insan hakları kuramının içine sığamazsınız…

Zira “kadınlarla erkekler eşittir” denince ne gerçek anlamda “eşit” oluyor, ne de “eşit haklara” sahip oluyoruz. Oysa insan hakları kuramına ilişkin tüm kavramlar soyut eşitlik anlayışına dayanır. Nitekim İnsan Hakları Evrensel Beyannemesi “bütün insanlar onur ve hakları bakımından eşit ve özgür doğarlar” diye başlar ama “insanın insan olmaktan kaynaklanan hakları”; aynı işi yaptığımız erkeklerle neden aynı ücreti alamadığımızı, neden erkek çocukları gönderilirken kız çocuklarının okula gönderilmediğini, kadının çalışıp çalışmayacağına, doğurup doğurmayacağına ya da kaç çocuk doğuracağına neden kocasının, akşam kaçta eve geleceğine neden babasının karar verdiğini, bir erkeğin kıyafeti konu olmazken mini eteğimize tüm mahallenin neden karıştığını açıklamaya da, çözüm üretmeye de yetmez. Yetmez zira Carole Pateman'ın meşhur “sözleşme teorisini” tartışırken dediği gibi “eşit yurttaşların arasında yapılan toplumsal sözleşmenin berisinde, bir de eşitsiz bireyler arasında yapılan cinsel sözleşme vardır”.

Bu nedenle kadınların kurtuluşu için; ne sınıfların yıkılması yeter, ne de insanın insan olmaktan kaynaklı haklarının koşulsuz tanınması.

Ama elbette birinci dalga feminizmi ortaya çıkaran itki, bu “insanın insan olmaktan kaynaklanan hakları”nın keşfidir. Zira insanların eşit hak sahibi yurttaşlar oldukları ilkesi ortaya çıkınca, kadınlar ayırıma uğradıklarının bilincine varırlar. Herkes için geçerli olduğu savunulan bir toplumsal ilke, kendilerini kapsamamakta, bir toplumsal grup olarak kadınlara karşı ayırım yapılmaktadır. 

1960’ların ikinci yarısında başlayan ikinci dalganın, merkezinde oy hakkı mücadelesinin yer aldığı birinci dalgadan asıl farkı, kadın erkek eşitliği perspektifinin ötesine geçerek, bu eşitliği sağlamanın ancak patriyarkal sistemin aşılmasıyla mümkün olacağını keşfetmiş olmasıdır. İkinci dalga feminizm, birinci dalganın çalışma hayatına ve yurttaşlığa ilişkin eşitlik taleplerinin yanı sıra, beden, cinsellik, kadınlara yönelik erkek şiddeti, kadınların görünmeyen ev emeği gibi yeni sorun alanlarını keşfeder, öne çıkarır. Bu “yeni” alanlar, feminizmin, politikanın alanını yeniden tanımlanması sonucunu da doğurur. Zira “özel olan politiktir”; o güne kadar politika dışı olarak görülen sorunların politikleştirildiğinin ilanıdır. Bir başka deyişle o zamana kadar “olağan” kabul edilen kadın erkek ilişkisindeki pek çok halin, aslında olağan olmadığı, sistematik bir ezme-ezilme (egemenlik) ilişkisinin sonucu olduğu kavramlaştırılmaya başlanır (ikinci dalga feminizm, sadece patriyarkal sistem analizi değil, erkeklerden ayrı örgütlenmesi, özgün örgütlenme formlarıyla da tarihimizde yerini almıştır).  

Nihayetinde mesele şudur ki; salt kadın erkek eşitliğini hedefleyen ve bunun mücadelesini veren hareketler, patriyarkanın özgün ve sistematik niteliğini görmez, buna uygun örgütlenme ve mücadele biçimlerini benimsemezler. 

“Kadının İnsan Hakları” kavramı, derdimizi derli toplu anlatmayı sağlar mı?

“Kadının insan hakları”  hayatımıza yeni girmedi evet, ama insan hakları alanında faaliyet gösteren örgütler çoğaldıkça, “kadının insan hakları” da giderek daha yaygınlaşan bir “kavram”a dönüştü/dönüşüyor. 

Pek çok şey gibi üzerine hiç düşünmeden-taşınmadan, tartışmadan…

Yaşam hakkı gibi ennn temel haklarımız bile yokken, “kadınların insan olmaktan kaynaklanan hakları” sözü, ilk bakışta hoş ve sempatik geliyor, doğru. Ama arkasındaki kocaman bir sistemi, patriyarkal sistemi de görünmezleştiriyor aslında.

Zira insan olduğumuz için değil, kadın olduğumuz için öldürülüyoruz, erkek şiddetinin türlüsüne maruz kalıyoruz, emeğimize el konuluyor, kimliğimiz yok sayılıyor, bedenimiz birilerinin malı olarak görülüyor…

Malum erkek egemen sistem, ataerki, patriyarka, cinsiyetçilik… daha janjanlı ve moda adıyla toplumsal cinsiyet eşitsizliği olmak üzere pek çok ismi var bu meretin. En özet ifadesiyle erkeklerin kadınlar üzerinde egemenlik kurduğu ve sonucunda yine erkeklerin faydalandığı bir tahakküm sistemi. Simone de Beauvoir’in İkinci Cins’de söylediği gibi bu sistemde başat unsur erkek, kadınsa ikinci cins yani “öteki.”

Sadece devlete/otoriteye karşı değil, erkeklere karşı da, hatta her daim ve asıl olarak erkeklere karşı bir mücadele bizimkisi. Bu nedenle de bu toplama işaret etmeyen/anlatmayan “kadının insan hakları”, yetersiz, sınırlı ve örtük bir kavram.

“Kadının insan hakları”nı, ancak ve ancak, insan hakları yelpazesi içinde ayrı bir kadın parantezi açılması için, yani o alanla sınırlı bir alt kavram olarak kullanabiliriz. 

Eşitlik mücadelesi, cinsiyetten arındırılmış yasalarla verilebilir mi?

Soyut eşitlik üzerine bunca laftan sonra, söylemesem olmaz; eşit olmayanlar arasında gerçek/sahici bir “hak eşitliği”nin, pozitif ayrımcılık önlemleri olmadan hayat bulması mümkün değil.  

Nitekim “cinsiyetsiz” yasalarla gelinen nokta; kadını ve erkeği toplumsal konumlarından soyutlayıp, boşanma davasının bir kadın ve bir erkeğin hayatında üreteceği kişisel ve toplumsal zorlukların aynı olacağını varsayıp, “eşitliği”; parası olanın, parası olmayana nafaka vermesine indirgeyen kararlarda cisimleşiyor.  

Ya da erkek şiddetine karşı kadını ve erkeği, yani maruz kalanla bu şiddeti uygulayanı aynı kabul edip, 6284 sayılı Kanun çerçevesinde kadından hızlı hareket edip başvuran koca lehine, kadının evden uzaklaşması kararı verilmesi ile sonuçlanan tedbir kararlarıyla karşımıza çıkıyor. 

Cinsiyetsiz yasaları, ceza kanununda kadın ya da erkek ayrımı olmaksızın getirilen haksız tahrik ve iyi hal indirimlerinde de görüyoruz. Hatice Kaçmaz’ı defalarca defalarca bıçaklayarak öldüren Orhan Munis’in yargılandığı davada, katilin “tutku derecesindeki aşırı sevgiden kaynaklı duygusallığın etkisiyle” cinayeti işlediği sonucuna varılıp, bu “tespit” aynen karara yazılmıştı. Erkek katillerin “tutku”suna, takım elbisesine, kravatına, sesi titreyerek “pişmanım” demesine, bunca hürmet eden mahkemelerin Nevin Yıldırım’a ne haksız tahrik ne iyi hal indirimi uyguladığını unutmamız mümkün mü? (Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin literatüre armağan ettiği “tutku derecesinde aşırı sevgi” lafını her daim hatırlayacağız, tıpkı Mor Çatı’nın kurulmasına vesile olan Çankırı hakiminin “kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” veciz sözünü kararına geçirip, erkek şiddetini böyle “izah” etmesini unutmadığımız gibi). 

Belli ki kadın ve lgbti+ aleyhine olan yargı pratiğini, sadece uygulamaya/uygulatmaya yönelik mücadele ile değiştiremeyeceğiz, bu nedenle yasaların yazımı (yasa metni) yönünden de, başka talepler geliştirmeliyiz. Kastım, patriyarkal bir sistemde yaşadığımızı unutmadan davranmak, toplumsal yaşamda kadınla erkek eşitmiş gibi varsayılarak/davranılarak çıkarılan soyut eşitlikçi düzenlemeler yerine, hukuk metinleri ve yasa maddelerinde de kadın ve lgbti lehine pozitif ayrımcı düzenlemelerin kabulü için uğraşmak. “Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini” kendine dert eden ve erkek şiddetinin ortadan kalkması için, kadın erkek eşitliğini ön kabul olarak koyan İstanbul Sözleşmesi’nin bu mücadelede hukuki bir zemin sağladığı/sağlayacağı da çok açık.

Memleketteki hukuka bakışa, kabul gören genel hukuk yaklaşımına hiç da uygun olmayan bu satırların, bir tartışma başlangıcı olmasını umuyorum. 

Son olarak bu yazıyı yazarken, bir arkadaşımın hikayeleştirerek ve çok eğlenerek/eğlendirerek anlattığı dedesini hatırladım durdum hep. Sevgilisiyle tanıştırırken sessizce “alevi mi” diye sorarmış, “yok” diyince iç çekip, “olsun bakalım” dermiş, “o da insan”.

Evet kadınlar da “insan”… 

Herkes söylesin, 40 kere söyleyince belki olur.  

 


Etiketler : Toplumsal cinsiyet, İnsan Hakları Haftası, Kadın hakları, Kadının insan hakları,


...

O. Meriç Eyüboğlu