Her ailede bir tek adam iktidarı mevcuttur ve bu tek adam, ailenin tüm bireyleri üzerinde mutlak hâkimiyete sahiptir… Erkek, daha çocukluğundan itibaren tek adam olma yolunda ilerler ve nereye giderse gitsin erillik şahlandırılır
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddette Karşı Mücadele Günü’nün arifesinde kadın katliamları, tecavüzler, şiddet, eşitliksiz ve hukuksuzluk ana gündemimiz olmaya devam ediyor. Erkek-devlet sistemi kadınlara yönelik bir soykırım harekâtı yürütüyor. Kadın olmanın tamamen kölelik ile eşdeğer olduğu bu sistem, toplumsal cinsiyet kodlarına ve dayatmalara boyun eğmeyen, yani erkek egemen sistemin sürdürülebilirliğine hizmet etmeyen hiçbir kadına yaşam hakkı tanımıyor.
Erkek, kadını kendi mülkü olarak görüyor. Toplumun temel çelişkisi kadın-erkek çelişkisi olarak tanımlanıyor ve bu çelişkinin temelinde ise kadının mülkleştirilmesi yatıyor. Mülkleştirme ise ataerkil sistemin temel dayanağıdır ve boyun eğdirme, itaat ettirme üzerinden varlık gösterir. Bu anlamı ile mülkleştirme hiyerarşik mantık örgüsüyle iktidarın tek elde toplanmasıdır. Bu da “mülkleştirilen” tarafın iradesizleştirilmesi ile mümkündür. Kadının mülkleştirilmesi aynı zamanda erkeğin de sistemiçileşmesini ve metalaşmasını beraberinde getirmiştir.
“Kadın doğulmaz, kadın olunur”
Bilim insanlarına göre ilk özel mülkiyet bundan 14 bin önce yani Neolitik dönemin sonlarına doğru, toplumların göçebe hayattan yerleşik hayata geçişi sırasında Dicle ve Fırat kıyılarında ortaya çıktı. Bu dönem, insanların ilk aletleri icat ettiği sürece de denk geliyor. Yani taştan alet icat eden insan doğa üzerinde ilk hâkimiyetini de kurmaya başladı. İlk olarak hayvanları mülkleştirdi, ardından ise toprak… Artı ürün ile birlikte hiyerarşik sistemin temelleri atılırken, ilk aile olgusu da bu süreçte oluştu, rol dağılımları başladı ve bu yaşamın tüm alanlarına sirayet etti.
Devletleşme ile birlikte mülk sahibi olma yani mülkleştirme yasallaştı. 1789 Fransız Devrimi’nden hemen sonra kabul edilen ilk insan hakları beyannamesinin 17. maddesinde, “Mülk, tecavüz edilemez kutsal bir haktır” der. Yani devletleşme ile birlikte mülkleştirme kutsallaştırıldı.
Zaten devleti meşru kılan ayaklardan biri olan hukuki boyut, adaletin temeline mülkü koydu. Örneğin Türkiye’deki tüm mahkemelerin duvarını “Adalet mülkün temelidir” sözü süslemektedir. Yani devletli sistemde mülkü olmayana adalet yoktur. Bu söz direk olduğu kadar dolaylı yollardan da erkeğe birçok hakkı tanıyan, üstün kılan ve kadın üzerinde tahakkümü meşrulaştıran bir sözdür. Tek bir sözdür ama mülkleştirmenin, köleciliğin tarihini bağrında gizliyor. O yüzden bazı sözler sanıldığı gibi sıradan ve masum değildir.
Devletçi uygarlık özgür kadını tehdit olarak görüyor ve varlığını dayadığı erkeklere de bunu öğretiyor. Yani sistem erkeğin eli ile kadına kendini inkâr etmeyi ve devletçi sistemin biçtiği kefeni giymeyi dayatıyor.
Kadınların kendine şiar edindiği “Kadın doğulmaz, kadın olunur” tespitini erkek için de yapmak gerekir. Çünkü erkeklik de kadınlık gibi oluşturulmuş bir toplumsal cinsiyet kimliğidir. İktidar da bu karşıtlık üzerinden oluşmuştur. Tüm erkekler de bu kadın karşıtlığını tekrardan ve tekrardan üreterek bu sistemin sürdürebilirliğini sağlamıştır. Özellikle de aile kurumu bu iktidarlaşmanın temel alanı haline gelmiştir.
Her ailede bir tek adam iktidarı mevcuttur ve bu tek adam, ailenin tüm bireyleri üzerinde mutlak hâkimiyete sahiptir. Tüm aile bireyleri büyükten küçüğe olmak üzere kendi içinde hiyerarşik bir şekilde varlık gösteren erkeğe aittir. Erkek, ailenin yani tüm bu kurumu oluşturan her bireyin mutlak sahibidir. Erkek, daha çocukluğundan itibaren tek adam olma yolunda ilerler ve nereye giderse gitsin erillik şahlandırılır. Giyiminden kuşamına, oturuşundan kalkışına, annesine, babasına nasıl davranması gerektiğinden eşine, kız kardeşine ve kız çocuğuna nasıl davranması gerektiğine kadar öğretilir. Hatta bu kurala uymayan erkek ya da erkekler, “erkek değildir” denilerek toplumdan dışlanır, kabul görmez. Yani erkeklik de erkek olmak da öğretilen, inşa edilen ve mevcut toplumsal kodlarla kendini sürekli yenileyen bir olgudur. 3 yaşındaki bir erkek çocuğu dahi erkek olmaktan kaynaklı toplumun kendisine sunduğu tüm imtiyazların farkındadır ve “ben erkeğim” diyebilir, demektedir.
Erkek, “özgürüm” yanılsamasını aşmalı
Kadına uygulanan inkâr, imha ve köleleştirme politikalarının temelinde de bu zihniyet yatmaktadır. Erkek egemen, kapitalist ve militarist sistem kendini bu temel çelişki üzerinden var etmektedir.
Bu durum kadın sorununda çözümsüzlüğü de dayatarak, aynı zamanda toplumu bir krize sürükleyen temel etkendir. Bu nedenle kadın ve erkek gerçekliğini hem tarihsel hem de toplumsal olarak tahlil edip, mücadele etmek gerekir. Bu da kadın erkek ilişkilerinin demokratik bir temele oturması anlamına gelmektedir. Toplumun özgürleştirilmesinden kasıt da budur. Bu sağlanmadığı sürece kadınlar özgürleşmeyeceği gibi erkekler de bu kölelik sisteminin zorbaları olmaya devam edeceklerdir. Toplumun özgürleştirilmesi, öğretilen erkeklikten kurtulmak yani o erkeklik olgusunu öldürmekle mümkündür. Erkekliği öldürmek; her türden iktidarcılığı, devletçiliği, baskıyı, zorbalığı, sömürüyü, savaşı, şiddeti, tek taraflı hâkimiyeti, eşitsizliği ortadan kaldırmak anlamına geliyor. Erkekliği öldürmekten kasıt; oluşturulmuş olan sahte erkeklik olgusunun, anlayışının ortadan kaldırılmasıdır.
Yani özgürleşmek; bu erkeği ve erkekliği öldürmekten geçiyor. Bu da özünde insanlığın en büyük devrimidir…
Mevcut sistemde bunu başarmak atomu parçalamaktan daha zordur. Ancak imkânsız değildir. Büyük entelektüel bir çaba ve toplumsal birikim ile bunu gerçekleştirmek mümkündür. Eşitlik, özgürlük ve demokrasi istiyorsak geleneksel ilişkileri aşan bir yaşamı hedeflemek ve onun felsefesine göre yaşamak gerekir.
İşte Kadın Özgürlük Hareketi de bu erkekliği öldürmek, onun yerine ise ahlaki ve politik bir bireyi, geleneksel kadın-erkek ilişkileri yerine ise özgür eş yaşamı esas alan bir ilişki ve yaşam biçimini hedeflemektedir. Kadın Özgürlük Hareketi'nin hedeflediği bu zeminde erkeğin varlık gösterebilmesi için öncelikle kendindeki özgürlük yanılsamasını açığa çıkarmak, onunla mücadele etmek durumdadır. Bu özgürlük yanılsamasını aşamayan hiçbir erkek kadınla özgür, eşit bir zeminde buluşamaz.
Dolayısıyla kadın ile özgür, eşit ve demokratik bir yaşamı hedefleyen her erkeğin öncelikle kendisi ile mücadele etmesi, kendindeki egemenlikli, ataerkil zihniyet ile mücadele etmesi, yanılgılı, yanlış özgürlük algısıyla mücadele etmesi gerekmektedir. Başka türlü ne güzel bir dünya oluşturulabilir, ne de ortak bir yaşam sağlanabilir.