Milyonlarca yıl öncesi… Sudan çıkan hareketli varlıklar arasından ağaç kovuklarında, dallarda yaşıyor insanlar. Sayıları ne kadar da az… Ne düşünüyorlar, dudaklarından harf çıkarmadan nasıl anlaşıyorlar, cinselliği neden sorun yapmıyorlar, rüyalarında ne görüyorlar
Bu köşede kadın hakikatini esas alarak bir yolculuk başlatacaktık. Yalnız, bugünkü yolculuğumuzda mümkün olduğu kadar sessizliğe ihtiyacımız var. Ve tabi ki bize öğretilen bilgilerden bağımsız düşünmeye de. Bugünkü aklımızla, bize öğretilen bilgilerle yolculuğa çıktığımızda sistemin kutsadığı yorumlardan kurtulamayız.
Kutsal kitapların yaradılış söylemlerine de göz atabiliriz. Tanrı’nın, evreni ve insanı yaratırken evrim düzeneğine göre söz söylediğini ifade eden görüşler de mevcut. “Her şeyi yaratma kudretine sahip olan Tanrı neden bir kerede “ol” dese olduracağı evreni ve insanı yedi günde, aşamalı aşamalı anlatma ihtiyacı duymuştur acaba” diye sorular da sorulabilir. Yolculuğumuzun ilk aşamasında bugüne kalan izler çok fazla bulunmadığından yorumlarımızı hassasiyetle yapmak durumundayız. Yoksa spekülasyona düşebiliriz. Ve tek bir yöne bakmak yerine, yüzümüzü sürekli etrafa döneceğiz. Çünkü insanlık tarihi; çeşitliliğin, farklılığın o muhteşem uyumunun tarihidir. Coğrafyaların ve kültürlerin farklılıkları; bu farklılıkların birbirini zamanla etkileyip sentezler oluşturduğu aşamalara da tanık olabiliriz.
Hadi o zaman yolculuğumuza başlayalım…
Milyonlarca yıl öncesi… Sudan çıkan hareketli varlıklar arasından ağaç kovuklarında, dallarda yaşıyor insanlar. Sayıları ne kadar da az… Ne düşünüyorlar, dudaklarından harf çıkarmadan nasıl anlaşıyorlar, cinselliği neden sorun yapmıyorlar, rüyalarında ne görüyorlar. Ağaçlardan yere inip otları, bitki köklerini topluyorlar, buldukları ağaç dalları ile küçük hayvanları avlıyorlar. Etraflarındaki bütün varlıkların bedenlerinde kendini savunacak organları var. Yaşamın serüveni onlara çeşit çeşit savunma aracı hediye etmiş. İnsan topluluğu ne kuşlar gibi uçabiliyor ne balıklar gibi yüzebiliyor, tane aslanlar gibi pençeleriyle avlanabiliyor… Savunma uzuvları çok zayıf olan bu varlıkların öz savunması nasıl olabilir, milyonlarca yıl nasıl ayakta kalacaklar.
Üzülmeyelim arkadaşlar. O varlıkların çok değerli bir öz savunmaları var: Birlikte yaşamak, birlikte paylaşmak, birlikte hareket etmek. Toplumsallık bilgisini adeta içgüdüsel olarak yaşıyorlar. Milyonlarca yıl sonra bu yaşam biçimine biz komünal yaşam diyeceğiz.
Anlam vermekte zorlandığımız bir şeyler var. Uyum… Evet bir uyum var, bir düzen, bir işleyiş. Kendilerini diğer varlıklardan üstün görmüyorlar. Karınları doyunca fazladan toplayıp veya avlayıp ceplerine atmıyorlar. ( Çok özür dilerim, bugünkü aklımızla düşünmeyecektik, o dönem cep ne arar. ) milyonlarca yıl sonra bu yaşam biçimine de ekolojik yaşam, insanın kendini doğadaki varlıklardan ayırmadan, aynı özden geldiğini hissetmesine animizm diyecek modern bilim.
Yolculuğumuz esnasında eril olan insan; dişil olan insanlara saldırmıyor, ona tecavüz etmiyor. İlginç bir şekilde cinsellik belli dönemlere ve dişi cinsin seçimleriyle oluyor. Burada müsaadenizle yorum yapacağım. Sanki saygı duyuyorlar dişilere. Çünkü dişi olanlar nerden geldiklerini bilmedikleri kendi benzerleri olan canlıları kendi bedenlerinden doğuruyorlar.
Bu dingin, doğayla bütünlüklü ahengi kendi halinde bırakıp yola düşelim çünkü birkaç satırda yolculuğumuzu anlatmak mümkün olmayacak sanki.
Milyonlarca yıl geçiyor, insan göç ediyor, bir süre dinleniyor, geri dönüyor ama hep hareketli. Çünkü hayatta kalabilmek için üç temel ihtiyacı karşılamak zorunda: Açlıktan ölmemek için beslenmek, soğuktan ve dış saldırılardan korunmak, sürünün yaşamını süreklileştirebilmek için çoğalmak, üremek.
İnsan doğadan, doğayı gözlemleyerek öğreniyor yaşamını sürdürecek yeteneklerini. Doğa adeta insanın ilk öğretmeni.
Ya Star! Buzul çağının ortasına düştük. Biz onları seyrettikçe adeta donuyoruz. Onlar hayatta kalabilmek için mücadele ediyor. Günümüzden 200 bin yıl öncesi… İnsanlar hayvan derilerini üzerlerine elbise yapmış, taşı yontmuş, ok ve yayı bulmuş, ateşi yeniden yakmayı keşfetmiş…
Güneş’e, Ay’a bir arkadaş gibi yaklaşıyor, avladıkları hayvanın kemiklerine af diler gibi davranıyor, akan derelerin hışırtısına bir başka bakıyor bu insanlar. Sanki aynı özden geldiklerini biliyorlar. Kutsal ateşle karşılaşan insanın yaşamında muazzam değişiklikler oluyor. Bugün biz Kürtlerin de içinde olduğu birçok halkın ateşe karşı beslediği heyecan ve bağlılık acaba o dönemlerden kalmış olabilir mi?
Yolculuğumuz günümüze doğru ilerledikçe insanın doğa ile olan anlam bağının ifadeleri daha çok karşımıza çıkıyor. Anlam arayışı kendini artık mağara duvarlarına şekiller çizerek, süs eşyaları takarak, büyü yaparak ifadeye kavuşturuyor. İnsan kendini ifade etmek, kendini anlamlandırmak istiyor. Yaşadığı hakikati ifade etmenin yollarını keşfediyor.
Büyü, evet büyü yapıyor bu insanlar… Doğadaki diğer varlıklarla bir iletişime geçiyorlar sanki. Ama bu büyülerin çoğunluğu, boyunlarına astıkları çıplak kadın figürleri. Yattıkları mağaralarda, başuçlarında da bu figürlerden var. Venüs heykelciği diyecek, ardılları olan insanlar bu figürlere. Neden kadın figürleri kullanılıyor olabilir ki bereketin artması, avın güzel geçmesi için mi?
Ölülerini gömüyorlar, belki de yaşam yolculuğunun devam ettiğine inanarak. Ama çok ilginç, ölülerinin boyunlarında, kulaklarında, bileklerinde takılar var. Süs eşyasına değer veriyorlar.
Çok üşüdük biliyorum ama artık buzullar erimeye başlayacak. Daha ılıman bir yaşam müjdesi veriyor doğa bize. Hatta belki de cennet kavramının insan zihninde ilk şekillendiği evreye geçiyoruz şimdi.
Sürü şeklinde yaşayan insanların sayıları arttıkça, ekonomi ve yönetim karmaşası klanlara, klanlar büyüdükçe kabilelere dönüşecek manzara.
Milyonlarca yıl geçmiş olsa da topluluk halinde yaşamayı kutsal görmeyi bırakmamış insanlar. Özel mülkiyet dediğimiz kavram düşüncede henüz gelişmemiş. Artık eller alet yapmaya, yaptıkları aletlerle başka başka aletler yapmaya başlamışlar. Eskiden ne bulduysa onunla geçinen insan, artık kendisi üretmeye başlıyor. Muhteşem bir yaşamın izleri görünüyor. İnsan zihniyeti alet yapmayı keşfettikçe aletler de insan zihniyetini farklı evrelere davet ediyor sanki.
Gözümüzü biraz dolandırdıkça bazı yerellerde kadınlarla erkeklerin ayrı mekanlarda yaşamadığını görüyoruz. Garip bir şey daha gözümüze çarpıyor: Kanamalı oldukları sürece, kadınlar sadece kadınlara ait kulübelere gidiyorlar ve birlikte sanki anlamını çözemediğimiz ritüeller gerçekleştiriyorlar: Bir araya gelip gökyüzündeki Ay’ın altında yoğunlaşmak.
Aylık kanama… Geceleri ortaya çıkan Ay… Ayda bir gerçekleşen ortak kadın buluşması… Kanamaya karşı yaklaşımlar topluluklara göre değişiyor; kimileri kutsama diyor bu sürece, kimileri bilinmezliğe karşı korku. Ama belli ki toplumsal yaşamda tabular gelişiyor. Acaba diye bir yorum yapsak: Hayvanlar kanadığında o kanın durmadığını ve canlılığını yitirdiğini gören insan, kadının her ay kanamasına rağmen ölmemesini evrendeki gizeme bağlamış olabilir mi. Hem nereden geldiğini bilmedikleri canlı varlıklar doğuruyor, hem her ay kanamasına rağmen ölmüyor hatta daha da güzelleşiyor. Sanki evren, doğanın bir tezahürünü kadının bedenine yansıtıyor.
Erkek egemen zihniyete sahip olanlar bu yolculukta erkek üstünlüğünü göstermediğimiz için öfkelenecektir. Biz kadınlar bu yolculukta kadın üstünlüğünü de görmedik. Çünkü üstün olma, ötekileştirme, egemenlik kurma kavramları ve bu kavramların oluşturduğu kurumsal yapılar gözümüze çarpmadı. Çünkü insan ayrımsız bir şeklide çok değerli, insan doğanın bir parçası, doğa insanın kaynağı. Doğal toplum dedikleri bu olsa gerek. Dışarıdan müdahalenin olmadığı, yöneten yönetilen değil; birlikte yönetmenin ahenginin yaşandığı, paylaşımcı, kadın erkek eşitlikçi, doğayla bütünlüklü yaşam…
Yolculuğumuz doğal toplumun muhteşem bir evresi olan neolitik döneme doğru sürüyor.