Jin Dergi
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast
No Result
View All Result
Jin Dergi
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast
No Result
View All Result
Jin Dergi
No Result
View All Result

Tribün Erkekliği, Kontrol, Irkçılık ve Barış Korkusu

Zeyno Bayramoğlu Zeyno Bayramoğlu
28 Aralık 2025
Yazı
0
Tribün Erkekliği, Kontrol, Irkçılık ve Barış Korkusu
0
SHARES
23
VIEWS
Facebook İle PaylaşTwitter İle Paylaş

Tribünlerde Leyla Zana’ya yönelen küfürler ve hakaretler bu nedenle bireysel bir hedefe değil, bir ihtimale yönelmiştir. Leyla Zana, Türkiye siyasetinde barış ve demokratikleşme ihtimalinin sembollerinden biridir. Bu ihtimal, yalnızca bir çözüm önerisi değil; mevcut güç dengeleri açısından yeniden kurucu bir anlam taşır

Tribünler kendiliğinden erkekleşmiş alanlar değildir. Erkekliğin “doğal mekânı” oldukları için değil, iktidar tarafından kontrol edilmesi gereken alanlar oldukları için erkekliğe teslim edilmiş yerlerdir. Çünkü tribün, kalabalığın bir araya geldiği, duygunun yoğunlaştığı, denetimsiz kaldığında siyasete açılma ihtimali taşıyan bir alandır. Sermaye ve siyasal iktidar açısından bu ihtimal bir risk olarak görülür. Risk bastırılmaz; yönetilir.

Bu yüzden tribün yalnızca bir spor mekânı değildir. Aynı zamanda bir düzenek, bir sınır çizme alanıdır. Kimin bağırabileceği, neyin bağırılabileceği, kimin hedef olabileceği burada belirlenir. Tribün “özgür” olduğu için değil, öngörülebilir olduğu sürece makbuldür.

Bu öngörülebilirlik kendiliğinden oluşmaz. Erkeklik burada bir kimlikten çok bir düzen kurma aracı olarak devreye sokulur. İtirazı siyasete ya da iktidara yöneltmek yerine; öfkeyi yana ve aşağıya çeviren bir hatta sokar. Baskının, yoksulluğun ve ekonomik şiddetin yarattığı gerilim bu yolla görünmez kılınır; öfke ezilenlere, kadınlara ve Kürtlere doğru yeniden dağıtılır.

Böylece tribünde yükselen ses, düzeni tehdit eden bir itiraz olmaktan çıkar; düzenin içinde dolaşıma sokulan bir gürültüye dönüşür.

Irkçılık ve cinsiyetçilik burada bir “taşkınlık” gibi görünmez; kontrolün bizzat kendisi olarak devreye girer. Kimin hedef olacağı, kimin susturulacağı, kimin hizaya getirileceği bu yolla belirlenir. Tribün, bu sayede siyasetten arındırılmış gibi görünür; ama aslında siyasetin en çıplak hâllerinden biri burada üretilir.

Tribünlerde Leyla Zana’ya yönelen küfürler ve hakaretler bu nedenle bireysel bir hedefe değil, bir ihtimale yönelmiştir. Leyla Zana, Türkiye siyasetinde barış ve demokratikleşme ihtimalinin sembollerinden biridir. Bu ihtimal, yalnızca bir çözüm önerisi değil; mevcut güç dengeleri açısından yeniden kurucu bir anlam taşır.

Barış ise bu düzen için yalnızca politik bir tartışma değildir; kontrol kaybı anlamına gelir. Düşman fikrinin çözülmesi, öfkenin yönsüzleşmesi, erkekliğin “koruyucu” rolünün anlamsızlaşması demektir. Yani barış, yalnızca bir siyasal hat değil; erkeklik üzerinden kurulan iktidar ilişkilerinin çözülme ihtimalidir aynı zamanda.

Bugün saldırıların yükselmesini, Türkiye’de yeni bir siyasal iklimin yoklanmasıyla birlikte düşünebiliriz. Bu iklim, yalnızca kapalı müzakere masalarında değil; gündelik hayatın içinde, sokakta, ekranda ve tribünde yankı bulan bir gerilim alanı yaratıyor. Henüz adı konmamış bu arayış, alışıldık düşmanlık kalıplarını yerinden oynattıkça tedirginlik üretiyor ve kamusal alanda sert tepkilerle karşılanıyor. Bu yüzden ortaya çıkan gerilim, tribünleri aşarak sokaklara, kamusal alana ve gündelik hayata sızabilecek bir toplumsal hareketlenme ihtimalini içinde taşıyor.

Bu siyasal iklim, iktidarın kendi krizini yönetmeye çalıştığı kırılgan bir geçiş anına işaret ediyor. Barış ihtimali tribünde burada bastırılıyor; çünkü tribün, iktidarın böylesi kırılma anlarında en sıkı denetlemek istediği alanlardan biri. Barışın ve eşitlenmenin açtığı belirsizlik, bu alan üzerindeki baskıyı arttırıyor. Düşmanlık çözüldükçe öfkenin yönü değişiyor; ırkçılık ve cinsiyetçilik ise bu yön değişimini durdurmanın başlıca araçları olarak devreye sokuluyor.

Bu kontrol yalnızca tribünlerin içinde kurulmaz. Tribünleri çevreleyen, onları meşrulaştıran ve sınırlarını belirleyen medya dili de bu düzenin asli parçalarından biridir. Medya; düzene, sisteme ve iktidar ilişkilerine yönelen öfkenin nasıl adlandırılacağını, neyin “normal”, neyin “aşırı” sayılacağını belirler. Böylece sermaye ve iktidarın görmek istediği çerçeve yeniden üretilir.

Son kertede çerçeveyi bozan her söz rahatsızlık yaratır. Gözde Şeker’in hedefe konulması da ortaya çıkan bu rahatsızlıkla birlikte okunmalı. Şeker, ırkçı saldırılara itirazını sistemin dışından değil, medyanın içinden dile getirdi; bu çıkış, saldırıların rastlantı olmadığını, siyasal ve ideolojik bir zeminde kurulduğunu ortaya serdi.

Ancak bu görünürlükle barışılmadı. Medyanın sessizliğe, geçiştirmeye ve normalleştirmeye dayalı işleyişi bu sözle kesintiye uğrarken, itirazın bir kadın tarafından dile getirilmesi erkeklik üzerinden kurulan güç ilişkilerindeki huzursuzluğu daha da derinleştirdi.

Bugün tribünlerde, ekranlarda ve kamusal alanda açığa çıkan öfke; ne rastlantısal ne de geçici. Irkçılık ve cinsiyetçilik üzerinden kurulan bu kuşatma, barış ihtimaline, eşitlenme fikrine ve hiyerarşilerin çözülmesine karşı verilen bir savunma refleksidir. Kadınların, Kürtlerin ve itiraz edenlerin hedefe konulması bu gerilim hattında asla tesadüf değildir. Çünkü bu düzen, kendini ancak sınırlar çizerek, denetleyerek ve bastırarak ayakta tutabilir.

Angela Davis bunu şöyle ifade eder:

“Eğer bir sistem olarak kapitalizm ırkçılığı vücuda getiriyorsa, aynı şekilde cinsiyetçiliği de vücuda getirmesi gerekir. Çünkü bu ikisi gerçekte çok sıkı bir biçimde birbirine bağlıdır. Cinsiyetçilik yalnızca kadınlara farklı ve daha değersiz iş rollerinin yüklenmesi değildir; ırkçılıktan hiç de aşağı olmayan bir yabancılaştırma biçimidir. Kadınlar, tıpkı ‘ötekiler’ gibi, denetlenmesi ve sınırlandırılması gereken bir kategori olarak konumlandırılır.”

Etiketler: Barışbarış korkusuCinsiyetçilikFutbolırkçılıkKadın DayanışmasıLeyla ZanaÖzel savaş politikalarıSavaşSayı 148tribün
Önceki İçerik

Barış Gazeteciliği Kadın Odaklı Olmalı

Sonraki İçerik

2025’te Kadın Mücadelesi: Direniş, Tehdit ve Umut

Sonraki İçerik
2025’te Kadın Mücadelesi: Direniş, Tehdit ve Umut

2025’te Kadın Mücadelesi: Direniş, Tehdit ve Umut

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast

© 2024 Jindergi. Tüm hakları saklıdır.

Welcome Back!

Login to your account below

Forgotten Password?

Retrieve your password

Please enter your username or email address to reset your password.

Log In

Add New Playlist

No Result
View All Result
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast

© 2024 Jindergi. Tüm hakları saklıdır.