Jin Dergi
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast
No Result
View All Result
Jin Dergi
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast
No Result
View All Result
Jin Dergi
No Result
View All Result

Bir Eşitlik Meselesi-1

Çiğdem Ertak Çiğdem Ertak
7 Aralık 2025
Yazı
0
Bir Eşitlik Meselesi-1
0
SHARES
43
VIEWS
Facebook İle PaylaşTwitter İle Paylaş

Başlangıçta var olan eşitsizliklerin, dezavantajlı konumda olanların yararını gözeterek giderilebileceğini ve bunu adalet kuramında hakkaniyet ile açıklayan John Rawls ancak böylelikle toplumsal düzen etik bir sorumluluk alanına dönüşür der

Eşitlik, insanın kendi varoluşunu anlamlandırma çabasının en eski kavramlarından biri. Kavramın kendisini demokrasiden çok daha önce tartışan insanlık, felsefe, hukuk ve siyaset alanlarının ortak zeminlerinden birine yerleştirir eşitliği. Ahlaki açıdan bakıldığında insanların doğuştan aynı değere sahip olduğu düşüncesi hâkim olandır. Bununla birlikte başta var olan eşitsizliktir. Ahlak ve hukuk ilkeleriyle, eşitsizliğin, eşitlik zeminine dönüştürülmesi amaçlanır. Eşitlik zemininde bir yaşam; özgürlük, adalet ve barış gibi insanın onurlu bir yaşam sürmesinin temeli sayılır. Nitekim evrensel düzeyde uzlaşılmış olan belgelerde, adalet ve özgürlük mücadelelerinde kurulan söylemlerin ilk sıralarında, eşitliğe vurgu vardır. Hak mücadeleleri sonucunda kazanılan ilkeler ve standartların oluşturduğu metinlerin ekseriyetle başlangıç kısımlarında sayılan üç temel kavram eşitlik, adalet ve özgürlüktür. Bu metinler, tüm insanların eşit ve onurlu bir şekilde yaratıldığını, insanlık ailesinin her üyesinin sahip olduğu devredilemez hakların tanınmasının özgürlük, adalet ve barışın temeli olduğunu vurgulayarak başlar.  Ayrımcılık gibi insanlık onuru ile bağdaşmayan olgular eşitliğe taban tabana zıt olduğundan eşitliğin yalnızca bir ideal değil fakat aynı zamanda bir yükümlülük olduğu vurgulanır.

Ahlak felsefesinin sıklıkla tartıştığı eşitlik, ilk olarak açık ve neyi ifade ettiği anlaşılır bir kavram gibi görünse de esas olarak karmaşık ve çok katmanlı anlamları ifade eder. Öyle ya eski dönemlerde eşitlik fikri Aristo için dağıtıcı adalet anlayışı ile karşılık buluyor, hak etme ve meziyet ile elde edilebileceğinin adil olduğu varsayılabiliyordu. Demokrasilerde kendine daha çok yer bulabilen eşitlik hali; kapitalizm, devlet ve ulus, milliyetçilik, cinsiyet, yaş gibi kimlik içerisinde sayılabilecek tüm olgulara göre yeniden ve yeniden tarif edilir ve konumlandırılır.

Eşitlik anlayışı zamanla ideolojilere, felsefi tartışmalara, siyaset etme biçimlerine göre çeşitli anlayışlara giydirilmeye çalışılmış. Bugün artık mesele, kimin neyi hak ettiği değil, herkesin insan olarak neye sahip olduğuna neye sahip olmadığına, kendini gerçekleştirme fırsatına erişip erişemediğine, tanınıp tanınamadığına ilişkin tartışmaların konusudur. Belki de özcesi insanlık adalete ve özgürlüğe ulaşabilmek için eşitliğin vazgeçilmez olduğunu artık görmektedir. Başlangıçta var olan eşitsizliklerin, dezavantajlı konumda olanların yararını gözeterek giderilebileceğini ve bunu adalet kuramında hakkaniyet ile açıklayan John Rawls ancak böylelikle toplumsal düzen etik bir sorumluluk alanına dönüşür der. 

Rawls’ın bu yaklaşımına karşı çıkan Amartya Sen, Rawls’ın yaklaşımının adaleti sağlamak bir yana adaletin gerçekleşmesini önleyebileceğini belirtir. Sen, ‘yetenekler yaklaşımı’ ile eşitliği kaynaklara göre değil de insanların hakikatte ne yapabildiğine ya da yapabileceğine bakarak değerlendirir. Bu yaklaşıma göre kapasitelerin dengelenmesiyle gerçek eşitlik sağlanabilir. Daha açık olarak ifade etmek gerekirse adalet ancak insanların yapabilme olabilme kapasitelerinin eşitlenmesiyle mümkün oluru savunur. Kristina Meshelski, Sen’in yaklaşımını değerlendirirken bu teorinin teknokratik bir riski olduğunu söyler. Halkın değerlerinden çok uzmanların görüşlerine dayanan bu yaklaşımı bu nedenle elitist bulur.

Nancy Fraser ise adalet teorisinde, yeniden dağıtım yani ekonomi, tanınma yani kültür ve temsil yani politika alanlarının her birinin bir aradalığıyla sağlanan eşitliğin hakiki adaleti tesis edebileceğini savunur.  ‘Yamyam kapitalizmi’ diye adlandırdığı günümüz dünyasını örnek göstererek bizleri uyaran Fraser, bu sistemin bu üç alandaki eşitsizlikleri daha derinleştirdiğine dikkat çeker.  

Modern siyasal düzenin ve hukukunun da en güçlü iddialarından biri olan eşitlik iktidar güçlerinin sınırlarına ve ‘yorum’larına indirgenmiş haldedir. Başta sözünü ettiğim eski belgelerdeki eşitlik, adalet ve onur vurguları, bugünün pozitif hukukunun ve yasalarının da giriş bölümlerinin de söylencelerindendir. Ancak başlangıçta var olan eşitsizlik hali bu söylencelerin aksine yaşamın somutluğundadır, mutlaklığındadır. Yukarıda da ifade ettiğim ve çok daha fazlasıyla ahlaki sorumluluk ve arayış olarak yaklaşımın, insan onuruna saygı duymanın ifadesi olan eşitliğin pozitif hukuk yasalarında karşılığı biçimsel düzeydedir. Herkesin kanun önünde eşit olduğunu varsayar. Özellikle ulus devlet yapısı içinde eşitlik belli tariflerle ve yurttaşlıkla sınırlanır. Tanınan kimliklerin dışında kalanların eşitliğinden söz edilemez. Fraser’ın uyardığı gibi tanınmayan ve dışlanan kimliklerin, grupların adalet talebini baştan sınırlayan kurumsal bir çember çizilir. Yani devlet eşitliği sağlama gücünü elinde bulundururken aynı zamanda eşitsizliği kurma ve yeniden kurmayı da tekelinde bulundurur.

Demokrasi, iktidar olanı dengeleyen ve eşitliği kuran canlı bir güçtür. Ancak somutta çoğu zaman devlet sınırlarına takıldığı için bu kurucu güç rolünü tam olarak yerine getiremez.  Her koşulda eşitliğin ve dolayısıyla adaletin ve özgürlüklerin en iyi yaşam bulduğu yer demokrasilerdir. ’Siyah İktidarı’nda aktarıldığı üzere, Stokely Carmichael tanımların ve anlamlandırmaların toplumun konumunu belirlediğini vurgular. Bu bakış açısından hareketle, eşitliğe hangi anlamı yüklediğimiz onu nasıl tanımladığımızla şekillenir. Eşitliği tanımlama biçimimiz ‘insanlık ailesi’ni cinsiyet, etnisite, sınıf, yaş ve statü gibi farklılıklarla nasıl konumlandırdığımızı da görünür kılar. Özellikle cinsiyet ve yaş gibi unsurlar eşitliği ve dolayısıyla adalet ve özgürlüğe dair algımızı belirler. Toplumsal yapıda üzerinde otorite kurduğumuz çocuğu eşitlik açısından nereye yerleştirdiğimizi düşünmek bu anlamda ufuk açıcı olabilir.

Çocuklara karşı hiyerarşik bir düzenin kurulduğu bir yaşam içinde eşitliği nasıl konuşabiliriz? Hiyerarşi açıktır, yetişkinler çocukları yönetir ve yetişkinlerin ihtiyaçları önceliklidir. Aristoteles’in aile içindeki ‘doğal ilişki biçimi’ olarak açıkladığı bu düzen dikkat çekicidir çünkü ebeveynin çocuktan üstün olduğu varsayımı bu yapının temelidir. Aristoteles aynı varsayımı topluma da taşır ve insanları üç gruba ayırır. ‘Temaşa eden adam’, yani düşünmeye ve soyut bilgiye yönelen erkek en üsttedir. Bu tanıma uyan erkek yurttaşlar toplumun en yetkinleri varsayılır. Kadınlar, çocuklar ve köleler ise daha aşağıda konumlandırılır. Eşitlik ile taban tabana zıt olan bu model ile insanlar aslında doğuştan farklıdır ve bu doğanın kendisinden gelir. Aristoteles’in bir başka eşitsizlik örneği de oğlan ve kız çocuklarına ilişkin düşünceleridir. Ona göre erkek çocuklar akıllarını kullanmaya doğuştan yeteneklidir ama bunu ancak yedi yaşından sonra yapabilirler. Kız çocukları için ise böyle bir kapasite yoktur. Bu düşünceler tarihsel olarak eşitsizliğin nasıl tanımlamalara dayandığını göstermesi açısından önemlidir.

Çocukluk kavramı tarihte uzun süre netleşmemiş, ancak sanayi devrimi ile birlikte anlaşılmaya başlandığında çocuklar kapitalizm eliyle ağır biçimde sömürülmüştür. 1960’larla birlikte dünyadaki hak ve özgürlük hareketleri ise çocukların da politik ve toplumsal bir mesele olarak ele alınmasını sağlayan karşı güç olmuştur.

Çocukluk Batı eksenli bakışın aksine evrensel ve değişmez değildir. Her toplumda farklı biçimde kurulan bir inşa biçimidir. Çocukluk sosyolojisi, çocukların ideolojik olarak şekillendirildiğini bilen ama bunun onların eksik ya da tamamlanmamış bireyler olduğu anlamına gelmediğini vurgulayan bir perspektif içerir. Toplumsal olarak inşa edilen yapı, çocuklara itaat etmeyi ve sessiz kalmayı öğretmiştir. Bu durum tam da disiplin ve iktidar ilişkileri ile çocuğun konumunu belirlemiştir.

Bugün çocuklar hâlâ kolayca sömürülebilen ve çeşitli istismarlara açık bir grup olarak görülmektedir. Bu durum modern dünyaya dair karamsar bir tablo oluşturur ve çocukluk üzerine yapılan çalışmalar da bu eşitsizliği görünür kılmayı amaçlar.

Çocukluğun toplumsal olarak nasıl kurulduğu önem taşır çünkü eşitliği sadece yetişkinlerin mücadelesi olmaktan çıkarır. Bu önem yetişkin-çocuk ilişkisini de temel bir adalet meselesine dönüştürür. Yukarıdaki teorik ve tarihsel bilgiler eşitliğin insanın anlam arayışı yolculuğunda hep başat rol olduğunu gösterir. Dolayısıyla modernite ile birlikte söylemsel ve hukuksal değişim ve dönüşümler elbette gelişmiştir. Ancak bugün eşitliğin olağanüstü bir şekilde arttığı bir dönemdeyiz. Hatta Rawls’un ve Fraser’ın işaret ettiği adil dağıtım ve tanınma gibi koşulların eşitsizlik yaratan, derinleştiren bir pratikler politikası içerisine hapsolmuş haldeyiz. Devletler eşitsizlik üreten ve derinleştiren toplumsal adalet fikrini dağıtan yok eden bir konuma sahip olmuşlardır.

Eşitlik kavramı bugün çocukluk bağlamına taşındığında, soyut bir hukuk ilkesinden çok, insanın ötekine duyduğu etik sorumluluk biçimini alır. Çocuk hem korunması gereken bir varlık hem de hak sahibi bir özne olarak var olur. Yetişkin–çocuk ilişkisi, bu iki boyut arasında sürekli bir gerilim içindedir. Gerilim özen göstermek ile sınır koymak, yönlendirmek ile dinlemek arasında gidip gelir. Eşitliği, çocukluğu yetişkinlerin ya da otoritenin (aile, devlet vb.) doldurması gereken bir boşluk olarak görmek yerine çocuğun kendi kapasitesi, dili ve düşünce biçimleriyle kendini gerçekleştirmesini destekleyen bir toplumsal yapı kurmak olarak anlamak gerekiyor. Yetişkin-çocuk arasındaki eşitlik anlayışı bir aynı olma halinden ziyade tanıma ve oluş biçimiyle, farklılığıyla değerini teslim etmeye dayandığı unutmamak gerekiyor.

Çocuklar arası eşitlik ise eşitliğin genel tanım ve anlamlandırılmasıyla paralel biçimde şekil alır. Çocuğa ilişkin eşitlik olgusuna bakarken çocuğun karar verme otonomisine sahip olmak kendi ilgisinin farkında olduğu, kendi ilgisini gerçekleştirmeye ilişkin neler yapması gerektiğine kendi başına karar verebileceği ve kendi ilgisini gerçekleştirmede özgür olduğu savı önem taşır. Çocukluğa bir anlamda tamamlanmamışlık olarak bakmak hiyerarşik bir yapıyı en baştan inşa eder. Böyle bir tarif çocukluk ve çocuk hakları meselesini tümüyle özen ve koruma üzerinden tarif etmemize yol açar ki bu yaklaşım hak kavramını da sorgulamamız anlamına gelir.

Eşitliğin çocuklukta nasıl tezahür ettiği meselesi nihayetinde yetişkinlik etrafında inşa edilen eşitlik perspektifini de açığa çıkarır.  Modern hukuk, çocuk haklarını güvence altına alabilir ancak bu, pek tabii tek başına çocuklar arasında eşitliği kurmaz. Çocukluğun özgün bir varoluş tarzı olarak kabulü beraberinde eşitlik haline de özgün bir yaklaşımı getirir. Yetişkin bireylerin hak sahibi olması gibi bağımsız birer hak taşıyıcısı olarak kabulünü yaratır. Kendi kapasiteleri ve kendi ilgilerinin güçlendirilmesi açısından engellenmeme ve çocuk olma hallerinin inkâr edilmemesi daha aşağıda konumlandırmadan yaklaşılmasını sağlayacaktır.

Fraser’ın yeniden dağıtım, tanınma ve temsil olarak tanımladığı üçlü çerçeveyle de açıklanabilecek bir kapsam sunar. Toplumsal konum, cinsiyet, etnik kimlik, hatta doğduğu yer, bir çocuğun imkânlarını belirler. Bu imkanların başlangıçta eşitsizlik olarak hayatı şekillendirdiği açık. Eşitliğin bunların giderileceği pratikler içermesi şarttır. Çocukluğun evrensel bir deneyim gibi görünmesi karşısında eşitlik, hakikatte sınıfsal ve kültürel farklarla derin biçimde şekillenir. Bu nedenle çocuklar arasındaki eşitlik, herkesin aynı koşullara sahip olması değil, her çocuğun kendi potansiyelini gerçekleştirebilmesi için gerekli desteğin sağlanması anlamına gelir.

  • İkinci bölümde bu konuyu Kürt çocuklar açısından ele alacağım.

Yararlanılan Kaynaklar:

  1. Nikomakhos’a Etik ve Politika, Aristoteles
  2. Çocuk Düşmanlığı, Elisabeth Young-Breuehl. Çev. Aksu Bora
  3. Siyah İktidarı, Stokely Carmichael
  4. Çocukluk Sosyolojisi, Özlem Aydoğmuş Ördem
  5. From Redistribution to Recognition? Dilemmas of Justice in a ‘Post-Socialist’ Age, Nancy Fraser
  6. Bir Adalet Teorisi, John Rawls
  7. Amartya Sen’s Nonideal Theory, Kristina Meshelski
Etiketler: BarışÇocuk haklarıÇocuk hakları sözleşmesiDemokrasieşitlikÖzel savaş politikalarıSavaşSayı 145
Önceki İçerik

Kürdistan’da Toplumsal Çöküş, Özel Savaş ve Komünal Çıkış Stratejisi

Sonraki İçerik

Tarihten Günümüze Komünleşme: Devletsiz Toplumlar

Sonraki İçerik
Özgür Birey ve Özgür Toplum Diyalektiği: Komün

Özgür Birey ve Özgür Toplum Diyalektiği: Komün

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast

© 2024 Jindergi. Tüm hakları saklıdır.

Welcome Back!

Login to your account below

Forgotten Password?

Retrieve your password

Please enter your username or email address to reset your password.

Log In

Add New Playlist

No Result
View All Result
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast

© 2024 Jindergi. Tüm hakları saklıdır.