Mekânın düzeninden kullanılan dile, salondaki ağırbaşlı, “ağır ağabey” tavırlarına kadar her şey, baştan sona “erkek” bir yapılanmanın içindeymişim hissini veriyordu. Yine de Komisyon salonunda görev yapan çalışanların sıcak ve samimi yaklaşımları, bu resmî atmosferin sertliğini bir nebze olsun yumuşatıyor, ortamı daha nefes alınabilir bir hâle getiriyordu
Barışa ihtiyacı olan kadınlar olarak 2024 yılında gücümüzü, bu topraklarda uzun yıllardır süren kadınların barış ve özgürlük mücadelelerinden alarak, barış sözünü çoğaltmak; iktidarın aileci, muhafazakâr, baskı ve şiddeti önceleyen, kadını yok sayan, LGBTİ+’lara yaşam hakkı tanımayan politikalarına karşı sesimizi yükseltmek için yola çıktık. 2025 yılı Şubat ayında, Barışa İhtiyacım Var Kadın İnisiyatifi (BİV) olarak, kadınların hem bireysel hem kolektif düzeyde barışa neden ihtiyaç duyduğunu hatırlamak, birbirimize anlatmak, temas alanlarımızı büyütmek ve barışın öznesi olma sorumluluğunu paylaşmak amacıyla yeniden yola koyulduğumuzu kamuoyuna duyurduk.
Yaklaşık bir yıldır, Kürt sorununun barış içinde, demokratik ve eşitlikçi biçimde çözülmesi için acil ve somut taleplerimizi dile getirdik; bu taleplerin karşılanması yönünde başta TBMM ve hükümet olmak üzere tüm karar vericilere çağrılarda bulunduk. Öte yandan, barış ya da savaş kavramlarının yalnızca bu coğrafyayla sınırlı olmadığının farkındalığıyla, Êzidîlere ve Alevilere yönelik katliamlara; Gazze’deki İsrail soykırımına, İsrail’in İran’ı hedef alan emperyalist saldırılarına karşı da sesimizi yükselttik. Ortadoğu’da barış mücadelesi yürüten kadınların yanında olduğumuzu her fırsatta dile getirdik[1].
Bu süreçte, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile PKK (Kürdistan İşçi Partisi) arasındaki elli yılı aşkın süredir devam eden silahlı çatışmanın demokratik yollarla sona erdirilmesi ve sürecin Meclis’te demokratik siyaset zemininde sürdürülmesine yönelik çağrılar sonucunda, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu (Komisyon) kuruldu. 51 üyeden oluşan Komisyona, biri hariç Meclis’te temsil edilen tüm siyasi partiler üye verdi ve Komisyon 5 Ağustos 2025’te çalışmalarına başladı.
Komisyon, ilk adım olarak çatışmadan doğrudan etkilenen örgütlerin, sivil toplum kuruluşlarının ve baroların temsilcilerini dinlemeye karar verdi. Ancak Komisyonun nasıl çalışacağına ilişkin usul ve esaslar net biçimde belirlenmedi; amacına ve kapsamına dair belirsizlik, sürecin başından itibaren varlığını korudu.
BİV olarak, barış için Meclis’te eşit temsil ve katılımcılık ilkesine dayalı bir komisyon kurulması talebimizi sürecin önemli bir parçası olarak gördük. Her ne kadar kurulan Komisyon, kadın temsilinin son derece düşük oluşu —51 üyenin yalnızca 9’unun kadın olması— ve yasal güvencelerin eksikliği gibi nedenlerle beklentilerimizin dışında şekillense de kadınların neden barışa ihtiyaç duyduğunu ve barış için hangi somut talepleri olduğunu Komisyona sunmayı; ardından sürecin takipçisi olmayı, barış mücadelesi açısından kıymetli bir adım olarak değerlendirdik.
Gelen çağrı üzerine, Barışa İhtiyacım Var Kadın İnisiyatifi (BİV) adına son toplantımızda aldığımız karar doğrultusunda, Feride, Ruşen ve ben, 15 Ekim 2025 Çarşamba günü TBMM Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun on beşinci toplantısına katıldık. Bu yazıda, Komisyona katılan BİV temsilcilerinden biri olarak, toplantıya dair izlenimlerimi ve dikkatimi çeken bazı noktaları paylaşmak istiyorum.
Aslında, Komisyon toplantısına katıldığımız 15 Ekim tarihinden yaklaşık bir ay önce ismimiz Komisyona bildirilmişti. Ancak uzun bir süre boyunca katılım tarihimizin kesinleşmesini bekledik. Süreç uzadıkça, davetin gerçekten hayata geçip geçmeyeceğine dair kuşkularımız da arttı. Zira Komisyonun nasıl işleyeceğine dair net bir plan ya da takvim bulunmuyordu. “Dinlemeler”in ne kadar süreceği, kimlerin davet edileceği genellikle sadece birkaç gün öncesinden öğrenilebiliyordu.
Bu belirsizlik sürecinde, Komisyona sunmak ve sonrasında kamuoyu ile kadın örgütleriyle paylaşmak üzere oldukça kapsamlı bir rapor hazırladık. BİV olarak defalarca bir araya gelerek tartıştık, önerileri değerlendirdik ve rapora son şeklini verdik.
Komisyon toplantıları, TBMM Tören Salonu olarak adlandırılan mekânda gerçekleştiriliyor. Geniş, altın renkli süslemelerle Osmanlı sarayını andıran, ihtişamlı bir dikdörtgen salon bu. Başkan Numan Kurtulmuş’un oturduğu koltuğun iki yanında siyasi parti temsilcileri yer alıyor; karşılarındaki yaklaşık on kişilik oturma grubunda ise o gün sunuş yapanlar bulunuyor.
Mekânın düzeninden kullanılan dile, salondaki ağırbaşlı, “ağır ağabey” tavırlarına kadar her şey, baştan sona “erkek” bir yapılanmanın içindeymişim hissini veriyordu. Yine de Komisyon salonunda görev yapan çalışanların sıcak ve samimi yaklaşımları, bu resmî atmosferin sertliğini bir nebze olsun yumuşatıyor, ortamı daha nefes alınabilir bir hâle getiriyordu.
Toplantıda ilk olarak gençlik adına gelen ve çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu konuşmacılar söz aldı. Türk Teknoloji Takımı adına söz alan kadın konuşmacı ise, ısrarla “Terörsüz Türkiye süreci” ifadesini kullanarak başladığı konuşmasında, Türkiye’nin dört bir yanında kurulan teknoloji takımlarının gençlere fırsat eşitliği sunduğunu anlattı; roket parçalarının uçuş kontrol kartının “yerli ve milli” olarak üretildiğini örnek gösterdi. Ancak, tüm bu anlatının barışa nasıl bir katkı sağlayacağına dair hiçbir değerlendirme yapmadı. Sözlerine, Şanlıurfa’dan “Kodgirl Takımı” adlı iki kız öğrenciden oluşan bir grubun Eğitim Teknolojileri Yarışması’nda derece elde ettiğini ekleyerek devam etti. “Kültürel içeriklerle zenginleştirilmiş otonom bir eğitim otomasyonu geliştirdiler” diyerek, bir Kürt ilinde kadın öğrencilerin teknoloji alanında yer alabilmesine vurgu yaptı. Konuşmasının geneline bakınca Kürt sorununun çözümünü kendi ifadeleriyle “teknoloji odaklı bir kalkınma hikâyesi yazmakta” gördüklerini söyleyebiliriz.
Bir sonraki oturumda söz alan Türkiye İş Kadınları Derneği temsilcisi ise benzer bir söylemle, Kürt sorununun çözümünü bölgesel kalkınma meselesine indirgedi. “Terörün gölgesinde yaşayan bölgelerde kadınların ekonomik hayata katılımını sağlamak amacıyla” mikro girişim destekleri sunduklarını, eğitim bursları ve istihdam projeleriyle genç kadınların geleceğe umutla bakabilmeleri için somut fırsatlar yarattıklarını anlattı.
Kadem adına söz alan konuşmacı, eğitme ve düzeltmeyi hedefleyen bakış açısına dayalı projeleri destekler nitelikte çeşitli ıslah çalışmalarından söz etti. Konuşmasında, “Terör örgütleri yıllarca bölgede ‘özgür kadın’ söylemini kullanarak kadınları ideolojik olarak etkiledi ve biçimlendirdi. Bu bağlamda, önümüzdeki dönemde kadın alanında faaliyet gösterecek sivil toplum kuruluşlarının bölgedeki rolü son derece kritik olacaktır.” ifadelerini kullandı. Ayrıca, sahada “Terörsüz Türkiye” vizyonu çerçevesinde, terörün yarattığı çok katmanlı tahribatın onarılmasına yönelik psikososyal destek mekanizmaları gibi kapsamlı ve sürdürülebilir bir iyileşme programı yürütmeye önem verdiklerini belirtti.
Konuşmacı, kadınları aile kurumuna hapsedip koca ya da babaya bağımlı kılarak patriyarkal kapitalist düzeni yeniden üreten “Aile Yılı” kapsamında, “ailenin güçlendirilmesi” hedefi doğrultusunda yürütülen projelerden söz etti. Ayrıca, LGBTİ+ bireylere yaşam alanı tanımayan, dışlayıcı ve heteronormatif yaklaşımların —örneğin 11. Yargı Paketi gibi yasal düzenlemeler aracılığıyla— meşrulaştırılmasına zemin hazırlayan bu projeleri olumlayıcı bir dille aktardı. Kadınların yaşadıkları acıları “güvenli bir ortamda paylaşabilecekleri alanlar” oluşturduklarını; aile içi iletişimi, ebeveynlik becerilerini ve toplumsal bağları güçlendirmeye yönelik programlar yürüttüklerini belirten bu söylem, esasen kadınları özne olmaktan ziyade aile içinde tanımlayan ve özgürleştirici değil, disipline edici bir yaklaşımı yansıtıyor.
Barışa İhtiyacım Var Kadın İnisiyatifi adına söz alan Ruşen, savaşın kadınlara ödettiği ağır bedellerden söz etti. Öldürülen, yakınlarını kaybeden, göçe zorlanan; işkenceye, tacize ve tecavüze uğrayan, yoksullaştırılan kadınların yaşadıklarını dile getirdi. Barışın ancak Kürt sorununda tekçi ve güvenlikçi anlayışın terk edilerek, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir yaşamın inşasıyla mümkün olabileceğini vurguladı. Ayrıca, kurulması hedeflenen yeni yaşamın; kadınları dışlayarak, eşitsizliği derinleştirerek ve savaşın kadınlar üzerindeki yıkıcı etkilerini görmezden gelerek inşa edilemeyeceğini ifade etti ve daha önce de farklı biçimlerde ifade ettiğimiz barış için taleplerimizi aktardı.
Feride, raporun ilgili bölümünde, Komisyonun rolünün sınırlı olduğunun farkında olduğumuzu, ancak bu çabanın bazı alt komisyonlar ve başka çalışmalarla geliştirilmesi gerektiğine inandığımızı belirtti. Bu çalışmaların önemli bir boyutunun da cinsel şiddeti konuşmak olduğunu vurguladı. Kadınların, savaşın pompaladığı ve pekiştirdiği, son derece milliyetçi ve militarist bir erkeklik biçiminin gölgesinde yaşamak zorunda bırakıldıklarını ifade etti:
“Örneğin, kimi kız çocukları okullarının önünde üniformalı kolluk görevlilerinin cinsel tacizine uğramaktan korktu. GBT bahanesiyle kimlik bilgilerini öğrenen bu görevliler, daha sonra sosyal medya üzerinden tacize yöneldi; birçok genç kadın ve kız çocuğu bu şekilde cinsel şiddet sarmalına sürüklendi. Bundan yalnızca birkaç yıl önce aynı JÖH’ler ve PÖH’ler Cizre, Yüksekova, Nusaybin gibi kentlerde kadınların yatak odalarına girmişti; duvarlara, aynalara kadınların rujlarıyla tecavüz tehditleri yazılmış, iç çamaşırlarıyla fotoğraflar çekilmiş ve bu görüntüler sosyal medya hesaplarında açıkça paylaşılmıştı.”
Feride, bu fotoğraflardan birini yansıtarak Gazze’de yaşananlarla benzerliğine dikkat çekti. O anda erkek milletvekillerinin bağırmaya başladığı gergin bir atmosfer oluştu. Kimisi “böyle bir şey yok” diyerek şiddeti toptan inkâr etti, kimisi Gazze’ye yapılan benzetmeye öfkelendi, kimisi ise bu fotoğrafı “münferit bir olay” olarak nitelendirdi. Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş ise “Geçmişin acıları üzerinde konuşarak bugünkü barışı inşa etmemiz mümkün değildir” dedi. O an, bir kez daha, konuşulması en zor konunun cinsel şiddet olduğunu; hele ki fail kamu gücünü arkasına almış, bir kolluk görevlisi olduğunda, bu sessizliğin çok daha derinleştiğini gördük.
Cinsel şiddetin konuşulmasının dahi tepkiyle karşılandığı, inkârla bastırıldığı bir bağlamda, devletin ve kamu gücünü kullanan aktörlerin işlediği suçlar yalnızca geçmişte kalmaz; toplumsal hafızaya kazınarak bugün de varlığını sürdürür. Cezasızlık, faili koruyan bu yapısal sessizlik, şiddetin yeniden üretilmesini mümkün kılar. Şiddet, kamusal alandan özel alana, devletten topluma, oradan da kadınların bedenine ve yaşamlarına sirayet eden bir süreklilik içinde varlığını sürdürmektedir.
Bizden önceki oturumlardan birinde “dinlenen” Barış Annelerinin kendi anadillerinde konuşmalarına izin verilmemesi de bu suskunluğun, inkârın ve bastırmanın başka bir biçimidir. Aynı sessizlik, aynı “duymama” hâli, kadınların tanıklıklarını ve acılarını görünmez kılmanın kurumsal bir pratiği olarak yeniden üretilmektedir.
Bugün beş yılı aşkın süredir faili bulunamayan Gülistan Doku, Nisan ayından beri kayıp olan Feleknaz Keskin, akıbeti belirsiz Narin Güran, Rojvelat KızmazveRojin Kabaiş vakaları bu cezasızlık kültürünün en çarpıcı örnekleridir. Bu isimler, adaletin işlemeyişinin, kadınların yaşam hakkının sistematik biçimde değersizleştirilişinin simgesine dönüşmüştür. Her biri, geçmişte işlenmiş suçların üstü örtüldükçe yeni suçların nasıl mümkün hale geldiğini hatırlatır.
Dolayısıyla, bu ortamda barış, yalnızca silahların susması anlamına gelmiyor. Gerçek bir barış, kadınların maruz kaldığı şiddetin görünür kılındığı, faillerin yargılandığı, adaletin tesis edildiği ve toplumsal hafızanın bu yüzleşmeyle yeniden inşa edildiği bir süreçle mümkün. Kadınların adalet talebi, yalnızca bireysel bir hak arayışı değil, aynı zamanda barışın toplumsallaşmasının en temel koşulu.
Nazan Üstündağ[2], barış süreçlerini “toplumun yeniden kurulduğu anlar” olarak tanımlar. Bu dönemlerde kurulacak tüm toplumsal sözleşmelerde kadınlar eşit biçimde temsil edilmezse, bu sözleşmeler eksik kalır. Üstündağ’a göre, kadınların dahil olmadığı barış süreçleri toplumsallaşamaz; çünkü erkekler çoğu zaman barışı egemenliğin yeniden paylaşımı olarak görürken, kadınlar onarımı, adaleti ve telafiyi merkeze koyar. Üstündağ’ın da belirttiği gibi, kadınlar barış masalarına yalnızca “temsil” için değil, yeni bir toplumsal tahayyül için otururlar.
Bu tahayyül, kapitalizmin, militarizmin ve patriyarkanın iç içe geçtiği egemenlik alanlarını sorgular. Barış, kadınlar için yalnızca çatışmanın sona ermesi değil, yaşamın yeniden eşitsizliklerin, erkek şiddetinin, ayrımcılıkların olmadığı bir temelde kurulmasıdır. Demokratikleşmeye ve geçmişle yüzleşmeye dair taleplerin görmezden gelindiği bir Komisyon gündeminin silahsızlanmayı sağlayacak ve devam ettirecek koşulları oluşturamayacağını görmek gerekir.
[1] Bkz: https://www.barisaihtiyacimvar.com/
[2] Üstündağ, N. (2013). Kadınların Barış Süreçlerindeki Rolü. İstanbul: İletişim Yayınları.

