Aklımızda yüzlerce soru belirebilir. Ancak unutmamak gerekir ki, tarih savaş kadar barışa, katliam kadar direnişe, sömürü kadar mücadeleye ve devlet kadar da toplumsallığa ev sahipliği yapmıştır. Nasıl ki insanlık tarihi gözünü savaşla açmayıp, savaş devletleşme ve iktidarlaşma ile birlikte insanlık tarihinde yer edindiyse öyleyse devletleşme öncesi demokratik toplumu yeniden inşa etmek de mümkün. Çünkü…
Tarihteki ilk devlet örneği olup günümüz iktidarlarının, ulus-devletlerin prototipini oluşturan Sümer Rahip Devleti’nden bu yana sistemsel olarak dünyanın 6 kıtasında inşa edilen “devlet” mekanizması, Orta Doğu’da ise “ulus-devlet” zihniyetini doğurdu. Devletleşmenin en temel politikası ise halkların inkârı ve maddi-manevi değerler bütününü, yani toplumsallığını hedef almaktır. Kıyım, katliam, pogrom, asimilasyon gibi toplumu, toplumun değer yargılarını, kültürel birikimini ve kimliğini; yani bir bütün varlığını hedef alan bu mekanizma, 5 bin yıl içerisinde şeklen değişime uğrasa da “kötücül” özünü korudu. Devlet, halkların inkârı üzerine inşa edilen bir sistem iken, bugün devletlerle halkların demokratik eksende buluşabilmesinin veya barışabilmesinin yolu konuşuluyor.
İnsanlık tarihinin evrensel değerleri ve manevi birikimlerinin başında “barış” gelir. Barış, insanlığın toplumsallaşmaya başlamasından bu yana toplumların olmazsa olmazı olarak kabul görür ve toplumsal değerlerin en önemli boyutunu oluşturur. Öyle ki, tarihten bu yana savaşların boy göstermeye başlamadığı, devletlerin ve özelde ulus-devletlerin savaş çığırtkanlığına henüz girişmediği demlerde toplumsal barış, yaşamın temeli olarak görülürdü. Ancak ne zaman ki Sümer Rahip Devleti ile insanlık tarihi devletleşme ile tarih sayfalarında başka bir safhaya geçmeye başladı, işte o zaman “barış” yerine “savaş” konuşulmaya başlandı. Yani barışı devlet öncesi ve devlet sonrası diye tanımlamak da mümkün. Zira barışın karşıtı olan savaşın mucidi bizzat devlet aklının kendisidir. Günümüz neo-liberalizmi ve vahşi kapitalizmi tüm dünyayı etkisi altına alarak, toplumsal barış yerine “ben”i koyar. Toplumsallığı hedef alan bu politika ile barış ve demokratik yaşam hedef alınırken, bunu aksine çevirmek nasıl mümkün olabilir? Veya halkların inkârı ve sömürüsü üzerine inşa edilen 5 bin yıllık devlet geleneğinin yarattığı savaş kodlarını barışa evirmek mümkün mü? Kana bulaşan tarih sayfalarını yeniden ak’a çevirmek mümkün mü? Peki ya günümüz Orta Doğu’sunu saran ulus-devlet anlayışının gasp ettiği toplumsal değerleri yeniden yaşatmak, ahlaki-politik toplum eksenli bir yaşam inşa etmek mümkün mü?
Aklımızda yüzlerce soru belirebilir. Ancak unutmamak gerekir ki, tarih savaş kadar barışa, katliam kadar direnişe, sömürü kadar mücadeleye ve devlet kadar da toplumsallığa ev sahipliği yapmıştır. Nasıl ki insanlık tarihi gözünü savaşla açmayıp, savaş devletleşme ve iktidarlaşma ile birlikte insanlık tarihinde yer edindiyse öyleyse devletleşme öncesi demokratik toplumu yeniden inşa etmek de mümkün. Çünkü…
“Tarih günümüzde gizli ve biz tarihin başlangıcında gizliyiz.” der, Abdullah Öcalan
Tam da buradan devam etmek gerekirse; insanlık değerleri tarihin hiçbir anında mutlak bir yok oluşu yaşamadı. Savaşlar, saldırılar, toplumsallığı, evrensel değerleri, insanlığın maddi ve manevi değerler bütününü hedef alan uygulamalar olsa da 12 bin yıllık insanlık tarihinde yaratılan toplumsal değerleri, ahlaki ve politik yaratımı, demokratik yaşamı yok etmek mümkün değil. 21’inci yüzyıl dünyasında ise savaş yerine barışı, sömürü yerine demokrasiyi yeniden inşa edebileceğimiz yeni sistem, Abdullah Öcalan’ın “Demokratik, Ekolojik, Kadın Özgürlükçü Toplum Paradigması”na kulak vermekle mümkün.
Ve barışın konuşulduğu bugünlerde “toplumsal barış nasıl sağlanabilir?” sorusuna tam da burada yanıt vermek gerekir. Burada aradığımız yanıt “medya”. İletişim, insanlık tarihinden bu yana en temel duygu ve düşünce aktarımını oluşturur. İnsanlar, dil devriminden önce mimiklerle, yani doğayı taklit ederek iletişimi sağlarken; dilin buluşundan sonra ise insanlık tarihi artık çıkardığı seslerle yeni bir iletişim ağı kurmuş oldu. Zamanla konuşabilme yetisinin kazanılmasıyla artık iletişim, toplumsal değerlerin en önemli parçasını oluşturmaya başladı.
Tarihten günümüze toplumun en temel ihtiyacı halini alan iletişim, günümüz teknoloji çağında ise kitle iletişim araçlarının ve medyanın gelişmesiyle başka bir aşamaya geçti. Bugün toplumsal dizaynda başat rol oynayan medya, insanlarla kurduğu iletişim metotları ile yeni topluluklar yaratabiliyor veya ideolojilerin tapıcısı bir topluluk yaratabiliyor. Değişen ve dönüşen teknoloji çağında medyanın önemi ve rolü tartışılmazken, “nasıl bir medya?” diye sormak gerek. Resmî ideolojilerin tapıcısı bir medya mı, yoksa özgür toplumun destekçisi medya mı? İşte tam da bu noktada “barış gazeteciliği”ne değinmekte fayda var.
Devletler başta olmak üzere tüm ideolojiler, kendini medyanın gücü üzerinden var eder. Medya, toplumlara ulaşmanın en kolay ve hızlı yolunu oluştururken aynı zamanda yeni toplumlar yaratmada da başat role sahiptir. Günümüz ulus-devlet modellerinde ve özelde Türkiye’de, medya gücünü denetiminde tutan iktidar kalıcılığını medya üzerinden sağlarken, medya desteğini alamayan ideolojiler ise yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Gerek resmî ideolojilerde gerekse de felsefî, sosyolojik ve yaşamsal ideolojilerde medyanın desteği, ideolojinin halka taşınmasını sağlar. Halkla buluşturulmayan hiçbir ideolojinin ömrü uzun olamaz. Ancak medyanın en önemli manipülasyon ve dezenformasyon aracı olduğu da unutulmamalıdır. Toplumsal dizaynda önemli bir güç olan medya, toplumların tüm değer birikimlerini de bertaraf edebilecek bir güçte aynı zamanda. Medyanın buradaki temel hedefi, toplumların, halkların çıkarlarını, iradesini devlet ve iktidarlara teslim etmeden korumaktır.
Devletsiz toplum mümkün iken, toplumsuz devlet mümkün değil. Bu anlayışla hareket etmek gerekirse devlet, hayatta kalmak için toplumun tüm değerlerini korumak zorunda. Ancak günümüz ulus-devlet anlayışı, varlığını halkların sömürüsü üzerinden inşa eder ve iktidarını da savaş çığırtkanlığı ile sürdürür. Nedeni ise toplumsal barışı hedef alan medyanın yarattığı yeni çağ güruhlarla ötekileştirmeyi, ırkçılığı ve bunlarla düşmanlığı körüklemesidir. İnsanlığın oluşum tarihinde insanların renginin, dilinin, inancının, cinsinin bir önemi bulunmaz ve bu farklılıklar toplumsal zenginlik olarak ele alınırken, maalesef günümüzde bu toplumsal farklılıklar ötekileştirmenin gerekçesi. İktidarlar, ötekileştirmeyi medya eliyle toplumlara empoze eder ve bununla yeni ideolojiler yaratır veya mevcut ideolojiye hizmeti sürdürür. Örneğin İç Anadolu Bölgesi’nin bir köyünde yaşayan bir insan, Kürdistan’ın herhangi bir köyünde yaşayan başka bir insan ile hiçbir fiziksel ve düşünsel temas kurmazken, medyanın ötekileştirici politikalarıyla tanımadığı insanı “terörize” edebiliyor, dolayısıyla düşmanlaştırabiliyor. İşte bunu resmî ideolojilerin, yani devlet ideolojisinin kölesi hâline gelmiş medya yapıyor. Toplumsal barışı inşa edebilecek en önemli güce sahip medya, yıllarca halklar arasında yaydığı düşmanlaştırıcı politikalar ile Kürt’ü Türk’e, Türk’ü de Kürt’e düşman etti. Şu anda ise bunu barış gazeteciliği yaparak aşabilir ve toplumsal barışın öncü gücü olabilir.
“Barış gazeteciliği” kavramının teorisyeni, Norveçli sosyolog Profesör Johan Galtung, ömrünü barışa adamış önemli bir isim olarak “barış gazeteciliği”ni biz gazetecilere, gazeteciliğe barış katmanın yollarını önererek 4 temel odağı miras bıraktı. Johan Galtung’un bahsettiği 4 odağın en önemlisini “barış odaklı” gazetecilik oluştururken; akabinde “gerçek odaklı”, “halk odaklı” ve “çözüm odaklı” bir gazetecilik ile bizlere barış gazeteciliğinin de formülünü sunmuş oluyor.
Johan Galtung’un izinden ilerleyerek barış gazeteciliğine önemli katkılar sunan gazeteci Jake Lynch ile psikoterapist Annabel McGoldrick, barış gazeteciliğini ele alırken şunu söyler: “‘Terörist’, ‘aşırılıkçı’, ‘fanatik’ ya da ‘köktenci’ gibi kötücülleştirici etiketlerden kaçının. Bunlar her zaman ‘onlar’a, ‘biz’im tarafımızdan verilen adlardır. Kimse bunları kendini adlandırmak için kullanmaz. Öyleyse bunları kullanmak, bir gazeteci için yan tutmak demektir. Bunlar, o kişinin makul olmadığı, dolayısıyla onunla görüşmenin (müzakere etmenin) anlamsız olduğu anlamına gelir.” İşte tam da Jake Lynch ile Annabel McGoldrick’in tanımladığı barış gazeteciliği üzerinden gidersek; 27 Şubat’ta Sayın Abdullah Öcalan’ın deklare ettiği “Barış ve Demokratik Toplum” manifestosu ardından devlet ile Abdullah Öcalan arasında başlayan diyalog süreci ile ülkede yeniden “barış” konuşulmaya başlarken, özgür basının dışında ana akım medya ile ulusalcı muhalif medya tam da altı çizilen “kötücülleştirici etiketlerden” biri olan “terör” kavramına ayak basıyor. “Kötücülleştirici etiketlerden kaçının” diyen Jake Lynch ile Annabel McGoldrick’in tariflediği barış gazeteciliğine denk düşmeyen bir gazetecilik pratiği sergileyen ana akım medya ile ulusalcı medya, kullandığı dil ve üslup ile ülke barışı ile toplumsal barışa ket vuran bir noktada duruyor. “Terör”, “terörist”, “terörist başı”, “bebek katili” … gibi “kötücülleştirici” çok sayıda kavram ve literatür kullanan medya, körüklediği savaş gazeteciliği ile toplumsal bir kutuplaşmanın da öncüsü oluyor. “Biz” Kürtlere “onlar” tarafından verilen “kötücül etiketler” hakikati yansıtmadığı gibi, bu tür barışa hizmet etmeyen medya dili barış yoluna taş döşüyor. Kalıcı ve demokratik bir barışın inşası için mücadele eden başta Abdullah Öcalan ile sürece en pozitif somut katkıyı silah yakarak sunan PKK’yi “terörize” eden dilini değiştirmemekte bir beis görmeyen medya, yukarıda bahsettiğim İç Anadolu’nun herhangi bir köyünde yaşayan bir Türk ile Kürdistan’ın herhangi bir köyünde yaşayan Kürt’ün toplumsal barışa kucak açmasında kötücül bir rol oynuyor.
Yine Jake Lynch ile Annabel McGoldrick’in tanımladığı barış gazeteciliğinde önemli noktalardan biri de şu maddede yatıyor: “Liderlerin imzaladığı, askerî zafer veya ateşkesle sonuçlanan, bir şekilde barış getiren belgeleri kutlamaktan kaçının. Bunun yerine hâlâ geriye kalan ve insanları ileride başka şiddet eylemlerine yöneltecek konularla ilgili haber yapın. Toplumdaki kalkınmaya ve yapısal ihtiyaçlara işaret etmek; bir barış kültürü yaratmak için, anlaşmazlığı şiddetsiz bir şekilde ele alıp çözecek araçları güçlendirmek için neler yapıldığını sorun.” Bu maddeden hareketle Türkiye–PKK barış görüşmelerinde altı çizilmesi gereken en önemli hususlardan biri de bir tarafın radikal adımlar atıp samimiyetini gösterirken, öte tarafın ise somut adımlardan kaçınmasıdır. Buna en somut örnek olarak yüzlerce PKK’li tutsağın tutulduğu cezaevleri verilebilir. Barış görüşmeleri çerçevesinde Meclis çatısı altında “Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”nun kurulması devlet açısından önemli bir ilk adımı oluştururken, atılması gereken diğer önemli adımlara dikkat çekmek de barış gazeteciliği eksenli medyanın görev ve sorumluluğu kapsamındadır. Barış gazeteciliğinde tanımlanan “sonraki adımlara” odaklanmak yerine “kötücül dil”den barış görüşmelerine rağmen vazgeçmeyen medya, barış görüşmeleri kapsamında kendini fesheden PKK’nin cezaevinde bulunan tüm tutsaklarının serbest bırakılmasını talep etmek yerine; AYM’nin, TCK’nin 220’nci maddesinin 6’ncı fıkrasını (örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme) Anayasa’nın 38’inci maddesine aykırı olması nedeniyle ikinci kez iptal etmesi sonucunda tahliye edilen çok sayıda PKK’li tutsağı hedef gösterdi. Tutsakların serbest bırakılması, görüşmelerden çok önce AYM’nin — yani Türkiye’nin en üst mahkemesinin — iptal ettiği bir madde çerçevesinde olup görüşmelerden bağımsız bir yargı kararı iken; ulusalcı medya başta olmak üzere “kötücül” dilden uzaklaşmayan medya, servis ettiği haberler ile PKK’li siyasi tutsakların tahliyesini “pazarlık” olarak servis ederek, toplumsal barışın aksine toplumsal kutuplaşmayı körükledi.
Dünya örneklerine bakıldığında da medyanın yancı tutumu sonucunda, barış görüşmeleri toplumsallaşmadığı için yılları alan bir sürece evrilebildi. Ancak barışın mihenk taşı olan medya, toplumsallaştığı oranda barışa kalıcı katkılar sunabilen bir noktada. Bask, Katalan, FARC, İrlanda, Kolombiya gibi örnekler buna emsal oluştururken, devletlerle yapılan barış görüşmelerinde medyanın rolü göz ardı edilemez. Bu eksende dünya örneklerine baktığımızda en çarpıcı örneklerden biri İrlanda örneği. İrlanda barış görüşmelerinde medyanın rolü oldukça önemli olup sürece hem olumlu hem de olumsuz etkilerde bulundu. Kuzey İrlanda Barış Süreci kapsamında medya, hem bilgi aktarımı hem kamuoyu oluşturma hem de müzakere atmosferinin şekillenmesinde belirleyici bir araç olarak görev yaptı. Medya, hem yerel (BBC Northern Ireland, Belfast Telegraph) hem de uluslararası (CNN, The Guardian, Reuters vb.) düzeyde bu süreci yakından takip ederek; müzakereleri halkın gündemine taşıdı, siyasal aktörlerin söylemlerini kamuoyuna duyurdu ve barış yanlısı ya da karşıtı sesleri yansıttı. Medya, özellikle gizli yürütülen müzakereler sonrasında yapılan açıklamaları halka duyurarak şeffaflık ilkesini uyguladı. Bu sayede toplumun farklı kesimleri, müzakerelerin seyrini öğrenebildi. Barışa dair umut verici gelişmelerin medyada yer edinmesi, halk desteğinin de artmasını sağladı. Özellikle 90’lı yıllarda Kuzey İrlanda barış sürecinde sağlanan ve sürecin sonraki aşamalarını belirleyen en önemli siyasi gelişme olan “Good Friday (Hayırlı Cuma) Anlaşması” veya diğer adıyla “Belfast Anlaşması” öncesindeki referandum sürecinde medya desteği, halkı bilinçlendirdi. Medya, müzakere sürecine katılan tüm aktörleri kamuoyuna karşı sorumlu hâle getirdi. Süreçteki duraksamalarda gazeteciler, taraflara baskı uygulayarak sürecin ilerlemesine en önemli katkıyı sundu. Medya, İrlanda barış görüşmeleri sürecinde hem yapıcı hem de yıkıcı bir rol oynadı. Doğru kullanıldığında toplumun barışa yönelmesinde büyük katkı sundu; ancak yanlış, taraflı ve spekülatif kullanımı süreci sekteye uğratma riski taşıdı. Özellikle kapsayıcı ve sorumlu habercilik, bu süreçte medyanın en etkili rolünü oluşturdu.
Bir diğer önemli dünya örneği olan Kolombiya barış görüşmelerinde ise medya, bilgi aktarımı, kamuoyu mobilizasyonu ve meşrulaştırma süreçlerinde kilit rol oynadı. Ancak taraflı yayıncılık ve dezenformasyon da süreci tehdit eden bir başka boyutu oluşturdu. Barış görüşmeleri, Kolombiya hükümeti ve FARC (Fuerzas Armadas Revolucionarias de Colombia) arasında yıllarca süren savaşın ardından 2012’de Küba’nın başkenti Havana’da başladı. Medya, bu süreçte hem resmî müzakere platformu dışındaki ana tartışma alanını oluşturdu hem de siyasî kampanyaların yürütüldüğü temel araç hâlini aldı. Özellikle Kolombiya’nın en büyük yayın organlarından olan RCN, Caracol TV ve El Tiempo gibi oluşumlar kamuoyunu doğrudan etkiledi. Medya, barış görüşmelerinde barışın anlatımı, tartışılması ve meşrulaştırılması için en temel platform rolünü üstlendi. Bunlara örnek verecek olursak; medya, sürecin detaylarını kamuoyuna aktaran belgesel programlar ve haber dizileri oluşturdu; köylerde ve düşük gelirli bölgelerde barışın içeriğini anlatmak için sosyal sorumluluk yayınları yaptı. Alternatif medya platformları (Contagio Radio, La Silla Vacía) barış sürecinde toplumun mağdur kesimlerinin sesini duyururken, kadınların ve yerli halkların barış sürecindeki rolünün de görünür kılınmasını sağladı. Medya, barış görüşmelerinde en aktif kullanılan mecraların başında gelen televizyonda sunduğu tartışma programları ile kamuoyunu iki tarafı da dinlemeye ve barışa dair empati kurmaya teşvik etti. Açık oturumlar ve kamuya açık tartışmalar, toplumda “barış kültürü” gelişimine de katkı sunmuş oldu.
Dünyada uzun yıllar en büyük sömürü toplumunu oluşturan Güney Afrika’daki barış görüşmelerinde ise medya kilit rol oynadı. Dünyada türeyen siyahî düşmanlığı ile körüklenen ırkçılığa karşı da önemli bir rol üstlenen medya, siyahlar ile beyazlar arasında diyalog kurmak için platform sağladı. Kelime anlamı “ayrılık” olan ve ırksal ayrımcılığı savunan Apartheid sisteminin yarattığı nefretin dönüştürülmesine yardımcı oldu. Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu (TRC) duruşmaları, televizyon ve radyo yoluyla halka açık şekilde yayınlandı. Bu şeffaflık, geçmişle yüzleşme konusunda kamuoyunu doğrudan etkiledi. TRC Başkanı Desmond Tutu’nun sözleri medya aracılığıyla ulusal söyleme dönüştü. Başpiskopos Desmond Tutu tarafından Güney Afrika’nın 1994’teki ilk demokratik seçimlerinden sonra, Apartheid sistemi sonrası Güney Afrika’yı tanımlamak için icat edilen bir terim olan “Rainbow Nation (Gökkuşağı Ulusu)” anlatısı medya üzerinden yayıldı; yani birlikte hiçbir ayrımcılığa maruz kalmadan yaşamayı ifade eder. Burada medya, Mandela’nın birleştirici liderliğini görünür kılarak ulusal barışa katkıda bulundu.
Özcesi, Orta Doğu’da resmî ideolojilerin ve ulus-devletlerin en büyük destekçisini oluşturan medya, toplumsal barışın inşasında da en önemli role sahip. Toplumsal dizaynın 100 yıllık devlet geleneğinde medya eliyle yapılmış olması, gelinen aşamada toplumsal kutuplaşma sonucunu doğururken; barışın konuşulduğu ve barış eksenli görüşmelerin yoğunlaştığı bugünlerde, kutuplaştırıcı ve ötekileştirici dilini toplumsallaştırmayan, toplumsal barışa endekslemeyen medya, oluşabilecek herhangi bir savaş tehdidinin en önemli sorumlusudur. Medya, devlet ve PKK arasındaki barış görüşmelerinde barış gazeteciliği çerçevesinde toplumsal barışın en önemli aktörü olmaz ve kullandığı “kötücül” dilden vazgeçmezse, halkların barış ve kardeşliği gelişemez. Barış görüşmelerinin hızlandırılması ve kalıcı sonuçlar doğurmasının en önemli payını — dünyadan da örneklendirdiğimiz gibi — medya oluşturuyor. Dolayısıyla, barış dilini kullanmaktan imtina eden medya, geri dönülmez sonuçların vebalini 100 yıl daha taşıma tehdidi altında kalabilir. “Barış ve Demokratik Toplum” inşasında medyanın, barış gazeteciliği ilkeleri çerçevesinde hareket etmesi Türkiye’nin Orta Doğu’da en önemli güç hâline gelmesine de zemin sunmuş olacak ve dünya barışına en önemli örneği teşkil etmiş olacaktır.