Jin Dergi
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast
No Result
View All Result
Jin Dergi
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast
No Result
View All Result
Jin Dergi
No Result
View All Result

Toplumsal Travmaların Kuşaklararası Aktarımı ve Kalıcı Barış İnşasında Yüzleşmenin Önemi

Esra Kahraman Esra Kahraman
25 Mayıs 2025
Yazı
0
Toplumsal Travmaların Kuşaklararası Aktarımı ve Kalıcı Barış İnşasında Yüzleşmenin Önemi
0
SHARES
84
VIEWS
Facebook İle PaylaşTwitter İle Paylaş

Savaşların sürdürülmesinde toplumsal  travmaların aktarımının rolünün önemli olduğu kadar barış süreçlerinin kalıcı ve taraflar için onurlu bir barış olması için de bu toplumsal travmaların çözümlenmesi elzemdir. Çünkü kalıcı barışın sağlanma yollarından birisi de uzlaşma zeminin güven verici olmasıdır. Çatışma zemini uzlaşma zeminine geçerken, bu uzlaşma zemininde toplumsal travmaların karşılıklı olarak çözümlenmesi bu güveni tesis edicidir

Barış mücadelesi veren kadınların sayısız bir araya gelişinden birinde yıllardır mücadele eden ve aslında birçoğumuzun tanıdığı bir kadın arkadaş: ‘Barışırsak ne güzel olur’ demişti.

Peki barışmak ne demek, barış bizler için ne ifade ediyor? Kalıcı barışın koşulları neler olabilir? Dünyanın birçok yerinde yıllardır süren savaşlar ve halkların eşitlik mücadelelerine şahitlik ediyoruz. Her deneyim biricik olmakla birlikte birçok dünya deneyiminde kalıcı barışın temel ilkelerinden biri de, eşitlik mücadelesi veren halkların mücadele süreçlerinde yaşadıkları kayıplar nedeniyle yüzleşmenin olması yani, adalet temelinde bir barış inşasının olmasıdır. Eşitlik mücadelesi veren halkların yaşadıkları travmalar ve kayıplar yıllar boyu sürerken bu hafıza ve direniş türlü şekillerle yeni kuşaklara elbette aktarılmıştır. Kalıcı barışın sağlanmasının bir koşulu da kuşaklararası bu aktarımın durdurulması, ki bu da elbette demokratik barış, yüzleşme ve adalet ile mümkündür. Travmanın çözümlenip iyileştirilmesinin bir koşulu da travmayı yaşatanın yaşattığıyla yüzleşmesidir.

İyileşmenin başladığı yerde güven duygusu da gelişir.

Bu yazıda bir psikolojik danışman/terapist olarak daha çok yürütülen barış süreçlerinin kalıcı barışı inşa etmesi için gerekli koşullar ve çatışma süreçlerinde yaşananların ruhsal etkilerine, bu etkilerin kuşaklararası aktarımına değinecek olsam da aynı zamanda bir Kürt kadın olarak, yaşatılan travmaların, kayıpların bir kısmını yaşamış biri olarak da yazıyor olacağım.

En yakınlarımızın, içinde büyüdüğümüz mekânların ve sevdiklerimizin yaşadığı olumsuzlukların acısını doğrudan görmesek de biliriz ve hissederiz. Doğrudan tanıklık etmesek ya da failler tarafından doğrudan hedef alınmasak bile, yaşanan bu olumsuz ve zorlu deneyimler sevdiklerimiz ve yakınlarımız üzerinden bizde de etkiler bırakır ve dolayısıyla onların verdiği tepkileri biz de veririz. Bu durum kuşaktan kuşağa sürüp gider. Örneğin, Mardin’de veya Amed’de halen 2025 yılında bile küçük bir çocuğun kolluk kuvvetlerine veya üniformalılara karşı hissettiği ile Ankara veya İstanbul’daki çocuğun hissettikleri birbirine çok karşıttır desek yerinde olur. Bu durum travmatik yaşantının kuşaklararası aktarımını somut olarak gösteren bir durumdur.

Ruhsal travma, kişiyi aşırı korkutan, dehşete düşüren, çaresizlik hissettiren, genellikle olağan dışı ve beklenmedik olayların yarattığı etkiler olarak tanımlanır.  Ruhsal travmalar çözümlenmeyip yaşanan kayıpların yası tutulmamışsa veya tutulmasına müsaade edilmemişse bu travmalar bedensel pratiklere dökülerek kuşaktan kuşağa aktarılır. Türkiye’de faili meçhul cinayetler ve zorla kaybettirmeler sonucu yıllardır yas tutan ve hatta yas tutmalarına bile müsaade edilmeyen anneler yaşadıkları travmayı kuşaktan kuşağa aktarmış oldular.

Bir önceki kuşaktan devralınan travmayı taşıyan kuşak, bu travmayı taşımakla yükümlü olduğu hissinin yanında, bu travmanın hafızasını da ait olduğu topluluğun kimliğini güçlendirmek ve bu travmayı onarmak için daima bedeninde ve zihninde bir tepkisellik içinde olur. Örneğin, zorla yerinden edilip İstanbul’a gelen ve neredeyse yaşamının 30-40 senesini bu şehirde geçiren bireylerin burada doğan ve burada büyüyen çocukları, yerinden edilmeyi fiilen deneyimlemese de zorla yerinden edilmenin oluşturduğu travmanın etkilerini gittiği okulda, çalıştığı iş yerinde, bindiği toplu taşımada hisseder. Oysaki İstanbul’a göç eden ve buraya yabancı olan kendisi değil ebeveynleri olmasına rağmen kişi halen zorunlu göçün etkilerini yaşar. Öte yandan aynı aile ile yakın tarihlerde İstanbul’a çalışmak için gelen veya zor, baskı ve çatışmaya dayanmayan sebeplerle yerleşen başka bir ailede ve bu ailenin sonraki kuşaklarında bu travmalar bulunmaz.  Yaşanan ve çözümlenmemiş travmanın kuşaktan kuşağa aktarımı için buna neden olan olayların tekrar yaşanması gerekmez; travma sonucu şekillenen yeni yaşam biçimi ve bu yaşam biçimi içinde doğup büyüyen bireylerin kendi yaşamadıkları travmanın sonuçları içinde şekillenmeleri zaten yeni bir travmaya dönüşür. Bununla beraber, yaşanılanların yeni kuşaklara anlatılması ile oluşan duygu ve içselleştirme bu travmanın pekişmesine neden olur. Örneğin kendisi hiçbir baskı görmemiş olmasına rağmen birçok kişinin düşüncesini açıklamaktan korkması çoğunlukla ailelerinin kendilerini sık sık bu konuda uyarmasının sonucudur. Bu yüzden travmanın sadece psikolojik bir soruna değil sosyolojik bir soruna da neden olduğu kabul edilir.

Çözümsüz bırakılmak istenen veya çözümlenemeyen ve hatta etkisi katlanarak artan toplumsal travmalar kuşaktan kuşağa aktarılarak toplumun kimliğini ve hatta geleceğini etkileyebilecek bir hale gelir. 1938’de Dersim jenosidi sonrasında Dersim’in sosyokültürel yapısının ve Dersim’deki yaşamın değişimi kuşaktan kuşağa aktarılan çözümlenemeyen travmanın etkileridir. Bununla birlikte, özellikle Türkiye’de kuşaklararası aktarımın engellenmesi sonucunda yine travmaya maruz kalınmıştır. Yasaklanan anadil, Kürtçe kasetler, Kürtçe isimler elbette Kürt halkını travmatize etmiştir; fakat bu travmatize olma durumu sonucunda yaşanandan kurtulma arzusu, psikolojik olarak beraberinde daha güçlü bir direniş ve dayanışmayı da getirmiştir. Yani çözülemeyen travmalar, ruhsal acının daha da artmaması için mücadele ve dayanışma ile çözülmeye çalışırken yenileri eklenmiştir ve eklendikçe travmayı çözümleme arzusu artmıştır.

Öte yandan savaş, çatışma ve şiddet sonucunda sadece şiddetin yöneldiği kişilerde değil; bu şiddete neden olan failler ve hatta buna sessiz kalarak şiddete zemin yaratan ve bu nedenle dolaylı fail olarak kabul edilen kişilerde de travmalar, ahlaki değer kayıpları ve evrensel değerlerden giderek uzaklaşma gibi etkiler oluşmaktadır. Dolayısıyla savaş ve çatışma sadece bir yönlü değil tüm tarafları farklı şekillerde travmatize eder.

Faillere karşı, nefret ve öfke duygusunun kuşaktan kuşağa aktarılmaması için travmaların çözümlenmesi ve kayıpların yasının tutulması elbette önemlidir. Savaşların sürdürülmesinde bu aktarımın göz ardı edilmeyecek kadar önemli bir payı vardır.

Savaşların sürdürülmesinde toplumsal  travmaların aktarımının rolünün önemli olduğu kadar barış süreçlerinin kalıcı ve taraflar için onurlu bir barış olması için de bu toplumsal travmaların çözümlenmesi elzemdir. Çünkü kalıcı barışın sağlanma yollarından birisi de uzlaşma zeminin güven verici olmasıdır. Çatışma zemini uzlaşma zeminine geçerken, bu uzlaşma zemininde toplumsal travmaların karşılıklı olarak çözümlenmesi bu güveni tesis edicidir. Filipinler’in barış süreci  deneyimine baktığımızda 40 yıl süren bu süreçte, Filipinler hükümeti barış heyeti başkanı Miriam Coronel- Ferrer, barışın nasıl sağlandığını şu sözler ile ifade etmektedir: 

“Aramızda kapsamlı barış anlaşmasını kesinlikle mümkün kılan iki şey var: güven ve inanç. Yalnızca güven süreci sürdürmek için yeterli değil. İnanca ihtiyacımız vardı, çünkü sürecin en zorlu safhalarında ve istenmeyen kazalarda güvene meydan okunuyor.”

Güney Afrika’da ise özellikle toplumsal travmaların çözümlenmesi için ve inşa edilmeye çalışılan barış sürecinin sekteye uğramaması ve kalıcı bir barış olması için, süreci yönetenlerin büyük risk aldıklarını ifade ederek kurdukları Hakikat  ve Uzlaşma Komisyonu   da  Güney Afrika’da sürecin toplumsallaşması yine sivil toplumun sürece dahiliyeti  ve toplumsal travmayı kuşaklar boyu yaşayan halkın sürece güvenmesi için oldukça önemli bir adım olmuştu.

Güney Afrika’nın eski Adalet Bakanı  Dullah Omar, HUK’u tanıtırken şöyle ifade etmişti:

“İntikam yerine, uzlaşma olacak

 Olanlar unutulmayacak, aksine açığa çıkacak

 Merhametli bir devlet yaşananları reddetmek yerine kabul edecek

 İnsan hakları ihlali yerine, ahlaki düzen ve hukuk devletinin üstünlüğü sağlanacak”

Türkiye’de yıllardır sürdürülen savaş politikalarının bugün yerini barış politikalarına bırakacağı konuşuluyorken bu sürecin onurlu bir barış sürecine evrilmesi elbette sürecin kimler tarafından yönetildiği kadar nasıl ve hangi içerikle yönetildiğine de bağlıdır. Müzakereleri başlatan ve yönetenler üst yetkililerdir fakat bu süreci kalıcı bir barışa evriltecek olan toplumun kendisidir.

Dünyada yaşanan birçok deneyimde görüldüğü üzere barış süreçlerinin olmazsa olmazı toplumun bir bütün olarak süreci sahiplenmesi ve halkın bu sahiplenme ile birlikte sürece desteğidir. Kalıcı barışın sağlanmasının ön koşulu toplumsallaşmasıdır derken, sürecin toplumsallaşmasına oldukça dikkat çeken Kolombiya’nın barış sürecinde yaşanan müzakere süreçleri sonrası yenilikler oldukça dikkat çekicidir: 

Kolombiya’da, her ne kadar barış süreci ve müzakereler iç içe olsa da müzakereler daha çok savaşı durdurabilecek silahlı gruplar arasında yapılırken süreç ise daha meşakkatli ve zaman gerektirecek bir biçimde toplum tarafından yürütülmüştür inancı ile hareket edilmiştir.

Toplumun sürece dahiliyeti açısından oldukça önemli olan diğer bir yenilik ise cezasızlığın önlenmesi ve adalet zemininde süreci ilerletmek olmuştur.

Türkiye’de 2009’da kurulan Barış için Kadın Girişiminin verdiği barış mücadelesi ve şimdi 2025’te henüz kurulmuş olan Barışa İhtiyacım Var Kadın İnisiyatifi gibi Kolombiya’da da benzer şekilde barış sürecinde sürecin toplumsallaşması, sürecin eşitlikçi bir zeminde ilerlemesi için kadınlar tarafından toplumsal cinsiyet alt komisyonları kurulmuştur.

Yukarıda deneyimlerden de yola çıktığımızda kalıcı bir barış için barışın toplumsallaşması elzemdir. Sürecin toplumsallaşması şiddete, eşitsizliğe, tekçi politikalara ve kapitalist politikaları besleyen savaş politikalarına karşı duran kesimlerin dahiliyeti ve hatta sürecin öznesi olmalarına bağlıdır. Bu noktada ilk sırada Türkiye’de ve dünyada elbette eşit ve özgür bir yaşamı savunan ve aynı zamanda taraflar bir barış sürecinden söz etmediği zamanlarda da barış mücadelesi veren, toplumsal barışın inşası için mücadele veren kadınlardır. Yine bu süreçte de kadınlar, müzakere masalarında değilse bile sürecin öznesi olma amacında olup toplumsal barış için mücadele vermektedir.

Eşitlik ve özgürlük mücadelesi veren kadın örgütleri ve sivil toplumun aktör olduğu bir süreçte, sürecin toplum tarafından benimsendiği bir noktada sürecin geri dönülemez olmasından söz edilebilir. Sürecin toplumsallaşmasının bir diğer koşulu da elbette ki bugüne kadar tekçi ve eşitsiz savaş politikaları yürütenlerin, toplumsal olarak kuşaktan kuşağa aktarılan travmaların çözümlenmesi için güven verici bir zeminde yüzleşmeleridir. Elbette, yıllardır savaş politikaları yürütenler için yüzleşme tercih edilebilir değildir, fakat kalıcı bir barış için toplumsal bir barış için bu yüzleşmenin talebini edecek olan ve yüzleşmeye zorlayacak olan da sivil toplumun kendisidir.

Süreç taraflardan herhangi birinin çekilmesi veya sekteye uğratılması sonucunda yine süreçte aktör olan, eşitliği ve barışı savunan sivil toplumun eşit ve özgür bir zeminde tarafları barışa zorlaması da mümkündür. Dünya deneyimlerinden de görüldüğü gibi toplumsallaşmayan veya kadınların ve sivil toplumun dahil olmadığı süreçlerin bazısı ne yazık ki başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Türkiye’de son süreçte yaşanan ve konuşulan sürecin kalıcı bir barış sürecine evrilmesi, savaş ekonomisinin dayattığı yoksulluğun son bulması, eşitsiz ve tekçi politikaların güvenlikçi siyasete dayandırılmasının son bulması için sivil toplumun ve her kesimin barışa sahip çıkması ve sürece dahil olması gerekir. Bu sahiplenme ve barış hakkının herkesin hakkı olduğu bilincinin oluşması, birbiriyle eşit bir şekilde yaşayabilen yeni ve sağlıklı bir toplumu yaratabilecektir.

Son not

-Düzel, E. (Ed.). (2012). Türkiye’de sürmekte olan toplumsal travma ile baş etmede ilk adımlar. Türkiye İnsan Hakları Vakfı.

-Zara, A. (2018). Kolektif travma döngüsü: Kolektif travmalarda uzlaşma, bağlanma ve onarıcı adaletin iyileştirici rolü. Klinik Psikiyatri Dergisi, 21(3).

– Çelik, AB. ( 2017). Dünyada ve Türkiye’de barış süreçleri anlamak ve canlandırmak. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları (1)

Etiketler: BarışHakikatleri Araştırma ve Uzlaşma KomisyonlarıKadın Mücadelesikadın ve barışkalıcı barışKürt kadın mücadelesikuşaklararası aktarımSavaşSayı 117Travmayüzleşme
Önceki İçerik

Uyuşturucuya Karşı Özgürlük Alanlarımızı Genişletmek İçin: Şiyar Be!

Sonraki İçerik

Topraktan Hafızaya, Tutsaklıktan Anneliğe: Kürdistan’da Kadınların Barışta Israrı

Sonraki İçerik
Topraktan Hafızaya, Tutsaklıktan Anneliğe: Kürdistan’da Kadınların Barışta Israrı

Topraktan Hafızaya, Tutsaklıktan Anneliğe: Kürdistan’da Kadınların Barışta Israrı

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast

© 2024 Jindergi. Tüm hakları saklıdır.

Welcome Back!

Login to your account below

Forgotten Password?

Retrieve your password

Please enter your username or email address to reset your password.

Log In

Add New Playlist

No Result
View All Result
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast

© 2024 Jindergi. Tüm hakları saklıdır.