Ana kadın ve tanrıça Tiamat’ın kendi yarattığı tanrı Marduk tarafından zehirli oklarla hedef alınması ve öldürülerek yerine geçilmesi tarihteki ilk kadın cinayetlerinden olduğu kadar, yaşatma kültürünün ve yaşamın kutsallığının da hedef alınması olarak tarihe geçmiştir
Jin Dergi ekibi “savaş ve kadın” temalı bir yazı talep ettiğinde, yazmaya başlayınca bu kadar beyazı kaybetmiş düşüncelerle bilgisayar başına oturacağımı tahmin etmemiştim açıkçası. Biraz barış süreci okumuş, her gün savaş uçaklarıyla güne uyanmış olmanın verdiği bir grilik doluşuyor insanın zihnine. Savaşı düşünmek, her gün yaşamış, çoğu gün öldürülmüş bir coğrafyada olmanın verdiği bir bulanıklıkla beraber misafir oluyor. Üzerine binlerce makale yazılmış, kitaplar dizilmiş, kimisi “ünlü” kimisi “ünsüz”ler safında akademinin bolca seminer konusu olmuş, politika kürsülerinde “dillere pelesenk” bir mesele savaş. Kanın, göz yaşının ötesinde insanlık tarihini kölelik tarihine çeviren bu sistemi kadınların yaşama deneyimi üzerinden anlamaya, idrak etmeye çalışmak zor. Hala savaşların sürdüğü bu zalim çağda çok daha keskin fakat bir o kadar da görünmez kılınan bir mercekle bakmayı gerektiriyor.
Ölmek, öldürmek, bir canlıya, kitlesel olarak canlılara kast etmek, katletmek insan türünün vicdanına nasıl onaylattığı bir mesele olabilir diye düşününce içinden çıkılmaz bir hale bürünüyor. Düşündükçe kalbe doğru ağır bir baskı uygulanır da fikrin kendisi dahi yaşam çemberinin içerisinde giremez diye düşünüyor insan. Ama öyle olsaydı, kitapların, üniversitelerin, sözde bilim yuvalarının patlak verdiği 21. yüzyılda iki büyük dünya savaşı nasıl yaşanırdı? Kalbi zihnin dışına, duyguyu düşüncenin ardına koymadan verilecek kararlar değil velhasıl. Hele bir kadının verebileceği karar hiç değil…
Tarihsel süreçler içerisinde bu olgunun ilk olarak nasıl çıktığına dair çokça tez ileri sürülüyor. Kitlesel savaşların kanlı çocuğu ilk çatışmalar insanlar arası nasıl ortaya çıktı? Güvenlik kaygısı, doğadaki hayvanlardan korunma güdüsü, özel mülkiyetin ortaya çıkışı, ilk sınıflaşmanın doğuşu… Bunların içerisinde uzunca zaman göz ardı edilen bir mesele var. Bugünkü hakikatleri gizlemek için savaşları normalleştiren aynı analitik akılla analizi yapılmış bir mesele olan bu konu, kadın tarihinin gün yüzüne çıkmasıyla biraz daha sarihleşti. Temel çelişkinin doğduğu yerde temel çatışmaların başladığını gördük. Toplumsal tarihin başlangıcından uzunca bir süreye kadar insanlık tarihi ana kadın ve yarattığı kültür etrafında kolektif ve barış ekseni ağırlıklı bir toplumsal yaşam kurmuştur. Yapılan kazılar, ortaya çıkan bulgular, insanların uzunca bir süre doğa olayları ya da doğal olaylar sonucu yaşamını yitirdiğini, cinayet kavramının (insanın, insanı öldürmesi) ortada olmadığını göstermektedir. Bu konuda mitosların anlattığı toplumsal yaşam hikayeleri oldukça öğreticidir. Ritüeller, tabular, kutsallar uzunca bir süre yaşam, bereket, bolluk, yaratımın kutsallığı üzerine inşa edilmiş, bugün hala daha toplumdan yana olanlar korunmaya devam etmiştir.
Uzunca bir süre tanrıçalık kültürünün hâkim olduğu dönemlerde animistik inancın yaşandığı, doğanın ve canlıcılığın büyük önem sahibi olduğu görülmektedir. Yaşamak, yaşatmak, birlikte uyum içerisinde doğanın birer varlığı olarak hayatı devam ettirmek temel yaklaşımlardan biri olmuştur. Yeni bir can, doğum, çocuk kutsal görülmüş, bu kutsallık ana kadın ve tanrıçalığı da doğuran temel etkenlerden biri olmuştur. Fakat zaman içerisinde erkekliğin kurumsallaşmaya başlaması, iktidar olgusunun ortaya çıkışı tanrıçalığın yanında tanrı erkekleri de doğurmaya başlamış ve öldürme, istila olgularını da normalleştirmeye başlamıştır. Kadın tarihinin üçüncü katmanı olarak tartışılan tanrıçalığın sonu, erkek egemenliğinin “zaferi” olan döneme ait Marduk ve Tiamat mitosu bu anlamda birçok ipucu vermektedir. Ana kadın ve tanrıça Tiamat’ın kendi yarattığı tanrı Marduk tarafından zehirli oklarla hedef alınması ve öldürülerek yerine geçilmesi tarihteki ilk kadın cinayetlerinden olduğu kadar, yaşatma kültürünün ve yaşamın kutsallığının da hedef alınması olarak tarihe geçmiştir. Bu tarihten sonra kutsalın katli, her şeyin katlinin vacip olduğu bir düzende ilerlemiştir. Kitlesel çatışmaların, savaşların normalleştiği, katı toplum kurallarının getirildiği, kadın şahsında topluma savaş açıldığı bir döneme girilmiştir. Tanrıçanın katli sadece bir inancın sembolik katli olarak vuku bulmamıştır. En kutsalın öldürülebilme normalliği, en “sıradan” olanın kolayca öldürülebileceği bir anlam dünyası doğurmuştur.
“Önce kadını vurun” düsturu tarihsel kökenlerini “önce tanrıçayı vurun”a kadar götürmektedir. Bu döngüsel akış, zamanın döngüsü içerisinde de değişmemiş, bir toplumu, bir grubu, bir yönetimi ele geçirmeye çalışan erkek egemen zihniyet öncülerinin her zaman temel yaklaşımı olmuştur. Kuşkusuz Tiamat’ın katli sadece fiziki bir kadın bedeninin katli olmamıştır. Kadına açılan bu savaş, ana kadın kültürünün her bir nüvesine karşı yürütülmüş, özgürlükçü, eşitlikçi ne kadar toplumsal yaşam ve barış formu varsa erkek egemen sistem tarafından bozuma uğratılarak bir hakikat kırımı yaşatılmıştır. Yerine ise bugünün “normal” değerleri olarak anlatılan kapitalist, erkek egemen bir dünya inşa edilmiştir.
Kadının fiziki ve manevi katli, kadınların ve toplumların kitlesel olarak fiziki ve manevi katlinin önünü açan, savaşı sıradanlaştıran erkek egemen sistem açısından rehberlik görevi gören bir olguya dönüşmüştür. Üstüne isim konulabilen, kendi adlandırmasını kendi değil, egemen olan tarafından yapılan, feodal toplumun ganimet ve kölelik kültürünü inşa eden bir baskı aygıtı olarak işletilmiştir. Dini savaşların kökeninde yatan fetih olgusu; insan bedeninin fethedilip inancının silah zoruyla değiştirilebilecek bir olgu olarak algılanmasının nedeni, kadının fethi ve inancının bozuma uğratılmasından bağımsız değildir.
Bugünü kuran egemenler adeta kadını ve kadına yaklaşımı bir laboratuvar olarak görmüş, kadın üzerinde onaylanan her bir saldırı furyasını toplumda da uygulamıştır. Kadının sömürülmesi, dünya sömürgecilik tarihinin başlangıcı olmuş, kadının maruz kaldığı her türlü şiddetin normalleştirilmesi insana uygulanan şiddeti normal ve yapılabilir kılmıştır. Kadının oluşturduğu karşılıksız ekonomi düzeni değersizleştirilerek toplumun kapitalistleştirilmesine müsaade edilmiştir. Kadın etrafında örülen toplumsal bilgi yok sayılarak kapitalist pozitivist bilgi yapılanmasının meşruluğu sağlanmıştır. Kadının yaşam deneyimleri ev içine hapsedilerek, toplumun yaşam deneyimi büyük bir kapatılmaya maruz bırakılmış, yerine liberal, endüstriyel, tüketilebilir insan ilişkileri koyulmaya çalışılmıştır.
Özellikle pozitivist bilimci anlayışın ortaya çıkardığı kadını/toplumu bir mühendislik alanı olarak görüp sözde bilimsel olgularla şekillendirmeye çalışması büyük yıkımlar getirmiştir. Bilimin vicdandan ve kalpten ayrı bir olgu olarak ele alınıp tamamen matematiksel, analitik, ilerlemeci ve çıkarcı bir kulvarda inşa edilmesi savaşların da boyut değiştirmesine, bilimcilikle beraber kitlesel ölümlerin artmasına sebep olmuştur. Erkek egemen bir anlayışın ürünü olan devletin ve ırkın kutsallığı yaklaşımı, bin yıllar boyunca kutsal olarak görülen insan yaşamını değersiz bir noktaya taşımıştır. İnsan yaşamının kutsallığının yerini devletlerin çıkarı için insan öldürmenin kutsallığı almıştır.
Bu ideolojik tutum sonucu ortaya çıkan savaşlarda kadınların yaşadıkları anlatılmaya çalışıldı. Kimi ülkelerde kadınlar erkeklere köle yapıldı, kimilerinde alınıp satıldı, kimilerinde tecavüze, tacize uğradı, kimilerinde kaybettirildi, kimilerinde katledildi. Dünyanın son yüz yıllık savaş deneyimi çatışma ortamlarında en çok kadınların hedef alındığını gösterdi. Bir yeri işgal etmek istiyorsan önce kadınları işgal edin denildi. Savaşın bu yağmacı mantığı, bir yerde kalıcı olabilmenin yolunun kadınları ve onların oluşturduğu toplumsal kültürü katletmekten geçtiğini tarihsel deneyimlerden biliyor çünkü. Dili, inancı, geleneği yok etmenin yolu kadından geçmektedir. Bu sadece bir yeri işgal etmek değil, bu işgalin kalıcı olabilmesinin de bir yolu olarak görülmektedir. Kızılderili kız çocuklarının ailelerinden koparılarak kiliselere verilmesi, Dersim Terletesinden sonra kız çocuklarının askeri personellere hizmetçi olarak verilmesi gibi. İşgali kalıcılaştırmak, kadın kültürünü yaşatacak olanların ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Bu yüzdendir ki kadınların barışa olan tutkusu doğası gereği değildir. Ana kültürünün yarattığı yaşama ve yaşatma, yaratma ve emek verme olgusu tarihsel olarak öldürmeyle arasına kalın bir bariyer çekmiştir. Kadınlar çıkarsız emek vermenin, beklentisiz sevginin, yaratılmış olanın can hakkına duyulan saygının yağmalanamayan varlıkları olmuşlardır. Kadınların seslerinin ve mücadelelerinin kısılmak istenmesi bir yandan da egemenler için dünya savaş düzeninin devamlılığı açısından temel mihenk görevi görmektedir. Hala daha dünya çapında her yıl 50 binden fazla kadının katledilmesi aslında kadına karşı yürütülen “sessiz” savaşın birer göstergesidir sadece. Bu “sessiz” cadı avı, dünya erkek sistemi tarafından onaylanıp, her ülkenin yönetim kademesinde gizlice benimsenen bir politik hat olarak güncelliğinden hiçbir şey kaybetmeden devam etmektedir.
Barışı yeniden talep edebilecek ve bunu inşa edecek temel grubun kadınlar olması, egemenler açısından savaşın devamlılığı konusunda da tehlike oluşturmaktadır. Bir savaşın iki tarafındaki erkekler açısından da kazanmak ve “zafere” katlederek gitmek her zaman daha yakın politik adımlar olarak düşünülmüştür. Ezilenin erkeği açısından da barış çoğu zaman savaşarak mümkündür. Dünyanın her gün TV ekranlarından kışkırtarak anlattığı militarizm tam da bu işi görmek için hayatlarımıza salınmıştır. Üçüncü dünya savaşının yaşandığı şu günlerde bir kez daha görüyoruz ki egemenler savaşın bitmesini değil, savaşın sürdürülebilir koşullara çekilmesini talep etmekte ısrarcı. Bu yaklaşım daha fazla kadının ve çocuğun katledilmesini ön görürken aynı zamanda daha fazla toplumsal yapının deforme edilmesi, yozlaştırılması, daha fazla kültürün özünden kopartılarak kapitalist kültürün inşa edilmesi demek.
Kadınların duygu ve düşünce yaratımına yönelik devam eden savaş ise katliamların yanı sıra daha incelikli yürütülmeye devam etmekte. Yapay özgürlükler, “modern kadın” imajları, moda, porno ve güzellik sektörü, toplumsal ekonomiye dahil her uğraşın parayla alınıp satılabilir bir piyasa nesnesine dönüştürülmesi kadına açılmış sessiz savaşın birer aparatı olarak uygulanmaya devam ediyor. Düşünceye ve duyguya açılan bu savaş çoğu zaman kadınların düşünemeyen, eksik akıllı varlıklar olarak lanse edilmesine kadar varıyor. Din, felsefe, bilim bunu kadına yönelik savaşın bir yöntemi olarak incelikli işledi, işliyor. Kadından geriye sadece erkek egemen sistemin tasavvur ettiği bir varlık kalması için, bugün bu savaş insan hücrelerinden ağır silahların kullanımına kadar devam ediyor. Keza kadının bir meta kraliçesi olarak adeta vitrin süsüne dönüştürülme politikası kapitalizmin tüketim kültürünün devamlılığı olarak görülmekte. Kadın düşünmesin, eylemesin, eyletmesin diye kapitalist modernitenin en büyük sermaye alanları hala daha kadın bedeni üzerinden, kadın kültürüne açılan beş bin yıllık bir savaşın bir yöntemi olarak işletiliyor. Kadın mücadelesi yürütenlerin uzunca süredir tanımladığı “kadınların bedeni savaş alanı olarak görülüyor” belirlemesini “beden, duygu ve düşünce ile bir bütündür; kadının bedeni duygu ve düşünce dünyası ile beraber savaş alanı olarak görülüyor” şeklinde genişletmek gerek. Bugünün düşünsel kodları cinsiyetimize yönelik bu çok odaklı savaş üzerinden yükselmekte. Dünyayı savaşlarla tar u mar eden erkekliğin, dünyanın bütün kötülüklerini kadınla özdeşleştirmeye çalışması bir tesadüf ötesidir çünkü. Tarihin bütün kötücül ruhlarını, varlıklarını, düşünce tarzlarını kadına mal edip, dünyanın altını üstüne getiren erkek egemenliğine pek laf söylenmemesi tarihsel kurnazlığın mirası aynı zamanda. Oysa yazarın söylediği gibi; insanı kirleten regl kanı değil savaş kanıdır.[1] Bütün bunlara karşı, bugün içinden geçtiğimiz, her gün TV ekranlarında canlı canlı izlettirilen savaşların karşısında kötücül addedilen bütün yaratıcı özellikleriyle direnen ve yeni bir yaşam kurmak isteyen kadınlar dünyanın vicdanı olmayı devam ediyor. “Kadınların içindeki tanrıçalar açığa çıkarsa dünya bambaşka bir yer olur zira; evlat kaybetmenin acısını bilen kadınlar savaşa karşı durur, az bir malzemeden yemek yaratan kadınlar doğanın ve bereketin değerini bilir, sanatlarını icra edebilmek için çabalayan kadınlar yaratmanın kudretine saygı duyar, üreten ve var eden kadınlar emeğin kıymetini çocuklarına da öğretir.”[2]
[1] Eduardo Galeano, Kadınlar, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2016.
[2] Bürkem Cevher, “Galeano’dan Kadınlar Tarihi”, Agos, (25.03.2016), https://www.agos.com.tr/tr/yazi/14822/galeanodan-kadinlar-tarihi.