Kürt halkının zorunlu göç halleri, bir mücadelenin de zeminini kuvvetlendiriyor. Bu hem bir yaşam mücadelesi hem de bir yok olmama mücadelesi oluyor. Sürgünde asimile edilmeye çalışılan, inkârla yok sayılan Kürt halkı diğer yandan doğup büyüdüğü topraklarda yeniden var olma savaşı veriyor
1950-1980 yılları arasında, kırdan kente göçler daha çok ekonomik sebeplerle ortaya çıkmış ve edebi eserlere de bu şekilde konu olmuştur. Bu eserlerde yoğun olarak kır ve kent yaşamı arasındaki kıyaslama, kente göç eden insanların uyum sorunu, ekonomik zorlukların getirdiği kötü yaşamsal seçimler işlenmiştir.
Göç -sebebi ve boyutları ne olursa olsun- ardında bir acı, yoksunluk bırakmış ve yaşamları bir bilinmezliğe sürüklemiştir. Kürt halkının göçü her ne kadar ekonomik sebeplerden kaynaklanmış gibi yansıtılsa da meselenin aslı, yurtsuz bırakılmaktır yani sürgündür. Çünkü “göç” kavramı “gönüllülük” alt yapısına da sahipken “sürgün” kavramı bir zorunluluk, bir imhayı ihtiva eder. Bu sebeple Kürt anlatımlarında sürgün kavramına daha çok rastlanır. 1984’ten beri göç ediyor Kürtler. Köyleri yakılan, tarım arazileri yok edilen, aile bireylerinden kayıplar yaşatılan Kürt halkı topraklarını terk etmek zorunda bırakılarak büyük şehirlere mahkûm ediliyor yıllardır. Kır ve kent yaşamının arasındaki farklılıkları ırkçı, inkârcı politikalar izliyor. Bugün baktığımızda büyük şehirlerdeki emek alanının her aşamasında gördüğümüz Kürt halkı bırakın kültürünü yaşamayı “Kürtçe” ıslık bile çalamıyor. Bu, aynı zamanda bir kültürel erozyonu da açığa çıkarıyor. Terk ettiğiniz yerden tamamen kopmanız, geldiğiniz yere tam uyum sağlamanız bekleniyor. Herkes gibi konuşmak, herkes gibi giyinmek ve herkes gibi yaşamak zorunda bırakılıyor insanlar. Ve elbette “Herkes gibi düşünmek!” Oysaki herkes gibi düşünemeyiz. Düşünmek, yaşamaktan daha özgün bir eylemdir çünkü.
Kürt halkının zorunlu göç halleri, bir mücadelenin de zeminini kuvvetlendiriyor. Bu hem bir yaşam mücadelesi hem de bir yok olmama mücadelesi oluyor. Sürgünde asimile edilmeye çalışılan, inkârla yok sayılan Kürt halkı diğer yandan doğup büyüdüğü topraklarda yeniden var olma savaşı veriyor. Ölümü bir yok oluş saymasa da bu gerçekliği her an bilinçte tutuyor.
Edebiyatın toprakları yaşamla sulanır. Yaşamın acısı, zorluğu, mücadelesi satır aralarında okunur. Her hikâyenin bir hikâyesi vardır bu topraklarda. Bir halka erken yaşlarda umut olmak, bir ıslık çalıştan hapis yatmak, oyun oynanan bahçede ölümü selamlamak, kül olan hayatını sırtlayıp toprağını terk etmek zorunda kalmak oluşturur hikâyeleri. Kürtler, yurtsuzlaştırılma kapsamında yaşamak zorunda bırakıldıklarıyla elbette bir yanık türkünün, acı bir şiirin, derin bir romanın, küçürek bir hikâyenin konusu olmaktan azade olamazlar.
Bir küçürek hikâye de biz anlatmış olalım göçün izlerine dair:
Uzun uzun baktı kasetçinin vitrinine. Saatlerce yürüdüğü yollar onu en eskiye götürmeye ısrarlıydı. Eskiden başka hatırladığı bir şey olmadı yollar boyunca. Kızının evinden kaçta çıkmıştı? Buraya kadar kaç saatte, günde gelmişti? Buraya varmadan önce ne yaptı? En son ne zaman yemek yedi? Bunların hiçbiri yoktu hatırında.
Yol boyunca sanki elinde bir pusula onu buralara getirmişti. Bilerek mi yürüdü onca yolu, bilinmez.
Buraya vardığında aklına tek bir şey geldi: Vitrinlere baktığı toy zamanları. Yaşamak için köylerinden mecburi istikamet İstanbul’a gelip dört kardeş, anne, baba ile yerleştikleri izbe gecekondudan kendini dışarı atar atmaz yaptığı ilk şeydi yürümek. Baba bir yana, kendi bir yana çıktı evden. İş bulacaklardı. Hamallık da yaparlardı, bulaşık da yıkarlardı. Ha bir de sıva yapmayı iyi bilirlerdi. Ne olursa işte. O gün sokaklarda yürüdü, lokantalara girip cevapsız çıktı. “Hamallık işi iki yerde olur: Ya hale gideceksin ya da lüks pazarlara.” demişlerdi. Hal neredeydi, lüks pazara nasıl gidilirdi? “En iyisi onlara da yarın bakayım.” diye düşündü. Yürümeye devam etti. Müzik sesleri yükselmeye başladığında kafasını kaldırıp etrafa baktı. Cılız bağlama sesleri, memleketten tanıdık yanık türküler… Sesler bir bina açıklığından geliyordu anladığı kadarıyla. Acıkmıştı, bir simit ile ayran aldı. Seslerin geldiği yere doğru yürüdü. ” Vay vay vay! ” dedi içinden. Gözleri parladı. ” Demek burası türkücülerin yeriymiş. ” dedi kendi kendine. Burası memleketinde görmeye alışık olmadığı türden bir yerdi. Kocaman bir bina hatta binalar, dönemeçli merdivenler, binanın her katında dükkânlar sıra sıra… Binanın bir yüzünde “İMÇ” yazıyordu. Neydi ki bu İMÇ?
Bir süre dolandı etrafta. Uzun uzun dükkân vitrinlerine baktı. Kadınların fotoğraflarından utandı önce, sonra ayıpladı açık seçikliklerini.
“Havar, havaaaarrrr…” irkildi birden. Kaç dakikadır bakıyordu bu vitrine? Türküye kulak kesildi. Nasıl da yanık, nasıl da memleketten geliyordu ses. Mersin’e göç eden, muhtemelen apar topar evlendirilecek sevdalısını düşündü birden. Ne türküler söylemişti ona kuzu yayarken. Gözlerinin içine çok az bakmıştı yarinin ama türkülerini duyduğunu bilirdi hep.
Daldı yine. Köyünü gördü vitrinde. Ateşi gördü; yanan hayvanlarını, sönen ocaklarını… Kardeşlerini abasının altına gizlemişti babası. Onları gördü. Abisini de alabilselerdi yanlarına, yağan kurşunlardan koruyabilselerdi belki İstanbul’a göç ettiklerine sevinebilirdi bile.
Kulağındaki sesle irkildi birden yine. ” Amca, ne yapıyorsun burada? Dikilmişsin dükkânın önüne öyle bakıyorsun. Yardım edelim sana bir ihtiyacın varsa?” Genç bir çocuktu konuşan. Karşı dükkânın çalışanıymış. Aldılar, dükkâna götürdüler. Bir çay ısmarladılar. Konuştukça anladılar. Yusuf, kaybolmuştu. Geçmişine gelmişti. Bir kızı vardı burada.
Cüzdanında buldular adres ve telefonu. Aradılar Zilan’ı. Yusuf’u bir saat kadar daha misafir ettiler.
Sonra ardına baka baka, vitrini özleye özleye gitti kızıyla Yusuf. Geleceğine yürüdü. Yine gelecekti.