Dünyada direnişe, mücadeleye, devrime örnek teşkil edecek nadir oluşum Rojava’lı kadınların direnişidir. Elbette bunun temel sebebi varlık ve yokluk savaşı veren kadınların ön saflarda yer alması ve edindikleri ideolojinin merkezine kadını-doğayı-çocuğu koymuş olmasıydı. Üstelik bunun ırk ya da milliyet üzerinden bir ayrılık noktasına sığdırılmadan, bütün farklılıkları kapsayıcı olması kaynaklıydı
Tarih boyunca insanlar şiddet, baskı ve savaşla birlikte doğa ve insan kaynaklı birçok felaketi yaşadı. Erkek aklının yarattığı bu şiddet ve felaketlerden en fazla kadın ve çocukların mağdur olduklarını tarihten günümüze değin okuduk, yaşayarak tanıklık ettik.
Peki kadınlar neden savaşların ve felaketlerin en çok etkilenenidir?
Devletli uygarlığın doğuşuna götüren ve sonrasında da devletli uygarlığın temeli haline gelen insanın; insanı, doğayı ve emeği tahakkümü altına alma arzusu ve bu arzusunu bütünüyle egemen kılmak için başvurduğu yöntemler insanlık tarihinin en kanlı savaşlarına neden olmuştur. Devletli uygarlık tahakkümcü politikalarını mutlak kılmak için toplumsallığı yaratan ahlaki politik toplum değerlerini yok etmeyi amaçlamış ve bunun için başvurduğu yöntemler de ilk olarak toplumu toplum yapan, toplumsal değerleri yaratan ve insanın hem insanla hem de canlı cansız tüm doğayla barışını yaşamla olan bağıyla kuran kadını hedef almıştır. Bu saldırıların karşısında da elbette bir karşı direnişin örgütlenmesi kaçınılmazdır.
Savaşlar erkekliği, tecavüzü, tacizi, açlık ve yoksulluğu beraberinde getiren, kapitalist modernitenin en yoğun halidir. Nihai hedef irade ve varlığın kırımıdır. Savaşların genellikle faili devletlerdir, devletin icat edilme şekline baktığımızda; tekçilik, eşitsizlik ve bu eşitsizliğin içinde de özellikle toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı politikaları ile varlığını sürdürme amaçlı kurulmuş aygıtlardır. Tekçiliğin ve bu tekçiliği sürdürmenin mümkün hali tarih boyunca doğrudan veya dolaylı olarak türlü şiddet biçimlerini uygulamak olmuştur. Bunun karşısında da toplumlar içerisinde her zaman mücadele eden bir kanat oluşsa da özellikle kadınlar, bu noktada ön plana çıkmıştır. Kadınların bu mücadele tarihi de az işlenmiş ya da neredeyse hiç görülmemiştir. Bu mücadele tarihinin işlenişinde de odağa erkekler alınmıştır. Ancak biliyoruz ki kadınlar özgür ve eşit bir yaşam için mücadele etmiş ve etmeye de devam ediyor. Eşit ve özgür bir yaşamı savunmak erkek devletler tarafından her zaman tehlikeli bulunmuş ve bunun karşısında savaş politikaları ile kadın kırımları gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Kapitalist moderniteye dayalı tekçi ulus devletlerin amacının eşit ve özgür yaşamı yok etmek olduğu yerde, kadınların da eşit ve özgür bir yaşamı inşa etme amacının olduğunu düşünürsek savaşta kadınlara yönelimin nedenini daha net görmüş oluruz.
Savaş ve Kadınlar Açısından Psikolojik Boyutu
Savaşlarda kadınlara yönelimin türlü etkileri vardır bunların birey üzerindeki en büyük etkilerinden birisi ruhsal olarak travmatize olma ve bu travmatize olma durumunun öğrenilmiş çaresizliği beraberinde getirmesidir. Savaşların irade kırımı olduğunu öğrenilmiş çaresizlikle de anlamak mümkündür. Ruhsal travma tanımsal olarak, kişiyi aşırı korkutan, dehşet içinde bırakan, çaresizlik yaratan, durumlardır. Daha geniş açacak olursak “Kişinin kendisi, ailesi ya da yakınlarının fiziksel bütünlüğüne ya da yaşamına yönelik ciddi bir tehdidin olması, evinin ya da içinde bulunduğu toplumun hasar görmesi, bir başka kişinin ciddi biçimde yaralanmasına ya da ölümüne tanık olmak gibi normal insan yaşantısının dışında olan ve herkeste fark edilir düzeyde stres yaratan, şiddeti yüksek, beklenmedik olaylardır. Sonrasında oluşan tepkiler ise, depresyon, intihar eğilimi, içe çekilme, tahakkümü kabul etme ve iradenin güçsüzleşmesi gibi tepkiler oldukça görülen tepkilerdir. Elbette umutsuzluk sonrasında süreğen olarak gerçekliğini gösterecek en büyük tepkilerden birisidir.
Şengal halkının 73. Ferman olarak adlandırdıkları en son 2014’te yaşanan soykırımda IŞİD çeteleri tarafından yüzlerce kadın tecavüze uğramış, yüzlercesi de esir alınmıştı. Kurtulan kadınların deneyimlerini dinlediğimizde bu umutsuzluk ve tükenmişlik tepkilerini görmemek mümkün değildir. Yerinden edilmek, bedeni üzerinden irade sahibi olmadığını göstermeye çalışarak tecavüz etmek, tahakküm altına almaya çalışmak… Bunlar Şengal’de kadınların savaş meydanında yaşadığının birkaçı sadece. Bunların yaşanması tüm dünyada duyulmuş olup yaşayan veya yaşamayan kadınların güven duygusunu yerle bir ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu sadece Şengal ile sınırlı değil tabii, Suriye’nin birçok kentinde yine aynı zihniyet ile IŞİD çetelerinin savaşta en çok yöneldiği, tecavüz ettiği esir aldığı ve üzerinde tahakküm kurmaya çalıştıkları, kadınlardı. Hamas’ın 7 Ekim saldırılarında da çok farklı bir durum gözlenmemişti. Bedeni kanlar içerisinde sergilenen kadınların günlerce tüm dünyanın gündeminde olan görüntüler olduğunu görmüştük. Savaşlarda tarafların nihai amaçları her ne kadar farklı olsa da kadınların savaşlarda yaşadıkları benzer olmuştur. Çünkü savaşların cinsiyeti erkektir, erkeklik pratikleridir.
Öğrenilmiş Çaresizlikten, Tükenmişlikten Direnişe
Kadınların yaşamları boyunca aile, erkek, devlet gibi tekçi yapılarla mücadele içinde olduğu ve bu mücadelenin eşit ve özgür bir yaşam mücadelesi olduğunu çok iyi biliyoruz. Eşit ve özgür bir yaşam derken tüm toplumun eşitliği ve tüm toplumun özgürlüğü mücadelenin nihai amacıdır. Dünden bugüne savaşlara karşı barış diyen kadınlar savaşlar olmasa da erkek devlet şiddetine, aile içerisindeki şiddete, toplumsal şiddete ve şiddetin her türüne karşı isim ve yöntem değişmiş olsa da mücadelesini ve dayanışmasını sürdürmüştür. Türkiye’de hatırlanan ilk güçlü eylemin 1987 de Çankırı’da Mustafa Durmuş adlı bir hakimin, dayak nedeniyle boşanmak isteyen bir kadının davasını, “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmemeli” diyerek reddetmesi sonucu Türkiyeli kadınların topyekûn olarak dayağa karşı dayanışma kampanyası başlatmasıydı. Adaletin de erkek olduğu tekçi ulus devletlerinde, kadınların dayanışması ve bu dayanışma ile kampanyalar ve çıktılar paylaşması kaçınılmazdır. Bu kampanya sonrası ise Barış İçin Kadın Girişimi gibi yukarıda da bahsettiğim şekilde kadınların savaşlara ve şiddete karşı her zaman eşitliği ve barışı istediği yerden söz kurup dayanışma ile bu sözü yükselttiğini gördük. Dayanışma ve mücadele ile kadınlar gerek savaşlarda gerekse kendileri ve bedenleri üzerinde yürütülen savaş politikalarına karşı tüm toplumla birlikte direnişi örgütleyip bu direniş ile özgürlüğü amaçladı.
Savaş meydanlarında bedenleri sergilenen kadınlar, türlü vahşet biçimiyle katledilen kadınlar, yaşamı boyunca psikolojik, ekonomik, fiziksel şiddete maruz kalan kadınlar, cinsel şiddete tecavüze maruz bırakılan kadınların varlığı kadın hareketlerinin mücadele sebeplerinden birkaçı olmuştur. Savaşlarda kadınların en dezavantajlı grup olduğu inancı ve bunun beraberinde getirdiği öğrenilmiş çaresizliğin duvarını dayanışma ile yıkan kadınlar elbette psikolojik olarak güçlü hissedip öz gücünün farkında oldukça dayanışma duvarını daha sık örmeye başladı. Bu mücadele gün geçtikçe büyüdü öyle ki Rojava’da, Şengal’de, Gazze’de tacize tecavüze doğa kırımına karşı öz savunmasını gerçekleştiren kadınların varlığı ve direnişi dünya halklarına umut oldu. Umutsuzluğun yerini direnişin dayanışmanın umuduna bırakmak her kadın için travmaların doğal iyileştirici gücü oldu.
Taraflar arasındaki savaşların ilk hedeflerinin doğa talanı ve kadın bedeninin savaş meydanlarında pazarlanması olduğunu yakın dönemde Gazze’den Şengal’e, Hamas’ın İsrailli kadınlara muamelesinden Kobane’ye çok yakından ve net bir şekilde görmüş olduk. İlginç olan ve ancak az sorgulanan durumlardan biri zıt olan, karşılıklı savaşan ve ideolojilerinin ya tanrıya hizmet güderken ya da dünyada daha iyi bir yaşam iddiası taşırken ellerindeki silahı kadına, doğaya, çocuğa doğrultan bu devletlerin ya da silahlı güçlerin aynı yöntemi kullanmasıdır. Bunun bir kırılması yaşandı ki dünyada direnişe, mücadeleye, devrime örnek teşkil edecek nadir oluşum Rojava’lı kadınların direnişidir. Elbette bunun temel sebebi varlık ve yokluk savaşı veren kadınların ön saflarda yer alması ve edindikleri ideolojinin merkezine kadını-doğayı-çocuğu koymuş olmasıydı. Üstelik bunun ırk ya da milliyet üzerinden bir ayrılık noktasına sığdırılmadan, bütün farklılıkları kapsayıcı olması kaynaklıydı. Bugün dünyanın başka yerinde görünmeyen Jinwar Köyü kadınların kendi yaşamlarını inşa edebilecek ve yeniden yaratmanın nasıl mümkün olabileceğini iyi okumamızı sağlayan da bu kadın devrimidir. Kapitalist/modernist devletlerin “sığınma evi” diye kadınları hapsettiği alanlardan, uzaklaştırma verilen erkeğin kadının evinde kadını katlettiği bir düzenin asla biz kadınlar için hayat sağlayıcı olmayacağını devletlerin kendisi de biliyor ve biz daha fazlasını talep etmekten hatta istediğimizi almaktan asla geri duramayız, önümüzde capcanlı bir örnek var; kadınlar toprağa dokunabiliyor, gökyüzünü istediği kadar görebiliyor, evini kendisi inşa edebiliyor ve özgürce koşabiliyor; üstelik geliştirdiği özsavunmasıyla korkmadan, tereddüt etmeden bunları yapabiliyor.
Kadınlar tarih boyunca mücadele etmekten vazgeçmedi; bizlere aktarılanlar ve dayatılanlar üzerinden çaresizlik kabul ettirilmiş, haklarımız için daha yüksek sesle ve ortak mücadeleyle bir araya gelişimiz engellenmişse de bugün artık daha fazlasına sahibiz; ortak zeminde tüm kadınlar olarak sesimiz daha gür çıkıyor. Bu ses Rojava’dan Hindistan’a Rojhilat’tan Afganistan’a kadar ortak bir dayanışma ile aynı ses olarak yükseliyor. Nihai olarak kadınlar bin yıllardan beri her dönem direniş ve dayanışma ile barışı örmeye devam ediyor ve bu barış ile yaşama yön veriyor.