Evimiz suyun öteki tarafında
Bitap dalgaların öteki tarafında.
Selvi ormanlarının ardında
Rüyada, bir uykuda. *
İnsanların ev ile kurduğu bağ, evde oluşa dair hisleri, evi özleme ya da eve varmaya ilişkin yaşanmışlıkları çoğu zaman sanatın vazgeçilmez bir konusu olmuştur. Haksız bir çaba da değildir bu konuyu işlemek. Çünkü insan özünde hep güvenli bir alana ihtiyaç duyuyor ve dönüp dolaşıp vardığı nokta o meşhur ihtiyaçlar hiyerarşisinde en alt basamağına denk gelen, fiziksel-duygusal temel ihtiyaçlarını karşıladığı yer oluyor ve bu da bir evdir genelde. Yerleşik hayata geçişle beraber topluluklar yaşamlarının bir bölümünü (büyük ya da küçük bir bölümünü; bu fark etmeden) geçirdikleri mekanları (bu cümle için evleri) her daim özenle korumuşlardır, yapılan kazılarda barınma alanlarında, evlerde bulunan değerli süs eşyaları aslında bu mekâna verdikleri önemin de bir göstergesi olmuştur. Geçmiş dönemden günümüze geldiğimizde ise bu durum pek değişmiş sayılmaz. Yaşadığımız evlerimizi huzur duyacağımız mekânlara dönüştürme arayışı/eylemleri hep olagelmiştir. Sevdiğimiz, bizim için anlamı olan bir nesneyi evin baş köşesine yerleştirmek, her gözümüz takıldığında bizde yarattığı duyguyu tekrar tekrar deneyimlemek de bu mekânda, evde hissettiğimiz huzura dahildir. Ancak gelelim asıl meseleye ki; oda bu huzur bulduğumuz mekânların terkine dair olan göç etme, zorla yerinden edilmedir.
Göçün insanlık tarihi kadar eski bir tarihi vardır, topluluklar varlıklarını devam ettirebilmek için gerekli koşulların olduğu yerlere durmadan göç etmişlerdir ve bu şekilde varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Yaşayabilecekleri, gıdaya ulaşıp soylarını sürdürebilecekleri, inançsal ritüellerini gerçekleştirebilecekleri mekânlarda, alanlarda uzun süreli konaklamalarla yerleşim merkezleri oluşturmuşlardır. Bu süreç milyonlarca yılların ardından günümüze çok farklı değişikliklere uğrayarak, özellikle ulus devletlerin şekillenmesiyle birlikte, sınırların çizildiği ve bu sınırların ihlal edilemez oluşları kuralına kadar sürüp gelmiştir. Başka bir yazının konusu olabilecek olan bu sürece girmeden bu yazının meselesine gelmek isterim ki bu da kalın tel örgülerle, hendeklerle, kimi zaman mayınlarla kimi zaman aşılmaz duvarlarla örülmüş bu sınırları aşmak, yani göç etmek zorunda bırakılmaktır. Bir zamanların normali hatta kaçınılmazı olan göç etme hali ne oldu da günümüzün en derinlikli, çözülemez meselelerinden biri haline geldi? Bu göç etmenin nedenleri olarak önümüze çıkan sebepler nelerdir, kadınlar için bu sebepler nelerdir? Her yıl milyonlarca insanın düzenli veya düzensiz bu yer değiştirme halinin asıl aktörleri kimlerdir? Peki bu göç yollarına çıkan kadınların öncesi, sırası ve sonrasında varışta karşılaştıkları gerçekler nelerdir? Her sene özellikle Uluslararası Göç Örgütü’nün paylaştığı raporlar bizlere neyin verilerini sunuyor, peki ya bu rapora girmeyenler, sayısal da olsa bir veriye dönüşemeyenler, onların hakikatlerini kim bizlere sunabilir artık? Her şeyden öte, yıllık yayınlanan bir raporda sayısal bir veri olmanın ağırlığına ne demeli ya…
Bu süreci anlamaya, okumaya çalışırken göç/zorla yerinden edilme/göçmenlik/mültecilik/ilticacı olma gibi birçok farklı kavram çıkıyor karşımıza ve bu kavramların hepsini birbirinden ayıran farklı durumlar var. Bu farklı durumlar (statülerde diyebiliriz) elbette ki devletlerin, hükümetlerin kendi belirledikleri olmasına ve birçok yeni/kendi kavramını literatüre kazandırmasına rağmen göçün ‘kadın hali’ ya da göçün feminizasyonunun tartışılması, göç çalışmalarında kadınlara dair verilerin ayrıca tutulması, feminist hareketlerin büyük çabaları neticesinde çok sonralara kalmıştır ne tesadüftür ki! Erkek egemen sistem biliminin, yaptığı araştırmalarının hep erkek odaklı olması bizleri her seferinde şaşırtsa da bu duruma ısrarla karşı duran kadınların gösterdikleri büyük çabalar, verdikleri savaşlar yine yolumuzu aydınlatan en büyük fenerler olmaktadır.
Göç çalışmalarına kadınların da “dahil edilmesinin” izini sürerken karşımıza ilk çıkan, başlangıç noktası olarak görülen Mirjana Morokvasic’in (1984) “Göçmen Kuşlar Aynı Zamanda Kadındır” adlı makalesidir. Ardından kadınların göç yollarında karşılaştıkları özgün durumların/olayların araştırılması ve çalışmalarda yer bulması süreci gelmiştir. Örneğin göçün feminizasyonu terimine, Uluslararası Göç Örgütünün yayınladığı Göç Terimleri Sözlüğü’nde 2009 yılında rastlıyoruz: “Göçte gittikçe artan kadın katılımı (dünyadaki göçmenlerin % 49’u kadın). Son yıllarda göçmenler arasında kadınların oranı büyük ölçüde değişmezken, göçte kadınların rolü ciddi anlamda artmıştır. Kadınlar artık bir hane üyesi olarak göç etmek yerine daha bağımsız bir şekilde hareket etmekte ve istihdama aktif olarak katılmaktadır. Göçte kadınların sayısındaki artış, cinsiyete dayalı bazı hassas göç biçimlerine yol açmıştır. Örneğin, ev hizmetlerinde ve bakım işlerinde çalışan kadınların ticari amaçlı göçü, seks sektörü için kadınların göç etmesi ve kadın ticareti ve evlilik amacıyla kadınların organize göçü. Bu istihdamların bir kısmının düzensiz olması nedeniyle, kadın göçmenler çoğu zaman istismar bakımından daha büyük risk altındadır.” şeklinde bir açıklamayla yer verilmiştir (her ne kadar bu açıklamada “seks sektörü” şeklinde yazılanı doğru bulmasam da yazı etiği gereği alıntılamayı birebir aktarırken, yaşananların “sektör” olarak tanımlanmasının en hafif tabir ile kadınlara/çocuklara/LGBTİ+’lara dayatılanın fuhuş bataklığı olduğunu gizlemeyi; pasaportlarına el konularak şantajla, tehditle her türlü tacizin, tecavüzün, insanlık dışı muamelelerin yapılmasını doğru kelimelerle adlandırmamayı ise bu gerçekliğe karşı kör olmakla nitelendiriyorum). Bu açıklama bizlere kadınların zamanla farklılaşan göç nedenlerini, göç yollarında karşılaştıkları eşitsizlikleri, şiddeti, taciz-tecavüzleri ve varış noktasında onlar için önceden çizilmiş kaderlerini göstermede bir nebze de olsa bilgi verse de bunun kimi özgünlükleri yakalamada yetersiz, eksik olduğunu görmeliyiz; ki ancak böyle bir eksikliği görme haliyle yeniden yaratacağımız mücadele, yaşanan bu sürece dair farkındalıkları geliştirip, mücadele yol yöntemlerini dönüştürüp, genişletip aynı zamanda göçmen/mülteci/ilticacı kadınlarla dayanışma ağlarını örmede bizlere rehberlik edecektir. Kadın ve göç alanına dair yapılan özgün çalışmalarda bir artışın olması bu çalışmaların birer farkındalık yaratması, toplumlarda karşılık bulması ve bir hareketliliğe dönüşmesi, eksiklerini gören bir yerden yapıcı tartışmalarla ileriye götürülmesi gereken bir sürece de işaret etmektedir.
Zorla yerinden edilmeye, göçe zorlanmaya son yıllarda yeni nedenler eklense de (mesela iklim krizi ve gıda güvencesizliği gibi) bu nedenlerin özellikle daha kırılgan olan gruplar üzerindeki etkisine daha fazla odaklanan çalışmalar yapılması önemlidir. Çünkü göç öncesi, sırası ve sonrasında yaşanan her bir deneyim bireysel olarak çok kıymetliyken bu deneyimlerin paylaşılması, yüksek sesle haykırılması erkek egemen kapitalist sistemin çözümlenmesi, her bir bireyde bu sistemin etkilerinin özgünlüklerinin görülmesi, karşı mücadelenin örülmesinde bu özgünlüklerin de yakalanarak geniş bir yelpazede enternasyonal dayanışmanın daha güçlü örülmesinde çok anlamlıdır.
Karşılaşılan cinsiyetçi tutumlar sadece yol güzergahıyla sınırlı kalmamaktadır. Maalesef ki varış noktalarında da kadınları cinsiyetlendirilmiş çalışma alanları, cinsiyetçi sözler ve eylemler beklemektedir. Özellikle Avrupa Birliği üyesi ülkelerde göç politikalarını belirleyen belli hukuksal çerçeve karar mekanizmaları ve sivil alanda çalışmalar yürüten kuruluşlar olsa da (ki bu kurumların işleme mekanizmaları ve yeterliliği de ayrıca bir soru işaretidir), bu kararların uygulanmasında, çalışmaların yürütülmesinde karşılaşılan cinsiyetçi yaklaşımları görmemek için cinsiyet körü (gender blind) olmak gerekir. Bu ayrımcılıklar elbette sadece cinsiyete yönelmiş olmakla sınırlı kalmıyor, büyük bir kısım insan, özellikle sahip oldukları ya da kendilerini tanımladıkları ulusal kimliklerinden kaynaklı da birçok ayrımcılığa maruz kalmaktadır. Son süreçte özellikle Almanya’da Belçika’da Kürtlere karşı gerçekleştirilen ırkçı saldırılar (bunlar sadece sokakta yaşanılan saldırılar değildir, kamplarda da birçok ırkçı saldırılar yaşanmaktadır) birer örnek niteliğindedir. Ancak bu tarz ırkçı saldırıların yanında bazen de ülkeler arasında sığınmacıların siyasi anlaşmazlıklarda pazarlık konusu yapıldığını görürüz. Buda bizlere bir kez daha aslında ulus devletlerin çıkarları söz konusu olduğunda halklar için gidilebilecek güvenli bir yerin hiçbir zaman var olamayacağına, egemenlerin yarattıkları bu hukuk mekanizmasının da insan onuruna yaraşır bir yaşamın hukuksal sistemini hiçbir zaman kuramayacağına da bir işaret gibidir adeta. Başkaca bir işaret ise; özellikle güvenlik, terör, savaş nedenli göçlerin daha fazla yaşandığı son yıllarda göç yollarında karşılaşılan, tamamen insanlığa yönelik en ağır suçlardan sayılabilecek pratiklere karşı ulus devletlerin sessizliği hatta savaşı körükleyen tutumlarıdır. Şengal’de, Afganistan’da, Rojava’da savaş/güvenlik nedenli yaşanan göçlerde insanların nasıl kaderlerine terk edildiklerine hepimiz şahit olmuşken; bu göçlerin arkasında yatan asıl gerçekliği de görmek, ulus devletlerin kendi çıkarları gündem olduğunda farklı coğrafyalardaki toplumsallıklara nasıl düşman olabilecek bir mekanizmaya dönüşebileceklerini bizlere tekrar hatırlatmaktadır. Bu savaşlar ve sessiz kalışlar tam da kutsal olan yaşam hakkına yöneltilmiş -özelde kadın ve çocuklara yönelik- saldırıların birer çarpıcı örnekleri olmuştur.
Zorla göç ettirilmiş, yerinden edilmiş birçok kadının; yazının başında bahsini ettiğimiz yeni ve yaşanılabilir bir hayatı kurmak, kendilerine ait bir alana sahip olmak, kendilerine ait huzurlu bir mekân yaratmak amaçlı yeniden yola çıkarken; bu yolda ve varışta karşılaştığı gerçeklik maalesef çoğu zaman bu hayalin, kurulan düşün tam tersi olmaktadır. Hangi sebeple olursa olsun, zorla yerinden edilen kadınlar göç yollarında birçok cinsiyetçi söylem-hareket, taciz ve hatta tecavüzlere maruz kalabiliyor. Canı pahasına çıktığı bu yolun sonunda istediği yere varmış olsa dahi bu sefer bu varış noktasında çeşitli katmanlı şiddet türlerini yaşayabiliyor. Ayrımcılık, hukuksal mekanizmaya ulaşamama, kamplarda özel alana sahip olamama, özel ihtiyaçlarını temin edememe ve hatta yeterli sağlık hizmetine ulaşamamaya kadar sıralayabileceğimiz derin yoksunluklarla yüz yüze kalabilmektedir. Dış göçte karşılaşılan zorluklarla ilgili kısaca bunlardan bahsedebilirken iç göçte yaşanan sorunların da kısmen benzer olduğunu tahmin edebiliriz. Elbette kendi kentinde olmak bir nebze de olsa daha kolay bir yeni hayatı kurma olanağı sağlasa da doğup büyüdüğü, kendini var ettiği ve ait hissettiği toplumsallığından, mekânlarından koparılan kadınların derin depresyonlar yaşadığını tahmin etmek zor olmasa gerek. SAMER’in TÜİK’in 2000-2023 yıllarını kapsayan intiharların nedenlerini, yöntemlerini ve yaş gruplarına göre dağılımını incelemek amacıyla yaptığı çalışmasının verilerine dayanarak hazırladığı İntihar Verileri Çalışma Raporu hakkında açıklamada bulunan Yüksel Genç’in; son 10 yılda bölge illerinde kadın ve ergenlerin intihar vakalarındaki artışına dair yaptığı tespit zorla dayatılan iç göçün toplumsallık üzerinde yarattığı psikolojik tahribatın boyutunu görmek açısından çok önemlidir.[1] İntihar vakalarındaki artışı zorunlu iç göçün yaşandığı süreçlerde daha fazla gözlemlemek ve buna dikkat vermek çok önemliyken, dış göçte de özellikle varış yerlerinde kadınların da benzer olaylar (intihar vakaları) yaşadıklarını akılda tutmak gerekir. Elbette çok farklı ve katmanlı sorunlar da yaşanmaktadır; bunlardan belki de en önemlisi kadınlara dayatılan kimliksizleştirme politikalarıdır. Kendilerine nefes alabilecekleri bir alan yaratma telaşı içine girmişken kişilerin karşı kaşıya kalabileceği asıl büyük tehlikelerden birinin de onu kimliksiz bırakacak bir yaşam pratiğine sürüklenmesidir. Daha çok temizlik, bakım gibi cinsiyetlendirilmiş işlerde çalışmak zorunda bırakılan kadınlar çoğu zaman ne kendilerine ait bir alana sahip olabiliyor ne de kendilerini gerçekleştirebilecek bir zamana. İçinden çıkıp geldiği kültürü, dili, inancı, onu o yapan bütün birikimi arkasında bırakıp yeni bir hayata adapte/entegre olmaya çalışan (buna mecburdur çünkü) kişi adeta kendisine, kendisini tanımladığı kimliğe yabancılaşıyor. Bu yabancılaşma da beraberinde yalnızlığı, -ait olduğunu hissetmediği- toplumdan kopukluğu ve en nihayetinde de bir hiçlik duygusunu getiriyor. Belki de göç yoluna çıkarken bütün çabası kendisi olarak yaşamak iken kişiler, çoğunlukla bu yolculuğun sonunda kendisine dair var olanı da kaybediliyor. Çünkü göçün günümüzdeki karşılığı biraz da buna denk gelmektedir: köklerini yitirmek, köksüzleşmek ve kuru bir dal gibi rüzgâra kapılıp oradan oraya savrulmak.
Kadınların kendilerini ve doğalında toplumsallığı var eden o enerjisinin, bağının, gücünün, bilgisinin toplumundan koparıldığında yaşayacağı yalnızlık duygusu da daha derinden sarsıcı olacaktır. Bu yüzdendir ki kadınlar nereye giderse gitsinler kendilerini ayakta tutacak, toplumunu, kültürünü hatırlatacak, onlara başlarına ne gelirse gelsin eşlik edecek hakikatlerinden bir parçalarını daima yanlarına alırlar. İşte bu küçük parçalardır ki erkek egemen sistemin parçalamak, yok etmek, el koymak istediğidir. Ancak kadınların enternasyonal dayanışma ağları bu sistemin önünde duracak en güçlü yapılar olacaktır. Bizlere düşense bu yapıları daha da sağlamlaştırmak adına bu ağlara sahip çıkmak ve onları daha güçlü kılmaktır, bütün kadınların tam da ait oldukları toplumlarının merkezinde, kendilerine ait birer oda yaratabilme olanağına sahip olana kadar direnmektir.
Son Not:
*Khooneye Ma şarkısından bir mısra.
[1] https://www.evrensel.net/haber/538679/zorunlu-goc-ohal-ve-kayyimlarin-sonucu-bolge-illerinde-genc-ve-cocuk-intiharlari-artiyor