Hatırlatmak babında değil ama tarihe bir kez daha yazılsın diye altını çizelim: Roboski bir kitle katliamıydı… 28 Aralık 2011’de 34 Kürt, vatandaşı olduğu devletin hava kuvvetlerinin bombardıman uçakları tarafından parçalanarak öldürüldü
“Başarısız boktan bir kış geçirdik / kanımız bile doğru dürüst akmadı / bir sürü çocuğu öldürdüler” (Turgut Uyar)
Aradan 13 sene, 156 ay, 676 hafta ve binlerce gün geçti. 28 Aralık 2011’de bu ülkenin ücra bir köyünde devletin sol omzundaki melek, elindeki deftere 34 çentik daha attı. Her çentik bir abiyi, bir kardeşi, bir çocuğu temsil ediyordu. Onlar, kendilerinden önceki otuz üçlere, kırklara, binlere karıştılar. Yüzlerce parça halinde. Savrulan bedenleri, toplanabildiği kadarıyla battaniyelere sarıldı. Yan yana dizildiler sırayla. Başlarında beklendi. Şifre buyurmuştu bir paşa. Emir büyük yerdendi ya; yatmışlardı, kanlı, upuzun.
Uludere dağları mıydı yattıkları yer yoksa Roboski dağları mı, bunu konuştuk. Operasyon muydu katliam mı, utanmadan bunu tartıştık. “Katil budur” diyemedi devlet. Aksine yatıp kalkıp Roboski -pardon- Uludere diyenlere diklendi kürsülerden. “Sadece siz orada bir hareket görüyorsunuz, zaten giyim-kuşam hemen hemen aynı” dedi dönemin başbakanı. Ekledi sonra: “Orada silahlı kuvvetler bu Ahmet midir, Mehmet mi bilemez ki.”
Roboski’den yaklaşık altı ay sonraydı. Takvimler 2012 yılının Mayıs ayının 26’sını gösteriyordu. Dönemin başbakanı bu kez de partisinin kadın kolları kongresinde “Yatıyorsunuz kalkıyorsunuz ‘Uludere’ diyorsunuz. Her kürtaj bir Uludere’dir” deyiverdi. Ve ardından “Anne karnında bir yavruyu öldürmenin doğumdan sonra öldürmeden ne farkı var soruyorum size?” diye sordu.
Arşivler bu sözleri tarihe geçirirken, bir yandan da Freud’un hatırlanması çok da absürt değildi. Freudyen bir yorumla “Uludere kürtajdır, Kürtler istenmeyen millettir” diye düşündü bu sözleri duyan çokça kişi. Öyle ya Uludere de Devlet Ana’nın yaptığı kürtajdı ve sonuçta Kürt sorunu da bir nevi ‘istenmeyen gebelik’ değil miydi?
Yazarken kendimi sansürlemekten kalbim sıkışıyor ama aradan yıllar da geçse yazmamak ayıp diyorum kendime. O mekânda, o dağın başında toplanan insan parçalarına, parçalanmış hayvanlara bakarken birçoğumuz gibi, Roboski adını ilk kez o gün duymuştum. 34 insan, 34 genç erkek/çocuğun yaş ortalamasını hesaplamıştım üşenmeden: 19,5.
Hatırlatmak babında değil ama tarihe bir kez daha yazılsın diye altını çizelim: Roboski bir kitle katliamıydı… 28 Aralık 2011’de 34 Kürt, vatandaşı olduğu devletin hava kuvvetlerinin bombardıman uçakları tarafından parçalanarak öldürüldü. Nasıl Dersim Soykırımı CHP’nin siyasal tarihinde kara bir sayfa olarak varlığını koruyorsa, Roboski Katliamı da siyasal İslamcıların tarihine aynı karalıkta geçti. “Operasyon kazası” dediler Roboski’ye. Ama ‘kaza’ iddiasına hiç kimse inanmadı. Tıpkı aynı bölgede askerlik yapan ve adının gizli tutulmasını isteyen bir asker gibi. Şunları anlattı:
“Bahsedilen yerde asteğmen olarak tim komutanı görevi ile yer aldım. Bölge sadece koruculuk ve kaçakçılık ile yaşayan bir bölge. O bölgede kimin kaçakçı olduğunu kimin katırlarla mal getirdiğini askeriye bilir. Çünkü yanında görev yapan korucunun akrabasıdır oradaki kaçakçılar. Aslında kaçakçı diye ayrı bir grup da yoktur, herkes dönem dönem bu işleri yapar oralarda. O grubu askerler çok rahat yakalayabilir ve getirdiklerine el koyabilirdi. O dönem jandarma hava saldırısı ile öldürülmeleri ayrı bir gizemdir. 2001 yılında 12 ay boyunca o dağlarda tim komutanı olarak operasyona çıktım. Herkes her şeyi bilirdi kimin ne getireceği ne zaman gideceğine, nasıl geleceğine kadar… Bir gariplik vardıi, o zaman da fikrimi soran çevreme anlatmıştım. Devlet bu kadar ses çıkartmadan hepsini yakalar mallarına da el koyardı, Uludere’de o gün daha büyük görünmeyen bir hesaplaşma vardı.”
Bu arada bırakın adil yargılanmayı, faillerin bulunmasını; başbakan grup toplantısında askerlere hassasiyetlerinden dolayı teşekkürler etti. Medya olayı görmezden gelip, katledilenleri terörist olarak yaftalayıp görevini layıkıyla ifa etti. Hatta haberi yayınlamak için düğmeye basılmasını bekledi. Dönemin ‘paralel polis ve yargısı’ hükumetinin emirlerini yerine getirip, olayı örtbas etmenin incelikleriyle meşguldü. Ve tüm bu hukuksuzlukları yaparken az biraz olsun mahcubiyet bile yoktu devletin soğuk, muhafazakâr-dindar yüzünde. Ne vardı canım 34 kişi ölmüş, “neyse veririz parasını” diyen kafa daha da ileri giderek katliamı iç siyaset malzemesi yapma derdindeydi.
O gün de bugün de aradan bir 50 yıl geçse de büyük büyük sözler etmeye gerek yok. Ama hiçbir dilde karşılığı olmayan bir katliamı eyleyenler kadar, buna kederlenmeyi kendine zül addedenleri unutmak mümkün mü? “Ama onlar da kaçakçıymış” diyenleri… “Aralarında teröristler varmış” masalını uyduranları?
Neymiş efendim Roboski’de yaşanan “katliam değilmiş” çünkü devlet yanlış istihbarat ile bombalamış, “katliam değilmiş” çünkü öldürülen 34 kişi kaçakçılık yapıyormuş. Buna inandılar, hala inanıyorlar. Öyle ki; en kanlı, en haksız, faili gün gibi apaçık davalarda bile safi devletlerine zeval gelmesin diye, safi devletleri tazminata mahkûm olmasın diye ortalığı velveleye verdiler. Yaşananlara insani olarak üzülenleri bile aşağıladılar, yaftaladılar, ötekileştirdiler.
Bin yıllık “Qilaban”ı “Uludere” yaparak; “Roboskî”yi “Gülyazı” yaparak bizi kendimize yabancılaştırmaya çalıştılar. Yetmezmiş gibi yargısız infazlara giriştiler, üstüne üstlük hiçbir şey olmamış gibi yeni yıl kutlamalarına dalıp, acımızı görmezden geldiler. “İyi oldu” diyenler de oldu, 34 gencin kurban edilmesini az bulanlar, daha beterini isteyenler, “katırlara üzüldüm” diyenler de.
Oysa asıl bölücüler katliamlara kılıf hazırlayan, sessiz kalan, destek veren, yanımızda durmayı beceremeyenlerdi. Belki kibir ve ukalalıklarıyla baş başa kaldıklarında anlayacaklar, neler kaybettiklerini. Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta yaşananlar bundan farksız mıydı? Hala buralarda yaşananlara ‘olaylar’ demeyi tercih ederek; katliamları kendilerince hafifletmiyorlar mı?
Sanıyorlar ki, Türkiye geçmişiyle yüzleşirse çok vahim şeyler olacak. Kim bilir; 6-7 Eylül’ün üstü örtülmeseydi belki Maraş ve Çorum katliamları yaşanmazdı. Maraş ve Çorum ile yüzleşseydik, Sivas olmazdı. Sivas ile yüzleşseydik bugün haber bültenlerinde “Affedersiniz Alevi” sözleriyle muhatap olmazdık.
Mustafa Suphi ve Sabahattin Ali cinayetlerinin ardından doğru düzgün tahkikat yapılsaydı, belki Hrant Dink’i, Musa Anter’i kaybetmezdik.
Atatürk ve İsmet İnönü dönemi yansız şekilde ele alınsaydı, bilhassa 1940’lı yıllarda gazetecilerin ve gazetelerin başlarına gelenler irdelenseydi belki 1950’lerde Demokrat Parti gazeteleri kapatacak güce sahip olmayacaktı. Demokrat Parti’nin yaptıklarıyla hakkaniyetle yüzleşseydik belki bugün gazetecilerin tutuklanmasını, belediyelere kayyum atanmasını konuşmuyor olurduk.
Osmanlı’nın Balkanlarda uyguladığı politikayı devlet fetişizmine kapılmadan gerektiği gibi masaya yatırsaydık belki Ermeni Soykırımı olmazdı. Ermeni kıyımının üstünü kapatmak yerine gelecek kuşaklar için bu vahşetle yüzleşseydik belki Dersim olmazdı. Dersim’i yarım asır sümen altı edeceğimiz yerde tartışsaydık belki Kürt meselesi bu kadar cana mal olmazdı.
Her neyse… Lafa Turgut Uyar’la başladık, son sözleri de Cemil Meriç söylesin:
“düşüncenin her korkudan azad olduğu bir ülke / bir ülke ki insanları dimdik / dünya duvarlarla bölünmemiş / kelimeler gönlün derinliklerinden fışkırır / emek kemale uzatır kollarını / aklın ırmağı alışkanlıkların karanlık çölünde kuruyup gitmemiş / ne olurdu tanrım benim yurdum da böyle bir ülke olsa…”
Çok mu geç kaldık diye belki de Roboski’nin analarına sormak lazım…