Savaş sanayilerinin uluslararası örgütlenmesi askeri dengeye yansımaktadır; terazinin kefeleri kısmi kararlar ve kararsızlıklar sonucu dengeye gelmekte, genel bir karar sürekli ertelenip durmaktadır. Ayrıca savaşların askeri sonuçlarının belirsizlikleri, savaşa taraf olan ülkelerden ve o zamana kadar tarafsız kalmış ülkelerden de gittikçe daha çok yedeğin cepheye gönderilmesine yol açmaktadır. Savaş, emperyalist istekleri ve uzlaşmazlıkları karşılayacak malzemeyi her yerde yeterince bulmaktadır; bozkır yangını gibi dört bir yana yayılan yangın felaketini besleyecek yeni malzeme yaratmaktadır. (Rosa Luxemburg, Junius Broşürü 1915)[1]
Kadınların emperyalist savaşa karşı mücadelelerinin hiç kuşku yok ki en bilinen örnekleri Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg. Avrupa’da yükselen savaş tamtamları eşliğinde, savaş öncesinde ve savaş esnasında emperyalist savaşa karşı mücadeleyi örgütlüyorlardı. Birinci paylaşım savaşında yukarıda alıntı yapılan Junius Broşürü’nü hapishanede kaleme alırken, dönemin Alman Sosyal Demokratlarının emperyalist savaş destekçisi tutumunun işçi sınıfının enternasyonal mücadelesi açısından kabullenilemeyeceğini anlatıyordu. Aynı yıllarda İngiltere’de feminist-süfrajet Sylvia Pankhurst annesi Emmeline ve kızkardeşi Christabel Pankhurst’ten farklı olarak İşçi Partisi ile birlikte İrlanda’nın siyasi özerkliğini savunuyordu. 1914’de İşçi Partisi’nin emperyalist savaşa onay veren politikasına da muhalefet ederek, birinci paylaşım savaşına karşı politika yapmaya başladığında, annesi ve kızkardeşi tarafından oy hakkı mücadelesinin en güçlü örgütü WSPU’dan (Kadınların Toplumsal Politik Birliği) ihraç edildi. Bunun üzerine WSPU’dayken de ağırlıklı olarak faaliyet yürüttüğü işçi sınıfının yoğun olduğu Doğu Londra’da, ELFS’yi (East London Federation of Suffragettes- Doğu Londra Süfrajetler Federasyonu) kurdu.
Kuşkusuz emperyalist paylaşım savaşlarına karşı feminist mücadeleden bahsederken TKB’yi de anmak gerek. 1935 yılında TKB’nin, Uluslararası Kadınlar Birliği (International Alliance of Women) tarafından Türkiye’de düzenlenen kadın barış konferansının sonuç metnine imza atmasının ardından, Nazi Almanya’sı ile o dönem iyi ilişkiler sürdüren Kemalist iktidar tarafından yoğun basın kampanyası ile kendini feshetmeye zorlanmasını da hatırlamak gerekiyor.
Antiemperyalizm ve militarizm karşıtlığı, ikinci dalga feminist hareketin içinde doğduğu Avrupa’daki 68 hareketi ve ABD’deki sivil haklar- siyah bilinç hareketlerinin önemli başlıklarıydı. Vietnam Savaşı başta olmak üzere feminist hareket emperyalizm karşıtı mücadelenin öznesi olmuştu. 1981’de ise İngiltere’de Galler’de, ilk olarak Gallerli bir grup kadının harekete geçmesiyle, Greenhom Common’a yerleştirilecek nükleer başlıklı füzelere karşı feminist eylemler başladı. Kadınların üs bölgesi çevresinde feminist bir komün kurması, 30 bin kadının 1982’te üs bölgesi çevresinde zincir oluşturması, 1983’de 70 bin kadının silah fabrikasına yürümesi ve 1983’de 50 bin kadınla yeniden zincir oluşturulması gibi bir dizi eylemle devam etti ve etkinlikleri 1987’ye kadar sürdü.
Ezcümle sosyal şovenizmin doruğa vardığı birinci paylaşım savaşında da soğuk savaşın antikomünist ideolojik hegemonyasında da sömürgeciliğe karşı mücadelenin yükseldiği günlerde de her daim feminist hareketin sistem dışı bileşenleri militarizme, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı dayanışmayı örgütlediler. Patriyarkanın evrensel bir sistem olarak kapitalizmle ve tüm egemenlik ilişkileriyle birlikte kendini yeniden üretiyor olması, emperyalizm ve savaş karşıtlığının, feminist mücadelenin gündemlerinde yer alma nedenlerinden biriydi kuşkusuz. Ancak ezilen toplumsal grupların kolektif siyasal özenlerinin dayanışması da feminist hareketin savaşa, militarizme ve emperyalizme yönelik mücadelesinin bir nedeniydi.
Emperyalist işgaller ve cihatçılık
Sol, kapitalizm/emperyalizm tarafından tüm emekçilerin sömürüsü için gerekli koşulların yaratılması sürecinde kadınlar üzerindeki tahakkümün özel bir yeri olduğunu anlayamadı. Bunun, sol eğilimlerin çoğunu belirleyen ekonomist/işçici bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Emperyalizmin ulusalcı bir bakışla yorumlanmasına dayalı bu ekonomist kuram; solun, İslamlaştırma projesinin bir sınıf mücadelesi olduğunu anlamasını engelledi. Yani kadınlara yönelen saldırının aslında bütün işçi sınıfına ve erkeklere yönelik bir saldırı olduğu anlaşılamadı. (Shahrazad Mojab 2015)[2]
2001 yılında Afganistan işgaline karşı kadın hareketi İstanbul’da bir dizi eylem düzenlerken Afganistan’daki Taliban diktatörlüğü nedeniyle üyeleri illegale çekilen ya da sürgün olan RAWA (Afganistan Kadın Kurtuluş Örgütü) da, ‘bütün Afgan kadınları İslamcı iktidardan kurtaracağız’ dezenformasyonuna rağmen, ABD işgaline hayır diyordu. 2003’te tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kadın hareketi Irak’ta savaşa hayır derken, İstiklal Caddesi’ndeki ilk feminist gece yürüyüşü de 2003’te bir grup feminist tarafından, Irak’taki savaşa karşı örgütlenmişti. Kuşkusuz yıllarca savaşın en çok kadınları ve çocukları vurduğu gerçeğinden hareketle militarizm ve savaş karşıtı mücadelenin aktif öznesi olan feminist hareket, her daim patriyarkanın bütünlüklü bir sistem olarak kapitalizm ve militarizmle doğrudan bağını görerek militarizm karşısında tutum geliştirmek durumundaydı. Türkiye’de Kürt kadın hareketi ile yan yan gelerek örgütlenen kadın barış politikaları da bu bağlamda [ağırlıklı olarak] milliyetçi militarizmi merkeze koyan bir eksende hayata geçiriliyordu.
2001’de Afganistanlı cihatçı Taliban’dan kadınları kurtarma vaadiyle yapılan emperyalist işgal 20 yıl sonra yenilip geri çekildiğinde, Taliban’ın yeniden iktidar olup kadınlara aynı mezalimi uyguladığını ve 20 yılda yaşananın yüzbinlerce insanın ölümünden başka bir sonuç yaratmadığını gördük. İran’da 2022’de Mahsa Jina Amini’nin başörtüsü nedeniyle maruz kaldığı şeriat polisi şiddeti nedeniyle ölmesiyle, Rojhilat’ta başlayan isyan tüm İran’a yayılırken, jin jiyan azadî sloganı da tüm dünyada kadınların özgürlük mücadelelerinin simgelerinden biri haline geldi. Ancak İsrail ve ABD tarafından sistematik saldırı altında tutulan İran’a yönelik emperyalist tehditler, ülkedeki kadın isyanının ve özgürlük hareketlerinin güçlenmesini değil bastırılmasını sağladı. Emperyalist işgal ve baskı politikalarının ezilenleri ve özelde kadınları özgürleştirmeyeceğini Irak savaşı göstermişti.
Küçük burjuva Arap milliyetçiliğinin örgütlü gücü olarak Baas Hareketi, ikinci paylaşım savaşının ardından yükselen ulusal kurtuluş hareketlerinin bölgedeki temsilcisi olmuştu. Samir Amin modernleşmenin milliyetçi popülist hareketlerce hayata geçirilmesinin örnekleri olarak Cezayir’de FLN’yi, Tunus’ta Burgiba’yı, Mısır’da Nasır’ı, Suriye ve Irak’ta da Baas Hareketi’ni sayarken, hepsinin sonun benzer olduğunu söylüyor. Tüm bu iktidarların demokratik olmasalar da geniş bir halk desteği bulduklarını ve hızlı kalkınmanın da bu desteğin sürmesini mümkün kıldığını söylüyor. Tüm bu hareketlerin antiemperyalizm vurgusuyla, milliyetçi orta sınıflara dayanıyor olması, bir milli burjuvazi inşasını hedeflemeleri ve sekülerleşmeyle modernleşmeyi bir arada yürütmelerinin, demokratik gelişimin önünü açma potansiyeline rağmen, emperyalist ablukanın bunu mümkün kılmadığını söylüyor Samir Amin.[3] Elbette bir modernleşme paradigmasıyla iktidar olan Baas tipi hareketler halktan onay alırken medeni yasaları söz konusu olduğunda [Suriye dâhil] çoklu hukukun, şeriat kurallarının kadınlar açısından geçerliliğini sürdürmesi söz konusuydu.
Arap milliyetçiliği ile antiemperyalizm temelinde yükselen iktidarların zaman içinde emperyalizmle uyumlu ilişkilere yönelmesi ve otoriterleşmesi, 2011’deki Arap Baharı adı verilen isyanlarla, İhvan/Müslüman Kardeşler çizgisinin, seküler milliyetçi bu iktidarlara karşı güç kazanmasını sağladı. (Müslüman Kardeşler 1920 yılında İngiltere tarafından milliyetçi ve seküler Wafd hareketine karşı kurulmuştu. Nasır’ın ölümünden sonra ise CIA desteğiyle Mısır’a dönmüştü.) Bugün AKP’nin de bir şekil takipçisi olduğu İhvan hareketi, Suriye’de de Esad yönetimine karşı ilk isyanı başlatanlar arasındaydı ve kısa sürede de Türkiye’den ve emperyalist metropollerden aldığı destekle cihatçı örgütlenmelere dönüştü. Genel olarak desteğini orta sınıf, ticaret yapan Sünnilerden alan bu hareket Esad’da cisimleşen seküler Alevilik karşısında cihatçı Sünni selefi İslamcılıkla, halk arasında zor ya da rıza yoluyla destek kazandı.
Gelinen noktada ABD ve AB, Suriye’de kendilerine bağlı bir burjuvazi ve askeri/cihatçı iktidarla bölgedeki varlıklarını güvenceye alırken, İsrail’in güvenliğini de daha fazla sağlama alıp, İran’a yönelik kuşatmayı güçlendirmek için önemli bir kazanım elde ettiler. Tam da bu nedenle dün terör örgütü listesine aldıkları HTŞ’den bugün devrimci örgüt çıkarmaya çalışıyorlar. 10 yıl önce emperyalist metropollerin ilk tohumlarını attıkları IŞİD canavarlığı karşısında, Rojava’da savaşan Kürt kadınların sekülerliğiyle, kadınların özgürlüğünü desteklemeyi vitrine çıkaran Batı anaakım medyası, bugün ise gerek Colani’nin gerekse yeni adalet bakanının, bundan sonra şeriat hükümlerinin geçerli olacağına ilişkin açıklamalarını yok sayarak, başı açık kadın görüntüleriyle cihatçılardan demokrasi savaşçısı çıkarmaya çalışıyorlar.
Dün Afganistan ve İran’da “kadınları kurtarmak” adına emperyalist saldırganlığı meşrulaştıran Batı, bugün şaşırtıcı olmayan biçimde El-Kaide/HTŞ’yi özgürlük savaşçısı olarak sunuyor. Daha birkaç yıl önce “Hıristiyanlar Lübnan’a, Aleviler mezara” diyen Colani, bugün Şam’ın sadece 20 km ötesine kadar İsrail işgali söz konusuyken, düşmanları olarak Hizbullah’ı, Alevileri ve İran’ı sayıyor. Diğer yandan yine Colani “Şu an şeriata uygun giyinmeleri için kadınları sadece uyaracağız ancak bir süre sonra şiddet de uygulayacağız” derken Halep’te Esad’ın devrilmesini meydanlarda kutlayan kadın ve erkeklere birbirlerinden ayrı durmaları anons ediliyor.
Rojava ve feminist enternasyonalizm
HTŞ bizzat ABD ve İsrail desteğiyle Esad güçlerine karşı harekete geçtiğinde, Suriye Milli Ordusu adı altında AKP iktidarı tarafından beslenip büyütülen, çoğu IŞİD kalıntısı ve Sünni selefi, Uygur, Çeçen ve tabii ki Türk lejyonerlerden oluşan çeteler, doğrudan Kuzey ve Doğu Suriye’deki özerk yönetim bölgesine karşı saldırıya geçtiler. Biliyoruz ki Rojava’ya yönelik AKP iktidarı destekli saldırılar her adımda bizzat burada Türkiye’de inşa edilen faşizmi güçlendirmeyi hedefliyor.
AKP yetkililerinin Halep’in aslında bir Türk kenti olduğuna ilişkin milliyetçi vaazların ardında, esas olarak cihatçı çeteler aracılığıyla Suriye halklarının varlıklarının nasıl gasp edileceğine ilişkin hayaller söz konusu. Diğer yandan, hemen yanı başında İran’dan farklı olarak Batı emperyalizminin onayını da almış bir Sünni selefi diktatörlüğün ortaya çıkmasının, buradaki İslamcıları ve kendi iktidarlarını güçlendireceğini de öngörüyorlar kuşkusuz. Ancak tam da yine sınırın öte yanında, farklı dini ve etnik grupların barış içinde yaşadığı, demokratik, seküler, kadınların özgürlüğünün toplumsal yeniden inşanın en önemli ayağı haline geldiği, etnik temelde yeni bir burjuvazi yaratmanın değil komünlere ve kooperatiflere dayalı toplumsal ilişkilerin örgütlendiği Kuzey ve Doğu Suriye, AKP iktidarının da Türkiye’nin tarihsel devlet yapısının da kabusu olmaya devam ediyor. Bunun en önemli nedeni kuşkusuz Kuzey ve Doğu Suriye’deki özerk yönetimin meşruiyeti arttıkça, Türkiye’de baskı, kayyum ve şiddet politikalarıyla Kürt halkına karşı yürütülen savaşın meşruiyet zeminini kaybedecek olması.
AKP iktidarı seçimlerde giderek kaybettiği toplumsal desteği sağlamak için tüm faşist iktidarlarla aynı çizgide ilerliyor; faşizm kendini korumak için her daim iç ve dış düşmanlara ihtiyaç duyar. Savaşlar, milliyetçi ve dinci saiklerle faşizmin kitle tabanının konsolidasyonunu sağlar. Ve kuşkusuz faşizm milliyetçiliği ve dinciliği kurumsallaştırmak için ortaya çıkan bir ideolojik hegemonya inşasıyla sınırlı değil; büyük burjuvazinin, tekelci sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde inşa olan en gerici devlet biçimi. Bugün Türkiye burjuvazisinin/sermayesinin gücü 35 yıl önceki birinci Irak savaşı döneminden de 20 yıl önceki ikinci Irak işgali döneminden de farklı. Yirmi yıl önce bir ABD yetkilisinin özlü ifadesiyle o dönem için, Türkiye’nin en önemli ihraç ürünü, savaştırıldığında ucuza mal olan ordusuydu. Bu 20 yıl içinde özelleştirme, esnekleştirme, sendikasızlaştırmayla, neoliberal dönüşümü tamamlayan AKP iktidarı, ranta, inşaata ve enflasyona dayalı politikalarla kendisine tam biat eden sermaye kesimlerine kaynak aktararak, TÜSİAD sermayesinin yanı sıra İslamcı sermayeyi de güçlendirme hedefiyle politik önceliklerini belirliyor. Bundan 30-40 yıl önce Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşta kullanılan silahlar kamu bütçesinden ayrılan paylarla emperyalist metropollerden satın alınırken, bugün üretilen SİHA’larla bizzat ‘damat’ silah üreticisi haline gelmiş durumda. Artık sermayenin ihtiyaçları bölgede askeri siyasal hegemonya kurmayı gerektiriyor. Dolayısıyla laikiyle, İslamcısıyla bütün sermeye fraksiyonları ellerindeki medya gücü aracılığıyla hem Suriye’deki cihatçı zaferini hem de Kuzey ve Doğu Suriye’ye yönelik saldırıları alkışlıyorlar. Silahlarla bombalarla yıkılan kentlerin yeniden inşası için inşaat, çelik, petrol vs. sermaye grupları ellerini ovuşturuyor.
Tüm anaakım sermaye medyasının kanallarından tam da bu yüzden, HTŞ’nin tersi yöndeki tüm açıklamalarına rağmen şeriat ilanından bahsedilmiyor. Tabii ki SMO çetelerinin direnen Kürt kadın savaşçılara işkenceleri ve kaçırılan, öldürülen sivil halka dair haberler de anaakımda görülmüyor. Biz biliyoruz ki Kuzey ve Doğu Suriye’deki özgürlüğün boğulması burada AKP’nin güçlenmesine, üç beş parçaya bölünmüş milliyetçi- dinci tabanın yeniden AKP arkasında bloklaşmasına, dini baskının- cihatçılığın güçlenmesine ve harekete geçmesine, Kürt halkına yönelik savaşın yükselmesine ve faşizmin konsolidasyonuna yol açacak. Cihatçılığın ve siyasal İslam’ın meşruiyet kazandığı, sokaklara hakim olduğu her yerde kadınların, LGBTİ+ların bütün kazanımları ve hatta hayatları tehlike altındadır. Faşizm koşullarında maddi ve ideolojik olarak güçlenen militarizm dün “Her Türk asker doğar” diyerek egemenlik ilişkilerini yeniden üretirken, bugün bir şekilde “Her Türk cihatçı doğar” diyerek varlığını sağlama alıyor. Biz feministler için, AKP iktidarının cihatçı çeteler eliyle boğulmaya çalıştığı Kuzey ve Doğu Suriye’deki devriminin kazanımlarının korunması, ABD ve İsrail ortaklığıyla cihatçı HTŞ çetelerinin işgal ettiği Suriye’de*, Türkiye’nin cihatçı yayılmacı politikalarına son vermesi için, mücadeleyi öne çıkarmak acil bir ihtiyaç olarak görünüyor. Bugün Kobanê’de, İstanbul’da, Amed’de ve Şam’da kadınların kaderi emperyalizm ve Türkiye destekli cihatçı militarizmin yayılmasıyla hiç olmadığı kadar birbirine bağlı hale geldiği için, acil olarak enternasyonalist feminist bir mücadeleyi gündeme alarak yeni durumun ihtiyaçlarını belirlemek gerek.
[1] Rosa Luxemburg Kitabı, Haz. Peter Hudis- Kevin B. Anderson, Çev. Tunç Tayanç, Dipnot Yay. Sf.495
[2] Shahrzad Mojab, Marksizm ve Feminizm, Çev. Funda Hülagü, , Yordam Yay. Sf. 33
[3] https://monthlyreview.org/2007/12/01/political-islam-in-the-service-of-imperialism/
* Tabii ki bugün Fırat’ın doğusunda özerk yönetimi ABD’nin [şimdilik] desteklediğini biliyorum. Ancak Suriye Kürtleri ABD’ye Esad’a karşı savaşmak üzere ittifak önermedi. ABD ve AB emperyalizmi kendi besledikleri cihatçılar IŞİD olup Şengal’i Musul’u işgal edip katliam yaparken kınamakla meşguldüler. Katliamlar kendi topraklarında başlayınca ve Kobanê’de Kürt halkı enternasyonal dayanışmayla IŞİD’i durdurunca kendi kamuoylarını yatıştırmak için Kürt halkının direnişine destek verdiler ve evet orada üsler kurdular. Ancak gerek Türkiye’nin gerekse ABD’nin baskısına rağmen ne Esad’a ne de sivil halklara karşı herhangi bir biçimde kurşun sıkmadılar.