Kadınların sesi, sadece barış arayışında değil, aynı zamanda savaşın tüm yıkıcı sonuçlarını ortadan kaldırmak için gereken irade ve gücü temsil ediyor
Meclisin açıldığı gün, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin DEM Parti sıralarına giderek uzattığı el ve sonrasında yaptığı açıklamalar, birçok kişi için ‘yeni bir barış süreci’ mi başlıyor sorularını akıllara getirdi. Ancak bu gelişmenin hemen ardından kayyım atamalarıyla halkın iradesinin bir kez daha yok sayılmasından tutalım da 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde, kadınların ekstra şiddete maruz kalarak gözaltına alınmaları ve hatta aynı gecenin sabahında, şafak operasyonu ile 200’den fazla Kürt sanatçı, aydın, gazeteci, hak savunucusunun gözaltına alınmasına kadar, antidemokratik uygulamaların hız kesmeden sürdürülmesi, mevcut durumu sorgulamamıza neden oluyor. Bahçeli’nin çıkışları, yüzeyde bir barış arayışı gibi görünse de altında yatan derin çatışmalar ve iktidar oyunları, gerçek bir uzlaşmanın ne kadar uzağında olduğumuzu gösteriyor. Barış, yalnızca el uzatmakla veya sözel beyanlarla sağlanamaz. Derin bir anlayış ve ilkeli bir süreç gerektirir. Tam bu noktada aklıma, HDK’nin Lozan Konferansı’nda izlediğim, Kurt Jooss’un ünlü “Yeşil Masa” balesindeki o çarpıcı sahne geldi.
Bu eser, 1932’de savaşın yıkıcılığına ve insanlığın savaşla olan ilişkisine derin bir eleştiri getiriyor. Savaşın getirdiği acıları, çatışmaları ve kayıpları sahneye taşırken, insan doğasının karanlık yönlerini de sorguluyor. Sahne, bir grup egemenin yeşil çuha kaplı bir masa etrafında pazarlık yapmasıyla başlıyor ve bu esnada karakterler, sahte bir nezaketle büyük jestler yaparken, maskelerle yüzlerini gizliyorlar. Hararetli bir tartışma sürerken ülkelerinin sınırlarını çiziyor, ulusların kaderini belirliyorlar. Sahnenin sonuna doğru ise, bu kayıtsız ve ikiyüzlü kişiler, eylemlerinin sonuçlarından bihaber, silahlarını çıkararak; bir kurşun atışıyla savaş ilanının sinyalini veriyorlar. Aslında Jooss’un bu ilk sahnedeki amacı; barışla ilgili tüm tartışmaların ne denli yüzeysel olduğunu vurgulamak… Zira bir masa etrafında yapılan pazarlıklarla, barışın sağlanamayacağı bugünden baktığımızda da oldukça aşikâr.
Bu savaş karşıtı balenin sahnelenmesinden hemen sonraki yıllarda egemenler, yeşil çuha kaplı masaları ve maskeleri olmaksızın, 2. Dünya Savaşı’nı başlattılar. Aslında tüm savaşlar bu döngüde değil midir? Egemenler önce kararlar alıp, emirler vererek binlerce çocuğun, kadının, halkın ölümünü izler, sonra üzerine bir masa kurup ‘sahte’ barış antlaşmaları yaparlar. Sahte diyorum çünkü tam anlamıyla bir “Dünya Barışı” hiçbir zaman gerçekleşmedi, bu gerçek, bugün de acı bir şekilde karşımızda duruyor. Sınıflı devlet tarihine baktığımızda, savaşsız bir dönem bulmak mümkün mü? 2. Dünya Savaşı’nın ardından örtülü savaşlar, paylaşım çatışmaları devam etti. 21. yüzyılda, erkek egemenliği tüm dünyanın gözleri önünde sivil halkı, kadınları, çocukları öldürmekten, toprakları işgal etmekten geri durmadı, durmuyor.
Peki ya o masada kadınlar neden hiç yok? Savaşın dehşetini tecavüzle, esirlikle, yerinden edilerek, açlıkla sınanarak, öldürülerek, çocuklarının ölümüne tanık olarak yaşayan kadınlar değil mi? Yine tüm bu dehşetin ortasında savaş karşıtı mücadeleleri yürüten, barış için inisiyatif alan, gözaltına alınan, tutuklanan kadınlar, savaşın biteceğinin iddia edildiği süreçlerde yer alsalar, daha eşitlikçi, adil bir barış süreci kurmak mümkün olur muydu? O zaman barış, savaşı bir daha asla düşündürmeyecek bir gelecek için, gerçek bir başlangıç olmaz mıydı?
Kadınların sesi, sadece barış arayışında değil, aynı zamanda savaşın tüm yıkıcı sonuçlarını ortadan kaldırmak için gereken irade ve gücü temsil ediyor. İktidarın ikircikli ve özü itibarıyla hiç de samimi olmayan çözüm, diyalog çağrılarına karşılık, onurlu bir barışın inşası için Türkiyeli feminist hareket ile Kürt kadın hareketinin savaş ve patriyarka karşıtı bir barış politikasını yeniden ve daha güçlü inşa etmesine, bugün her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Kadınların bakış açıları, deneyimleri ve çözüm önerileri özne olduğunda, savaşın yarattığı travmaların iyileştirilmesi, toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı daha güçlü bir anlayışla, kalıcı bir barışın sağlanması mümkün olabilir.
İşte tüm bu mümkünler dahilinde, egemenlerin sözde barış nidâlarına karşı, bir barış hegemonyası oluşturmak için daha cesur davranmalıyız. ‘Barışın adı var’ diyerek sokaklarda, sosyal medyada, etkinliklerde sesimizi yükseltebiliriz. Çünkü barışın adı varsa, o da ancak kadınların mücadelesi ve iradesiyle mümkün olabilir. Yoksullaştırılan, katledilen, her an şiddet uygulanan, savaştan kaçmak zorunda kalan göçmen kadınların, çocuklarını çatışmalarda yitiren annelerin hikayelerine kulak vermek; barış dilimizi güçlendirebilir. Erkek egemenliğinin yazdığı savaş tarihine karşı, kadınların dayanışma ve direnişle yazacağı barış hikayelerini çoğaltabiliriz. Bugün burada, her birimiz bulunduğumuz yerde bu hikayelerin bir parçası olursak, barış; yeşil çuha serili masalardan çıkar ve toplumsallaşır. Nasıl ki erkek egemenliği bugüne değin savaşın tarihini yazdı ve yazmaya devam ediyor, o zaman biz kadınlar da eşit, onurlu bir barışın tarihini yazabiliriz.
Direnişe ve zafere olanca inancımla, yine son bir slogan: JIN JIYAN AZADÎ