Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerinin artışında yargının ve yargıya yerleşik olan erkek egemen algının payını unutmamak gerekiyor. Yargının erkek egemen tavrını birçok kadın cinayeti ve kadına yönelik şiddet dosyalarında ya da çocuk istismarı dosyalarında son derece net görüyoruz
Türkiye’de yargı sistemi her zaman kadınlara karşı ayrımcılık içerdi. 2005 yılında Türk Ceza Kanunu ve Türk Medeni Kanunu’nda yapılan önemli değişikliklere rağmen Türk yargısındaki erkek egemen algı hiçbir zaman gerçek anlamda değişikliğe uğramadı. 2005 yılına kadar geçerli olan Türk Ceza Kanunu’nda kadına yönelik şiddeti düzenleyen bir bölüm başlığı dahi yoktu. Kadına yönelik şiddet konusunda tecavüz ve sarkıntılık gibi fiiller söz konusuydu ve bu fiillerin bölüm başlığı Genel Ahlak ve Aileye Karşı Cürümler idi.
Yani Türk Ceza Kanunu, kadını bir birey olarak kabul etmiyor ve kadına yönelik şiddeti ailenin ve namusun bir unsuru içinde değerlendiriyordu. Bu çok önemli bir sorundu. Örneğin tecavüz suçunun Türk Ceza Kanunu’nda tanımı çok yetersizdi. Yargıtay kararlarıyla tecavüz suçu ancak erkek cinsel organının kadın cinsel organına duhulü olarak tanımlanmıyordu. Oysa kadınlar anal, oral ve vajinal bölgeden tecavüze maruz kalabildikleri gibi cinsel saldırı çok çeşitli araçlarla da gerçekleştirilebiliyor. Örneğin: sopa, cop gibi. Bunların hiçbir karşılığı Türk Ceza Kanunu’nda yoktu. Yine eski ceza kanununda cinsel taciz diye bir suç tanımı yoktu. Sadece sarkıntılık suçu yasal olarak metne geçirilmişti, bu suç tanımı da hiçbir şekilde cinsel tacizi tanımlamıyordu.
Kadınların örgütlü mücadeleleri sonucunda çok önemli sonuçlar elde edildi. 2005 yılında hem kadınların kurtuluş mücadelesinin etkisi hem de o dönem AKP’nin daha Avrupa Birlikçi bir siyaset izlemesi nedeniyle Türk Ceza Kanunu’nda önemli değişiklikler yapıldı. Ve cinsel saldırı suçu bir bölüm başlığı olarak yasaya girdi. Tecavüz suçunun tanımı genişledi, cinsel taciz suçu bir tanım olarak yasada yer aldı. Başka iyileştirmeler de yapıldı. Çocuğun istismarı yönünde de önemli iyileştirmeler yapıldı. Yazılı hukukta yapılan bu değişikliklerin yeterli anlamda uygulamaya yansıdığını söyleyebilir miyiz? Hayır.
Bunun nedeni, çünkü Türkiye Cumhuriyeti devleti bir hukuk devleti değil. Yazılı olanın önünde her zaman uygulamadaki pratik yaklaşımlar ve pratikte verilen kararlar var. Türkiye’de kadına yönelik şiddet konusunda sorunlar her zaman varlığını devam ettirdi. Biz kadına yönelik şiddet politiktir derken şunu anlatmaya çalışıyoruz, devlet dili ne zaman sertleşirse, kadınlara karşı ayrımcı ve ötekileştirici bir dil kurulursa, nefret söylemi geliştirilirse bundan ilk payını alan da kadınlar oluyor.
Genel olarak Türkiye Cumhuriyeti devleti birçok uluslararası sözleşmeye imza atmış olsa da örneğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi ya da kendi iç hukukunda da işkenceyi yasak bir yöntem olarak yazılı hukuka geçirmiş olsa da Türkiye’de işkence pratikte uygulanan bir yöntem ve bir devlet politikası. Kaldı ki işkencenin son derece meşrulaştırıldığı bir süreç yaşıyoruz. Bu meşrulaştırma toplumdaki şiddet algısının da yaygınlaşmasına ve meşrulaşmasına neden oluyor ve meşrulaştırılan bu şiddetin en birinci mağdurları da kadınlar ve çocuklar oluyor ne yazık ki.
Kadına yönelik şiddet konusunda çok önemli bir kazanım elde etmiştik. O da Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’ydi. İstanbul Sözleşmesi aslında bizim coğrafyamızda verilen bir mücadelenin ürünü. Diyarbakır’da Nahide Opuz’un kocası, Nahide Opuz’u ağır yaraladı ve Nahide’nin annesini de öldürdü. Daha sonra yargılama başladı, bu yargılama sonucunda istenen karar çıkmadığı için Nahide Opuz ve avukatı Meral Danış Beştaş Türkiye Cumhuriyeti devleti aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru yaptılar.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye’yi, Nahide Opuz’u aile içi şiddete karşı koruyamadığı için mahkum etti. Bu kararın ardından Avrupa Konseyi, tüm üye devletlere, kadınları şiddete karşı özellikle ev içi şiddete karşı koruyacak bir sözleşme hazırlanması konusunda bir çağrı yaptı. Bu sözleşmenin hazırlanmasında Türkiye’den Kürdistan’dan ve dünyanın her yerinden kadın hukukçuların büyük emeği vardı. Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi imzaya açıldı, ilk olarak İstanbul’da imzaya açıldığı için de adı İstanbul Sözleşmesi oldu.
Bu sözleşme kadına yönelik şiddet konusunda kadınların mücadeleleri sonucunda ortaya çıkmış en önemli sözleşmeydi. İstanbul Sözleşmesi’nin son derece önemli maddeleri vardı ve imzacı devletlere büyük görevler yüklüyordu. Her şeyden önce İstanbul Sözleşmesi hiçbir örf hiçbir adet ve hiçbir ahlak anlayışı kadına yönelik şiddetin gerekçesi yapılamaz diyerek devletleri bağlıyordu. İşte bu anlayış Türkiye Cumhuriyeti devletinin iktidar ortaklarının değişmesi ile birlikte siyasi iradeyi rahatsız etmeye başladı.
Ailenin yapısı, namus kavramı, ahlak anlayışı tartışılmaya başlanınca bundan son derece rahatsız oldular ve sonunda da 2021 yılında sözleşmeden imza geri çekildi. Aslında Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi yeterli şekilde uygulanıyor muydu? Hayır. Ancak kadınlar için büyük bir duygusal güvence sağlıyordu ve özellikle biz kadın hukukçular açısından mahkemelerde yaptığımız savunmalarda bizim için çok önemli bir dayanaktı.
İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilmesinin ardından bindiğim bir taksi şoförünün bana sorduğu soru bence yerleşik olarak algının nasıl geliştiğini de çok net ortaya koyuyordu. Şoför avukat olduğumu anlayınca bana dönerek “abla bir arkadaşım karısını darp ettiği için cezaevinde, artık serbest kalacak değil mi?” Diye soru sormuştu. İşte imzanın çekilmesi sıradan vatandaşta artık kadına yönelik şiddet serbest gibi bir algı yaratmıştı. Bu algının ne kadar korkunç sonuçlara yol açtığını da net olarak şu anda yaşamaktayız.
Genel olarak tüm coğrafyamızda bir ayda en az 30 kadın maalesef ki öldürülüyor. Birçok şüpheli ölümde ayrıca varlığını koruyor. Bu son derece korkunç bir sayı. Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerinin artışında yargının ve yargıya yerleşik olan erkek egemen algının payını unutmamak gerekiyor. Yargının erkek egemen tavrını birçok kadın cinayeti ve kadına yönelik şiddet dosyalarında ya da çocuk istismarı dosyalarında son derece net görüyoruz.
Bu kararlara iyi hal indirimi olarak yansıyor. Hala mahkemeler iyi hal indirimi uygulamasını son derece özgür ve fütursuzca yapabiliyorlar bu nedenle de kadınlar her zaman şiddetle baş başa şiddete en yakın bir konumda yaşamaya devam ediyorlar.
Kadına yönelik şiddetin yaşamım tüm alanına yayıldığını görmekteyiz. Ama kadınlar en çok en yakınlarındaki erkekler tarafından şiddete maruz kalıyorlar. Bu da evdeki baba, koca, abi gibi hatta bazen erkek çocuk gibi gerçekleşiyor.
Kadına yönelik şiddet konusunda Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilmiş olsa da hala altında imza olan bir CEDAW yani Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi var. Bu sözleşme yaşamın tüm alanlarında kadınla erkek arasındaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması için imzacı devletlere büyük görevler yüklüyor. Ama ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti devleti bir hukuk devleti olmadığı için bu imzalarının tümünü hala ihlal etmekte. Maalesef ki Türkiye Cumhuriyeti devleti yargısı hem kadına yönelik şiddet olayları, kadın cinayetleri, gözaltında kayıplar, faili meçhul cinayetler, işkence gibi ya da hasta mahpuslar gibi konularda pratikte cezasızlığın bir kılıfı olarak ortaya çıkıyor. Bu bir sistematik, öldüren, işkence yapan değil suçlu olan, onları soruşturmayan savcılar, yeterli kararları vermeyen hakimler ve şiddeti belgelemeyen Adli Tıp hekimleri hepsi sistematiğin parçaları durumunda.