Dil kırımı ile dil ve kadın yoldaşlığı sonlandırılmak istenir. Topluluklara ve halklara uzatılan medeni elin onları ehlileştireceği savı örtük bir rıza üretmenin aracı olarak kullanılır. Bazen açık şiddet bazen de gizli bir şiddetle üretilen bu rıza dil ve kadın yoldaşlığı etrafında süregelen toplumsal mirasın da yok olması anlamına gelir. Bu açık ve örtük rızanın en önemli aracı hiç şüphesiz asimilasyondur
Bireyin kimliğinin önemli bir parçasını oluşturan dil, bir iletişim aracı olmanın ötesinde aidiyet duygusunun hem birleştireni hem de farklılığın imgesi olmuştur. Toplumlar, topluluklar, uluslar kendi varlıklarını oluşturdukları kolektif değerler üzerinden tanımlar. Bu değerler çoğunlukla ortak bir dil olabildiği gibi, ortak inanç ve ortak kültürler olabilmektedir. Aynı inançta olanlar bir aidiyet kimliğini taşırken bu aidiyet kimliği aynı zamanda farklı bir inancın varlığını da gösterir.
Yüzyıllar boyunca çok dilli, çok kültürlü yaşayan topluluklar ve halklar; ulus devlet serüveni ile birlikte, egemen dilin ve kültürün baskısı sonucu farklı dil ve kültürlerin habitatı yok edildi. Burada bir taraftan egemen etnik grubun dili standartlaştırılıp geliştirilirken diğer taraftan da bu grubun dışında kalan diller eritilmeye çalışıldı. Ulus devlet serüveni toplumu homojenleştirici tek ulus ve tek dile zorlayan politikaları, soykırım, etnik çatışma ve asimilasyon gibi felaketlere yol açtı.
21. yüzyılın sonlarına doğru dünyada bulunan 6800 dilin yüzde 20 ile 50 arası bir oranda yok olacağına işaret edilmektedir.[1] Amerikalı dil bilimci Michael E. Krauss yüzyılın sonunda dillerin yarısının yok olacağını ve yüzde 40’nın da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağını söylemektedir. Hatta Krauss’a göre ekosistemdeki her varlığın bir önemi olduğu gibi dilin de ekolojik bir değeri vardır. Bir dilin yok olması ile ekosistemdeki bir canlının yok olması arasında bir korelasyon vardır. Örnek olarak “Dilin kaybıyla biyolojik çeşitlilik hakkındaki bilgi birikimimize ve de bu çeşitliliğin tıpta kullanımına ilişkin bilgimiz de ciddi zarar görecektir.”[2]
Dili bir sosyolojik varlık olarak tanımlayan Sosyo-dilbilimciler buna “dilsel soykırım” da demektedir. Soykırım faili kendini egemen etnik grup ilan ederek egemen dili konuşmaya zorlayan ulus devlet sistemi iken soykırıma uğrayanın öznesi ise tehlike olarak görülen azınlığı oluşturan etnik ve dini diğer gruplardır.
Soykırım ifadesi hepimize soyun fiziki bir imhasını akla getirdiği için dilsel soykırım ile ne anlatılmak istendiğini kavramakta zorlanırız. Yok olmak sadece beden bütünlüğünüzün yok olması değil, beden ile anlam kazanan duygu dünyanızın, düşüncelerinizin, yaşamımızın, hafızamızın, inancımızın ve buna bağlı olan tüm ritüellerimizi yitirmektir. Dil, kültürümüzü, yaşam biçimimizi, ruhsal ve davranışsal özelliklerimizi sonraki nesle taşıyan temel araçtır. Dolayısıyla dil kaybedildiğinde bir toplumun bütünlüklü yaşamı kayıp oluyor. Tüm bunların sonraki nesle aktarmanız dil ile sağlandığından, dili kaybetmemiz en temel varlığımızı da kaybettiğimiz anlamına gelir. Tüm bunları aktaran, sürdürücülüğünü yapan varlık olan kadını da bu denklemin içinde yitirdiğiniz anlamına gelir.
Ve işte bunun için “dil kırımı bir kadın kırımıdır” diyoruz.
Kadın ve dil ilişkisi toplumun en temel varlığı olan birey ile temasın sıfır noktası olan doğum ile başlar. Anne karnındaki ceninin dış ortama güvenli bir şekilde hazırlanması, biyolojik ihtiyaçlarının giderilmesi, biyolojik sürdürücülüğünün yanı sıra ona varlık katan değerlere sahip olmasını sağlayan ilk varlık kadındır. Bu varlığın yolculuğu bir yoldaşlık ilişki ile süreklileşir ve tamamlanır. Kadının bu yoldaşlığa olan sadakati dilin varlığını korumak ve sürdürmek ile sağlanır. Dil yoldaşlığı bireyi maddi bir varlık olmanın ötesinde manevi varlığıyla donatır. Bununla başlayan yolculuğa toplumsal varlığın hakikatlerini ekler ve güvenli bir geleceğin icracısı olan bireyleri topluma hazırlar.
Kadın, tarihsel süreç içerisinde yaşamının her alanında, her ürettiğinde toplulukların ve halkların kolektif kültürel mirasını ve kolektif hafızasını dil ile yarına taşımıştır. Bu nedenle asimilasyon ile kültürel ve dilsel soykırım gerçekleştirenlerin ilk hedefi kadınlar olmuştur. Kadına yönelik saldırı kadının bedeni, kadının emeği, kadının doğurganlığı ve kadının iradesi üzerinde gerçekleşerek eşitsiz bir ilişkinin egemen bir güç gösterisi haline getirilir. Çünkü kadın dili korumakta, dil de toplumu korumaktadır. İşte bu nedenle erkek egemen cinsiyetçi ulus devlet aklı, kadının iradesini kırarak, kadının ve dilin yoldaşlığını kırmayı hedeflemesi kaçınılmazdır.
Dil kırımı ile dil ve kadın yoldaşlığı sonlandırılmak istenir. Topluluklara ve halklara uzatılan medeni elin onları ehlileştireceği savı örtük bir rıza üretmenin aracı olarak kullanılır. Bazen açık şiddet bazen de gizli bir şiddetle üretilen bu rıza dil ve kadın yoldaşlığı etrafında süregelen toplumsal mirasın da yok olması anlamına gelir. Bu açık ve örtük rızanın en önemli aracı hiç şüphesiz asimilasyondur.
Asimilasyon ile şiddet tekelini elinde bulunduran ulus devletler bu politikayı adım adım inşa ederek bunun anayasal ve yasal çerçevesini oluşturur. Tıpkı cumhuriyetin kuruluş tarihinde kabul edilen anayasa ve devamındaki türev kanunlar gibi. O da yetmez genelgeler ve mektepler ile bu yapı kurumsallaştırılır. Dincilik, milliyetçilik ve cinsiyetçilik bunun ideolojik harcı olarak kullanılır; sınırlı üretim ekonomisi üzerinden bağımlı ve gittikçe yoksullaşan bir topluluk yeniden var edilir. Yoksul, bağımlı, hafızasızlaşarak iradesizleşen, kendisi olamayan ve aslında bir başkası da olması imkânsız olan bir topluluk yaratılmış olur. Ayrımcı politikaların hedefinden kurtulamayan bu topluluk ile yeni bir toplumsal kültür oluşturulmak istenir. Egemenin olduğu, ötekinin de ona bağımlı ve tali olduğu bir ulus devlet serüvenidir bu.
Türk ırkçı zihniyeti, geliştirdiği gizli yol haritası olan Şark Islahat planında Kürtlere yönelik soykırımdaki stratejik hedef olarak Kürt kadınlarını seçmişti. Çünkü Kürt kadını Kürt dilini ve Kürt kültürünü yaşayan, emeğiyle, duygusuyla yarınlara taşıyan bir özneydi. Kürt kadınları eğer asimile edilirse Kürtlerin kültürel mirası ve kolektif hafızası yok olacak ve yarınlara taşınmasının önüne geçilecekti. Yeni kurulan cumhuriyet Kürt kızlarını medenileştirme adı altında asimile etmek için hiçbir fedakarlıktan kaçmadı! Bunun için öncelikle Kürt coğrafyasında kız mektepleri ile kız yatılı mekteplerini açtı. Savaş politikalarının hedefinde olan Kürt kızları özellikle Dersim tertelesinde evlatlık alınacağı söylenerek hafızasızlaştırıldı ve bütün yaşam ailelerini arayan ninelerin ıstıraba dönüşen hayat hikayelerinin tanıklığına dönüştü.
Erkeklik üzerine inşa edilen ulus devlet aklı gerek kendine ait toplumsal sınıfın bireyi olsun gerekse de hedef toplumun bireyi olsun kadına yönelik yaklaşımı kadını araçsal olarak kullanması olmuştur. Yine Şark Islahat planında belki de hayata geçmeyerek vücut bulmayan tek maddesi Kürtlerin günlük yaşamda Kürtçe kullanımını engellemek için Kürt kızlarının Türk erkekler ile evlendirilmesi kararı olmuştur. Erkek egemen cinsiyetçi bu pratik milliyetçiliğe öncellenmiştir.
Türk devletinin yeni kurucuları etnik saiklerle yeni bir Türk kimliği inşa etmeye çalışırken, cinsiyetçi saldırılarla asimilasyona karşı direnen Kürt kadınlarını da bu inşada harç olarak kullanmak istemiştir. Savaştan yeni çıkan ulus devletin kurucuları kadının bedeni ve doğurganlığı üzerinde tahakküm kurarak, kadını kendisine gerekli olan insan kaynağı olarak görerek çok doğuran kadını makbul kadın olarak görmüştür. Böylelikle kadın üretimden uzaklaştırılmış ve ekonomik olarak gittikçe yoksullaşıp ekonomik açıdan erkeğe bağımlı hale gelmiştir. Yoksulluk ve bağımlılık yoluyla hafızasızlaşan ve iradesizleşen ve cinsiyetçiliğe dayalı bir toplum yaratılmıştır.
Ve tabi ki ulus devlet serüvenin ilerleyişinde kadın ve dilin yoldaşlığı tüm hesapları alt üst eder. Çünkü dil kendisine varlık kazandıran kadın ile yeniden bir bağ kurarak bu saldırılara karşı güçlü bir set örer. Kültürel ve dilsel kırıma karşı kültürel öz savunmayı geliştiren bu kadınlar kendi neolitik kodlarını hatırlayarak yeni toplumsal bir muhalefetin değişim gücü olur. Değişimin gücü onu yükselen muhalefetin öncüsü yapar.
Dünya direniş mirası en çok da kendi mücadelesi ile paralel yürüyen olgular üzerinden yükselir. Bu mücadelenin olgusal temeli en çok da kendi diliyle ifade edilen kelimelerde anlam ve hakikatini bulur. Örneğin Karl Marx’ın komünist manifestoda ön gördüğü “Dünyanın bütün isçileri birlesin. Kaybedeceğiniz tek şey zincirlerinizdir”. İşte Kürt kadın hareketi “Jin, Jiyan, Azadî” ile dünyaya seslenerek “Tüm kadınlar birleşin. Kaybedeceğiniz tek şey erkek boyunduruğudur” diyor.
Kürt kadın hareketi de dünya mücadele mirasını ekolojik, kadın özgürlükçü perspektifi ile yeniden kucaklamakta ve toplumsal mücadeleye ilham olmaktadır. Ve bu ilhamı, kendi dili olan Kürtçe “Jin, Jiyan, Azadî” ifadesi ile dünya kültür mirasına armağan etmiştir. Bugün bu ifade tüm dünyada neolitik eşitlikçi kodlarına bağlı özgür kadın etrafında şekillenen özgür bir toplumu yaratmanın motivasyonu olmuştur.
Kürt kadın hareketinin dil yoldaşlığının sonucu gelişen ve en güçlü motivasyonu olan “Jin, Jiyan, Azadî” ifadesi tüm dünya kadınlarının mücadelesi ile ortak ruh etrafında güçlü bir hafıza oluşturarak erkek egemen sisteme karşı evrensel bir kadın ittifakı cephesini her geçen gün daha da büyütüyor.
Kürdistan’nın kalbinden Türkiye’ye, İran’a, Güney Amerika’dan İspanya’ya ve Hindistan’a yayılan kadın yoldaşlığı kadının anadili ile yeniden toplumsallaşıyor. Abdullah Öcalan’nın esaret koşullarında 2006 yılında kadınlara atıfla ifade ettiği gibi “Kazanılacak bir dünya var” bu dünya hepimizin, “Kazanılacak özgür bir yaşam var” ve bu yaşam hepimizin!..
[1] John Stuart Mill, Consederation on Representative Government, in On Liberty and Other Essays, Oxford University Press, Oxford 1991, s.428
[2] Mustafa Koçak, Çok-Kültürlülük Açısından Dil hakları, Liberta Yayınları, Ankara 2013. S.199