Özellikle yenilgi dönemlerinin popüler literatürü, baskın kavramları ve elbette etik ve estetik anlayışı arasındaki bu karşıtlık sık sık bulanıklaşır. Burjuva ideolojisinin kiri, bencilliği, bayağılığı proletarya ve emekçi kitlelerin bilinç ve algılarına da sızar. Bu aslında bir hegemonya biçimidir
“Ümit işkencede mahzun / Tenim, ayaklarım uryan / Ekmek işkencede mahzun / Nimetler, haklar haram oldu sana” (Enver Gökçe)
Kavramlara yüklediğimiz anlam sınıfsal bakış açılarının dile gelişidir daima. Her sınıf kendi jargonuyla konuşur; her sınıf kavramların içeriğini algıları, yoksunlukları, açmazları, özlemleri ve bunların nedenleriyle doldurur.
Sadece bu kadar da değil; dönemin toplumsal eğrisi, sınıf mücadelesinin gelişme düzeyi, sınıflar arasındaki güç ilişkilerinin düzeyi, mücadelede kazanılan deneyimlerin sonuçlarıyla yol alır. Hukuk, din, toplumsal değer yargıları ve alışkanlıkların biçimlendirdiği derin yarıklar üzerinden akar gider.
Etik derken, estetik derken devrim derken terör derken direniş derken özgürlük derken demokrasi derken farklı farklı şeyler anlarız. Bu, sınıflar açısından da bireyler açısından da böyledir. Çünkü ideolojik duruşumuz, kavrayışımız kavramlarımıza da yansır. “Eşyaya adıyla hitap etmek” diye bir söylem vardır; tarihsel-toplumsal maddi gerçekliği her sınıf farklı tanımlar, her sınıf kendi meşrebince eyler. Dil aracılığıyla yarattığımız ürünler etik ve estetik anlayışı ve ölçüleri bakımından da geçerlidir bu sınıfsal farklılık. Burjuvazi için ahlâklı olan proletarya ve emekçilerin gözünde en ahlâksız, kirli ve mide bulandırıcı tutumlardır. Halkların ve işçi sınıfının tarihsel deneyim ve mücadele birikimlerinden süzülerek gelen ritüeller, kültürel ve folklorik ögeler burjuvaya ve toprak ağasına “banal” ve “bayağı” görünür.
İki dünya
Özellikle yenilgi dönemlerinin popüler literatürü, baskın kavramları ve elbette etik ve estetik anlayışı arasındaki bu karşıtlık sık sık bulanıklaşır. Burjuva ideolojisinin kiri, bencilliği, bayağılığı proletarya ve emekçi kitlelerin bilinç ve algılarına da sızar. Bu aslında bir hegemonya biçimidir. Daha doğrusu, ideolojik ve kültürel hegemonya burjuvazinin, kökü üretim araçlarının mülkiyetini ve siyasal iktidarı elinde bulundurmasında yatan hegemonyasının temel dayanaklarından biridir.
Burjuvazi açısından geçerli olan -ve elden bırakılmaması gereken-, proletaryanın onu geçersiz ve işlemez hale getirmedikçe kurtulamayacağı tahakküm biçiminin dilde cisimleşmiş halidir. Dil, kavramlaştırmalar ve argümanlar, sistem karşısında nasıl ve nerede durduğumuzu anons eder. Ezilen-sömürülen işçi ve emekçi yığınları yoksulluğa, yoksunluğa giderek ölüme sürükleyen araçlar, burjuvazinin kendileri için “en iyi”, onları “refah ve mutluluk”a götürecek yollar olduğunu propaganda eder durur.
Kapitalizmin ezilen halklar üzerinde yüzlerce yılı bulan hakimiyeti, baskı-şiddet ile yönetme-hükmetme gücü ve deneyimi -dilleri ne söylerse söylesin-, tahakküm kırbacının dilidir. Onlar dünyanın ücra köşelerine “demokrasi” götürecekleri palavrasıyla halkları kıyıma uğratır, milyonlarcasını göç yollarına sürükler, zengin kaynakları talan, ülkeleri yerle bir ederken dilleri “hukuk ve insan hakları”ndan dem vurur, “barış ve özgürlük” türküleri söyler. Halkların buna karnı toktur; sadece Ortadoğu'ya göz atmak bile bu konuda yeterince fikir vericidir.
Aynı dili konuşmuyoruz
Aynı dili konuştuğumuz yanılsamasına rağmen kavramların içini aynı şekilde doldurmuyor, aynı dili konuşmuyoruz.
Etik/ahlâk derken de farklı içeriklerle dolduruyoruz onu, namus derken de özgürlük derken de… kölelik derken de “dünyayı istiyoruz” derken de…
Onur ve erdem diyoruz; biz, toplumu ezen ve köleleştiren üretim ilişkilerine, baskı altında tutan tahakküm biçimlerine, çizilen sınırlara, onların sıkıştırılmak istendikleri barikatlara karşı çıkacak ve bunu eyleme dökecek bir örgütlülüğe ulaşmanın zor da olsa “erdem”li bir yol olduğunu söylüyoruz.
Onlar, tekelci hakimiyetlerinin sarsılacağını bildikleri bu yolu, kolayından “terör”le damgalıyorlar. Gerçekliğin kendilerine avantaj sağlayacak yönlerine odaklanıyor, geri kalan yönlerini bulanıklaştırmaya çalışıyorlar. İş artık o noktaya geldi ki, kendilerine göre bir “gerçeklik” üretiyorlar; “post-truth”* kavramıyla biliniyor bu eğilim.
Proletaryayı da emekçi kitleleri de “başka seçeneğiniz yok” diyerek standartlaştırmaya, onları daha kolay ve risksiz şekilde yönetebilmek, toplumsal dokuyu değişen koşullara göre her evrede yeniden dizayn etmek, yaşadıkları bütün zorluk ve açmazları sorgusuz sualsiz sineye çekmeleri için alternatif bütün çıkış yollarını dinamitlemeye soyunuyorlar. Bunun “uzun vadeli” yolu, ezilen, köleleştirilen ve yavaş yavaş geçersiz hale getirilenlerin, çöp muamelesi görenlerin dünyayı tanımladıkları dilin, kavramların içini doldurdukları ruhun biteviye bozunuma uğratılmasıdır. Eylem kapasitelerinin içinin boşaltılması, örgütlenme çabalarının dağıtılması, hedeflerinin karartılması, kendi sözlerini söyleme yönündeki birikim ve hafızalarının silinmesi, hedeflerinin silikleştirilmesidir. Ama ne mümkün!
Seçilen yolun bedelinin her geçen gün daha da büyümesi sınıfın kimi bölüklerini ve kesimlerini bir süre için hareketsiz bırakabilir, çünkü işsizlik ve açlık cehenneminin ateşi onları yakmaktadır; ama ebediyen değil!
Kürt halkının düşünsel-ruhsal şekillenişinin gündelik hayattaki tezahürlerine dahi tahammülsüzlük, bir halkı var eden en temel çizgileri bulanıklaştırmak, hafızasını silmek için türkülerini, halaylarını bile zorbalıkla bastırmaya çalışıyorlar, ama nafile!
Kıyıcılık ve katliam, sınırlarını doğanın en ulaşılmamış yerlerine, tüm canlıları hedef alan bir vahşet çağrısına doğru yol almakta olduğunda, faşist rejim bloku toplumun çoğunluğunu karşısına almış demektir. Baştan ayağa nefret öznesine dönüşmüştür bu iktidar!..
Sözüyle, eylemiyle iz bırakmak…
İz bırakarak klasikleşmiş, canlılığını ve güncelliğini günümüzde de koruyan eserler hep zorlu mücadele günlerinin, sınıf savaşımlarının ateşinde mayalanmıştır. Direnişin estetiği ışıldar onlarda. Sınıf mücadelelerinin, kadın savaşımlarının, emperyalist savaş yıllarının, göç yollarının gerçek öykülerini -Durgun Akardı Don, Gazap Üzümleri, Paris Düşerken, Bülbülü Öldürmek, Şikago Mezbahaları, İki Şehrin Hikayesi, Mor Yıllar- hala içimiz titreyerek okuruz. Yenilgi ve tasfiyecilik yıllarında derinleşen umutsuzluk ve hayal kırıklıkları, örgütsüz insanların kendi kabuğuna çekilmeye, bireysellik zindanlarında gönüllü tutsaklığa yönelerek avuntu aramaları, bunların dile getirildiği “Küfür Romanları”** da bir vakıadır.
Tarihsel-toplumsal bilinçten, “Bir Gün Tek Başına”* öngörüsünden, işçi sınıfı ve emekçi yığınların kendi tarihlerini mutlaka kendilerinin yapacakları düsturundan beslenen devrimci dünya görüşü, eylemli savaşıma yöneldiği her evrede hem dövüşür hem biriktirir. Kolektif eylemin gücü çıkışını -sadece bir an bir dönem bir konuya özgü değil de- özümsenmiş bir donanım ve hayat karşısındaki militanlıktan alıyorsa, o kesitte o olayda o eylemde yenilgi alsa dahi asla kaybetmiş olmaz!
Bizim dilimizde estetikten söz edilecekse onun en görkemli sureti direnişin estetiğinde gözlemlenebilir; çünkü bu estetik, mücadelenin alevleri üzerinde can bulur. Gerçektir, somuttur, kimsenin elimizden alamayacağı kadar unutulmazdır, muazzam esinleyicidir.
Hayat karşısında militan olmak
Aylardır direnişler, işçi grevleri, “nöbet”eylemleriyle sarsılıyor ülke; doğum krizleri bunlar. Kürtlerden sefalet ücretleri için direnen işçilere, sokak hayvanlarını savunanlardan doğası talan edilen, ormanları yakılan, maden hırsıyla verimli arazileri delik deşik edilen köylüye, olağanlaştırılan çocuk istismarı ve kadın cinayetlerinden cinsel kimliğine ölüm dayatılanlara kadar toplumun her kesimine -soluk alıp verdiği halde- “kâr sağlamayan/getirisi olmayan” tüm canlı türlerine savaş açmış faşist bir blok var karşılarında.
Bütün bu eylem ve nöbetlerin başını kadınları çekiyor olması, sürpriz değil. Başladıkları işin peşini bırakmıyor onlar. Direnenlerin Meclis'teki sözcüleri de çoğunlukla kadın vekiller oluyor. Etinden et koparılanların isyanını en dolaysız onlar dile getiriyor.
Direnişin estetiği, başını eğdiremedikleri, boynunu, kolunu kırdıkları/kırmaya çalıştıkları halde “ah” dedirtemedikleri, oyalamaya çalıştıklarının inatla diklenmelerinin önüne geçemedikleri, işkence, gözaltı ve çıplak arama aşağılamasına rağmen geri adım attıramadıkları kadınlar hepimiz adına konuşuyor. Vahşet diline karşı mücadelenin onurunu anaların beyaz tülbentlerine işliyorlar. Sadece aynı safta olanlar değil gören, kavrayan ve anlamaya çalışan herkes açısından hayat karşısındaki militanlık parlıyor orada.
“Ümidin düşmanı” olanların dilinde bunun adı “sistem düşmanlığı” bizim dilimizde yaşamın her alanını ve anını kucaklamaya çalışan özgürlük mücadelesi ve direniş…
(*) Post truth: Nesnel olan bir gerçeklik karşısında halk kitlelerinin kişisel duygular ve çeşitli çıkarların ağırlık kazanması ile nesnel gerçekliğin silikleştirilmesi ve kamuoyunu etkilemesi olarak tanımlanır.
Post truth kavramı ilk olarak 1992'de oyun yazarı Steve Tesich tarafından “Government of Lies” (Yalanlar Hükümeti) makalesinde kullanılmıştır. Yazar, Amerikan halkının önemli bir kısmının Bush hükümeti tarafından yapılan siyasi propagandaları sorgulamadan gerçekmiş gibi kabul ettiğini belirtir. Tesich, insanların hakikati aramak yerine önüne gelen ham bilgi yığınlarını sorgulamadan kabul ettiğini yazarak eleştirir.
(**) Küfür Romanları: 12 Eylül döneminde sola düşmanlığı, yılgınlığı, dönekliği yücelten eserleri tanımlamakta kullanılan bir deyim. Ahmet Altan'ın Sudaki İz ve Latife Tekin'in Gece Dersleri romanlarıyla Sinan Çetin'in Prenses filmi bu türün simgeleşmiş örnekleridir.
(*) Bir Gün Tek Başına: Vedat Türkali'nin 70'li yıllarda kaleme alınmış bu romanı, toplumun kargaşasında birbirlerine tutunan insanların dramını ve umudunu anlatır.