Siyasi iktidar sahiplerinin istediği erkeğin egemenliğindeki babanın hükümranlığındaki anne ve baba tarafından resmi ideolojinin çocuklara dayatıldığı kutsal bir aile yapısı. İşte bu nedenle bu aile yapısının bozulmasını istemiyorlar ve bu nedenledir ki kadınların büyük çabaları büyük emekleri büyük mücadeleleriyle elde ettikleri Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesinden imzalarını geri çektiler. Türkiye Cumhuriyeti devletinin cumhurbaşkanının, İstanbul sözleşmesinden imzasını çekmesinin ardında işte bu Hizbullah ve benzeri yapıların anlayışları yatmakta
Türkiye Cumhuriyeti devletinin tarihine ve pratiğine baktığımızda Teşkilatı Mahsusa tarzı örgütlenmeleri tarih içinde kullandığını çoğu zaman görürüz. İşte Hizbullah da bu devlet adına şiddet uygulamak üzere kullanılan örgütlerden biriydi uzun bir dönem. 90’larda insan hakları mücadelesi içinde yer alanlar, Hizbullah’ın devlet adına işlemiş olduğu cinayetleri de çok yakından bilmektedirler.
Benim için Hizbullah saldırıları demek “ensemi tutarak” yürümek zorunda olduğum gerçekliğidir.
Diyarbakır’daydık, insan hakları savunucuları olarak bir toplantıya gitmiştik ve dernekten çıktığımızda o dönem Diyarbakır şube başkanımız olan Osman Baydemir’in hepimize dönerek “ensenizi tutarak yürüyün, enseden vuruyorlar” dediğini bugün gibi hatırlıyorum. Aslında belki de ironik ve trajik bir durum bir insanın ensesini tutarak yürümesi o insanın vurulmasını, öldürülmesini tabii ki engellemez ama bu bir koruma refleksiydi. Hepimiz refleks olarak birden ellerimizi ensemize götürmüş ve öyle yürümeye başlamıştık. Evet, Hizbullah insanları ensesinden vuruyordu, arkadan vurarak öldürüyordu. Bu cinayetler Kürdistan’da o dönem çok fazla tartışılmaya, konuşulmaya başlanmıştı ve Hizbullah’ın bu saldırıları ilk defa 1992 yılında o tarihlerde farklı bir çizgide yayın yapan 2000’e Doğru dergisinde yayınlanmıştı. 2000’e Doğru dergisinde Halit Güngen isimli Kürt bir gazeteci ilk kez Hizbullah saldırılarını haber olarak yapmıştı. Halit Güngen 16 Şubat 1992 tarihinde 2000’e Doğru dergisinde Hizbullah’ın devletle olan ilişkisini, devlet adına cinayet işlediğini haber yapmasının ardından 2 gün sonra katledildi.
90’lı yıllar hepimizin bildiği gibi Vedat Aydın’ın işkenceyle öldürülmesinin ardından çok sayıda insanımızın devlet güçleri tarafından katledilmesi ya da faili meçhul cinayetlere kurban gittiği bir dönemdi. Gerçekten çok zor günlerdi o günler, çok sayda insan katlediliyordu. Evet, bu katliamların bir kısmı devletin içindeki paramiliter güçler tarafından gerçekleştiriliyordu ama herkesin bildiği bir başka gerçek vardı ki bir takım cinayetler de Hizbullah’a havale ediliyordu. Hizbullah’ın yöntemleri de farklıydı. 90’lı yılların sonunda dindar bir kadın kendi dini inançları açısından İslam’ı kadın kimliğini temel alarak sorgulamaya başlamıştı. Örneğin Pazartesi dergisinin Mart 2000 sayısında yayınlanan Konca Kuriş’in yazdıklarına bir bakalım. Şöyle diyordu Konca Kuriş: “öncelikle Müslüman bir kadın olarak haklarımı istiyorum. Bugünkü Kur’an meallerindeki hatalardan çok şikayetçi olup bunları dini bir tahrif olarak görüyorum. Şimdiye kadar Kur’an’ı hep erkek egemen toplum çevirdiğinden dolayı kadınlarla ilgili olan hükümlerde çok sert çeviriler var”. Şöyle devam ediyordu Konca Kuriş “ben rabbimin bana vermiş olduğu geniş yolda haklarımı istiyorum. Bugüne uygun miras haklarımı istiyorum”. Bunlar kendini dindar olarak tanımlayan bir kadının her alanda kadınlara dayatılan erkek egemen anlayışlara karşı bir isyanıydı. Ancak Konca Kuriş’in bu isyanı Hizbullah tarafından gözden kaçmadı. Konca Kuriş Temmuz 1998 tarihinde Mersin’de Hizbullah’ın silahlı militanları tarafından kaçırıldı. Çok uzun bir süre ailesi, insan hakları savunucuları Konca Kuriş’i aradılar. Ancak kaçırıldıktan 555 gün sonra Konya’da bir evin bodrum katında Konca Kuriş işkenceyle öldürülmüş olarak bulundu.
Konca Kuriş’in önce kaybedilmesi ardında da katledilmiş olarak bulunması toplumda oldukça büyük etki yarattı. Aslında Türkiye Cumhuriyeti devletinin Türk- İslam sentezci resmi politikasının sonuçlarıydı bunlar. Tetikçiler kimi zaman ırkçı paramiliter güçler kimi zaman da İslamcı güçler oluyordu. Bunlar Teşkilatı Mahsusa geleneği çerçevesinde devlet tarafından kullanılan tetikçilerdi. Maalesef çok büyük suçlar işlediler ama Hizbullah ve benzeri örgütlerin en büyük etkisi kadınlar üzerinde yaşandı.
Bugün de yerleşik devlet aklı kadınları eve kapatmak istiyor. Kadınlara sadece çocuk doğuran ve evde onları büyüten bir varlık olarak yaklaşıyor. Oysaki kadınlar yaşamın her yerinde üretimin her alanında varlıklarını ispatlıyorlar. Buna rağmen maalesef ki bu coğrafyada resmi ideolojinin en yoğun olarak öğretildiği ve örgütlendiği yapı aile olduğundan, devleti yönetenler aileye kutsal olarak gösteriyorlar ve bu kutsal yapının da birinci zorunlu unsuru olarak da kadını görüyorlar.
Siyasi iktidar sahiplerinin istediği erkeğin egemenliğindeki babanın hükümranlığındaki anne ve baba tarafından resmi ideolojinin çocuklara dayatıldığı kutsal bir aile yapısı. İşte bu nedenle bu aile yapısının bozulmasını istemiyorlar ve bu nedenledir ki kadınların büyük çabaları büyük emekleri büyük mücadeleleriyle elde ettikleri Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesinden imzalarını geri çektiler. Türkiye Cumhuriyeti devletinin cumhurbaşkanının, İstanbul sözleşmesinden imzasını çekmesinin ardında işte bu Hizbullah ve benzeri yapıların anlayışları yatmakta.
Çünkü İstanbul Sözleşmesi’ni kadın erkek eşitliğini temel alan yönü nedeniyle kendileri için zararlı gördüler. Çünkü İstanbul sözleşmesinde şöyle bir ibare vardı: hiçbir örf hiçbir adet ve hiçbir namus anlayışı kadına yönelik şiddetin gerekçesi olamaz. Oysa bu coğrafyada kadınlara yönelik şiddetin tek gerekçesi de bu sayılan anlayışlılardı. İşte bu nedenle Hizbullah ve benzerlerinin siyasi iktidara dayattığı anlayış nedeniyle iktidar kendi imzaladığı sözleşmeden kendisi yine imzasını geri çekti.
İmza çekilse de kadın kurtuluş hareketi bu sözleşmeyi geri getireceğine sonuna kadar inançlı. Ancak özellikle bölgedeki yaşanan son gelişmeler kadınlar açısından son derece rahatsız edici. Özellikle Diyarbakır'da İsrail Filistin meselesini öne çıkararak bir Burger restoranının basılması, dans eden insanlara saldırılması ve daha sonra havuzlu olan sitelere girerek kadınların havuza girmelerini engellemeye çalışmaları kadınları son derece, büyük ölçüde rahatsız etti.
Ve geçtiğimiz gün yine Diyarbakır'da 2 tane kafeteryanın açık giyinen kadınlar geliyor iddiası ile silahla taranması, ses bombasının atılması artık durumun son derece tehlikeli olduğunu bir kez daha ortaya çıkardı.
Kadınlar 90'larda topluma şiddetli dayatılan bu anlayışı sonuna kadar eleştiriyorlar ve sonuna kadar karşı çıkacaklar. Resmi ideolojinin bizlere dayattığı ve yaşamın her alanında erkek egemen militer ve feodal dayatmalara karşı kadın kurtuluş hareketi her zamanki gibi dimdik ayakta mücadelesine devam ediyor.