Mücadele devam ederken cevabını tarihte aradığımız ve aslında bildiğimiz bu sorular mücadeleyi nereye evrilmek gerektiğine dair de önümüze yeni yollar açıyor. İçinden geçtiğimiz süreçte yaşadığımız temel duygu hali ise ‘ne yapsalar nafile’ olarak kendini belirliyor. Evet ne yapsalar nafile… Kadınlar tarihte bir yerlerde kadınlığın, yaşamın ve özgürlüğün tohumunu ekmiş ve güneşin tadına varmışken artık hiçbir güç ve sistem kadını “JIN – JIYAN – AZADİ” yaşam formu ve felsefesinden koparamaz
Minteha Baybur Kürdistan’ın kalbi Amed’ de yaşayan ve Nahide Opuz’un evli olduğu erkek tarafından 2002 yılında katledilen bir kadın.
Evliliği süresince yoğun ve sistematik şiddete karşı boşanmaya çalışan Nahide ise, devlet tarafından korunamamış ve sürecin sonunda annesini erkek şiddeti sonucu kaybetmiş olan bir diğer kadın.
Aynı yıl Amed Barosu’na bağlı kadın avukatlar tarafından AİMH (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne Nahide ve katledilen annesi Minteha için bir başvuru yapıldı. Nahide Opuz başvurunun içeriğinde, yetkililerce yaşam haklarının korunmadığını, annesiyle maruz kaldıkları şiddet ve tehditlere yerel makamların duyarsız kaldıklarını bildirmiş ve devletin kadına yönelik şiddeti önlemedeki yetersiz rolünü tüm gerçekliğiyle ortaya koymuştu.
2009 yılına kadar devam eden incelemede AİHM, Nahide’yi haklı bularak, Türkiye'nin şiddet gören bir kadını, savcılığa başvurduğu halde, evli olduğu erkekten koruyamayarak ayrımcılık yaptığına hükmetti ve Türkiye’yi tazminata mahkûm etti. Opuz davası, AİHM’in aile içi şiddete karşı vatandaşını koruyamadığı gerekçesiyle bir devleti mahkûm ettiği ilk davadır.
Bu karar ve içeriğindeki değerlendirmeler daha sonra Uluslararası bir sözleşmenin hazırlanmasına dönüşecek ve bu sözleşme kadına yönelik şiddete karşı hazırlanmış en kapsamlı sözleşme olarak mevzuatta yerini alacaktı. İstanbul’ da imzalanmış olması sebebiyle adı kısaca İstanbul Sözleşmesi olarak belirlenecek bu sözleşme 2011 yılında Türkiye’nin ilk ve çekincesiz imzaladığı bir sözleşme olacaktı.
Kadınların Anayasası olarak da tanımlanan bu sözleşme hedef olarak kendine kadın- erkek eşitliğini sağlamayı belirler ve bunun için önce erkek kaynaklı şiddetle ve ayrımcılıkla mücadele edilmesini düzenler. Sözleşmenin en önemli özelliği ise şiddetin kaynağı olarak toplumsal cinsiyet eşitsizliğini belirlemesi olarak dikkat çeker.
Amed’ den yapılan bir başvuru ile yolları döşenen sözleşme o kadar ayrıntılı hazırlanmıştır ki uygulandığında cinsiyet eşitsizliğine son vermeye dönük zihniyet devrimini sağlayacak düzenlemeler içerir.
Türkiye’de o tarihe kadar tarihin en derin sorunlarından kadına yönelik şiddetle mücadele, 4320 diye anılan ve sadece beş maddeden oluşan bir yasa ile sağlanmaya çalışılıyor fakat tabi ki tarihte ilk sömürülen- ilk köle olan kadına yönelik ayrımcılık ve şiddeti bitirmeye yaramıyordu. Yangına bir damla su dökmekle nasıl ki ateşi söndüremezseniz, bu koca ateşi söndürmek için 4320 sayılı yasa da yetmiyordu. İstanbul sözleşmesinin imzalanmasından sonra ise 4320 sayılı yasanın yerine, 6284 sayılı yasa hazırlanarak 2012 yılı 8 Mart’ında kadınlara sözde ‘müjde’ olarak ilan edildi ve yayımlandı. Sözleşmenin uygulanması için uyarlama yasası olan 6284 sayılı yasa hala yürürlükte olmasına rağmen etkin uygulanmadığı için ateşe karşı biçare.
Toplumsal cinsiyetin kadın olarak yaşamlarımızı şekillendirdiği gerçekliği karşısında sözleşmenin şiddetin kaynağı olarak bunu belirlemesi elbette ki evrensel çapta devrimsel bir çıkış olsa da hem sözleşmenin hem yasanın hazırlanmasından çok önce Amed’de Kürt Kadın Hareketi tarafından tarihsel ve toplumsal çıkmaz olan şiddetin kaynağı tespit edilmiş ve çoktan bu kaynağı kurutmaya dönük çalışmalara başlanmıştı.
Mesleğe yeni başlayan bir avukat olarak 2010 yılında çalışmaya başladığım Ceren Kadın Derneği, Ekin Ceren Kadın Merkezi ve birçok kentte kurulan kadın danışma merkezleri, dernekler, kooperatifler, sığınaklar, istasyonlar 2011 yılında sözleşmeye konu olacak tüm düzenlemeleri aktif şekilde hayata geçirmişti. Sözleşmenin varlığı ise mücadeleye ciddi katkı sağlamış ve hukuksal boyutta elimizi güçlendirmişken zihniyet dönüşümünün nasıl sağlanacağı hakkında da sistemli bir yol haritası çizmişti. Kürdistan coğrafyasında sözleşme, Kürt Kadın Hareketi’nin kadın ideolojisi ile birleşince şiddetle mücadelede muazzam bir yol katedilmiştir.
Erkek şiddetiyle mücadelede ciddi başarılar elde edecek olan tüm bu kurumların yürüttükleri kadın özgürlük mücadelesi daha sonra kayyum politikalarının, İstanbul Sözleşmesi de Türkiye’nin dönüştüğü otokratik ve faşist rejimin kurbanı olacak ve Sözleşme bir gece yarısı Kararnamesi olan tek adam kararıyla hukuksuz şekilde yürürlükten çıkacaktı.
Her gün katlanarak artan kadın cinayetlerinin önüne geçilmemesi / geçilememesi ve neredeyse her güne en az 3 kadın cinayetinin yaşandığı günler bitmek bilmiyor ve muhtemelen de daha uzun yıllar devam edecek. Elbette ki Sözleşme’den hukuksuzca çıkılmasının şiddetin ve kadın cinayetlerinin artmasında hem doğrudan hem dolaylı etkisi büyüktür.
Sorunun kaynağı hedeflenmeden soruna yönelen her müdahale sadece günü ve anı kurtarmak olacak, bunu biliyor ve yaşıyoruz. Erkek organizasyonu olan devlet baba(!)nın, kadına yönelik şiddet ve eşitsizliklerin yaratılmasında ve devamında hem fail olması hem de sorunu çözmesi için sorumlu olması bir yaman çelişki olarak karşımızda duruyor. Hal böyleyken belki de çözümün kaynağının başka yerde olacağı ve arayış içinde olmak gerektiği düşüncesinden ise kendimizi alamıyoruz.
Öyleyse güç ve hiyerarşiye karşılık gelen erkek devletin kendisi şiddet aygıtıyken kadın cinayetlerini önlemesini beklemenin kendisi katilinden medet ummak değil de nedir? Kadının yaşamsal sorunu haline gelen şiddet, boyun eğdirme, sistemi içselleştirmesi ve kaderi olarak kabullenmesini isteme, fiziki yok etme vb. pratikler ve yaklaşımlar kadının kendince çözümlere ve mücadeleye yönelmesini meşru kılarken akla takılan iki soru da cevabını arıyor.
Soru 1. İstanbul Sözleşmesi’ni ortadan kaldırma, temellerinin Kürt Kadın Mücadelesi tarafından atılmış olmasından mıdır?
Soru 2. İstanbul Sözleşmesi Türkiyeli kadınlar tarafından “jin – jiyan – azadi” rengine büründürülmeye başlandığı için mi bir gece yarısı alelacele ortadan kaldırıldı?
Mücadele devam ederken cevabını tarihte aradığımız ve aslında bildiğimiz bu sorular mücadeleyi nereye evrilmek gerektiğine dair de önümüze yeni yollar açıyor.
İçinden geçtiğimiz süreçte yaşadığımız temel duygu hali ise ‘ne yapsalar nafile’ olarak kendini belirliyor. Evet ne yapsalar nafile… Kadınlar tarihte bir yerlerde kadınlığın, yaşamın ve özgürlüğün tohumunu ekmiş ve güneşin tadına varmışken artık hiçbir güç ve sistem kadını “JIN – JIYAN – AZADİ” yaşam formu ve felsefesinden koparamaz.