Türk eğitim sistemi de yüz yılı aşkındır inkâr ve asimilasyonu esas alan bir sistem olarak halkların anadilinde eğitim alma haklarını ihlal etmekte, eşitsizliğin en derin biçimini çocuklara yaşatmaktadır
Çocukluğu tanımlamak bir yaş aralığındaki insanları göstermekten daha geniş bir felsefik, politik zemini gerektirir. Mekâna bağlı kültürel çeşitlilikler, zamana bağlı kültürel değişimler, sınıflar arası imkân farklılıkları ve politik yaklaşımlar çocukluğa dair farklı kavramsallaştırmalara yol açar.
Günümüzde aynı toplum içerisinde eşit olduğu iddia edilen çocuklar arasında, cinsiyetler arasında eşit ilişki oluşması ne kadar zor ise bu cinsiyetlerden biri içerisinde ırk ve kültürden kaynaklı eşit ilişkiyi yaratmak da o kadar zordur. Bu eşitsizlikler aynı ırk ve kültürü paylaşan çocuklar arasında ekonomik sınıf aidiyetinden kaynaklı eşitsizliğe giden yolu da aralar. Özünde çocuklar sorumlusu olmadıkları bir hiyerarşiler düzeninin içine doğarlar. Doğum anıyla beraber çocuğun dünyası toplumsal kurumların ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmeye çalışılır. Devlet için milletin devamını sağlayan, aile için soyun devamını sağlayan, içine doğduğu dinin imamı için dinin devamını sağlayan bir taşıyıcıdır sadece. Ve bu yükleri tökezlemeden taşıması gerekir. Bahsi geçen hiyerarşiler düzeninin en güçlü eleştirisi toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizliği eleştirirken çocukların toplumsal eşitsizliğini de eş zamanlı olarak eleştirerek gerçekleşecektir. Eşit ve özgür çocuk yurttaşlığını inşa etmek günümüz için en elzem ihtiyaçtır.
Quortrup’a göre çocukluğun yetişkinliğe hazırlık dönemi olarak algılanması en temel yanılgıdır. Aksi durumda çocuklar ve çocukluk arasındaki doğal ilişki ya tamamen kesilir veya kısmen ve bazen de kesintiye uğrar. Oysa çocuklar saygın özneler olarak kendi hakikatleri gereğince merak ve yaratıma dayalı üretimin en safi örneklerinin sahibidirler. Hayalden tasarıma, tasarımdan oyuna ve oyun yoluyla öğrenme ve üretime gidiş serüveni manipülasyonlarla boğulmuş bir yetişkinin macerası olamaz. Bu macerasever çocuk kendi hayatının kurucu öznesi olmaya çabalarken basit bir tanımlamayla ‘’kuşaklar arası çatışma’’ kavramı ile değersizleştirilir. Çocukla yetişkinler arasındaki veya çocukla totaliter kurumlar arasındaki asimetrik ilişkinin eleştirisi yapılmaz. Hiyerarşinin üstündekilerin bedene, ruha ve zihne doğru yaptıkları yayılmacılık ve istila meşru addedilir.
Meydan ve mahallenin kamusal yaşam ve öğrenme alanları olmaktan çıkması ile en çok da çocukların dünyasında mekân daraldı. Çocuğun güvenliğini ve refahını sağlamakta yetersiz ve biçare olan yetişkinler dünyası evi kutsallaştırıp okul gibi yeni kutsal mekanlar yarattı. Sürekli gözlem altında tutulduğu bu mekanlarda çocuklar özerkliklerini yitirmekte, yaratıcılıklarından uzaklaşmaktalar. Ailede zorlama yolu ile öğrenme çocuğun doğal akışını engellemektedir. İçine doğduğu değerleri sorgulayamayan, bu yolla felsefeden ve düşünmekten uzaklaşan bu çocuklardan düşünmeden başarılı olmaları talep edilir. Koşulsuz sevgi ve saygının beklendiği ailede sevgi bir şiddet gösterisine de dönüşebilmektedir.
Çocuklar için önemli kamusal öğrenme mekanlarından biri de okuldur. Çocuk için güç ilişkisinin kendini en çok hissettirdiği alanlardan biri olarak okul demokratikleştirilmeden hiçbir alanın demokratikleştirilemeyeceği çok açıktır. Eğitim bir yönüyle kurucu ve yapıcı iken diğer taraftan demokratikleştirilemez ise yabancılaştıran bir özelliğe sahiptir. Eğitimin çocuk odaklı, katılımı esas alan, toplumsal eşitsizliklerin azaltıldığı alanlara dönüştürülmesi toplumsal sorunların çözümünün ABC’si gibidir. Maalesef Islah, terbiye ve meslek edindirme olarak indirgenmiş eğitim; sınıflar, cinsler ve kültürler arasındaki çelişki ve çatışmaları derinleştirmeye hizmet ediyor.
Maalesef Türk eğitim sistemi de yüz yılı aşkındır inkâr ve asimilasyonu esas alan bir sistem olarak halkların anadilinde eğitim alma haklarını ihlal etmekte, eşitsizliğin en derin biçimini çocuklara yaşatmaktadır. Ancak 1980 ve sonrası Türk-İslam sentezci devlet yapılanmaları neoliberal ekonomi politikalarının da etkisinde eğitimi bir yönüyle piyasanın ihtiyaçlarına göre diğer yönüyle de Türk-İslam ideolojisinin ihtiyaçlarına göre dizayn etmeye başlamıştır. Çocukların, ailelerin ve hatta eğitimcilerin katılım süreçleri tamamıyla engellenmiş, eğitim ilgisiz bürokratların ideolojik yaklaşımlarına alet edilmiştir. 2012 yılında sermayenin talebiyle okulların önemli bir kısmı meslek lisesine dönüştürülmüş, yine önemli bir kısmı da imam hatip lisesine dönüştürülmüştür. Bu yolla çocuğun çok yönlü gelişimi engellenmiş, evrensel değer ve bilgiden uzaklaştırılmıştır. İktidar eğitim yolu ile toplumu isteğine uygun bir şekilde dizayn etmede başarılı olduğunu gördükçe neredeyse tüm gücüyle eğitimi saldırı alanına dönüştürmüştür.
Mesleki Teknik Liseler yolu ile sermayeye ara eleman yetiştirmek için yola çıkan iktidar MESEM (Meslek edindirme merkezi) ile yine sermayeye neredeyse sıfır maliyetli işçiler oluşturmaktadır. Seçeneksiz hale getirilen 13-18 yaş arası çocuklar bu okullara kayıt edilmekte, yine kendi özgür kararları olmadan işyerlerinde iş üretmeye zorlanmaktadırlar. Zorlanıyorlar diyorum. Çünkü başka seçenekler de sunulmadan almak zorunda kalınan karar özgür karar niteliği taşımamaktadır. Sanayi Devrimi ile birlikte gelişen çocuk işçiliği sorunu İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalizmin özeleştirileri ile tartışılmış ve 1999’da İLO 182 Sayılı Sözleşme ile yasaklanmıştı. Ancak bizzat bu sözleşmeye imza koymuş hükumetler stajyer, çırak vb. gibi adlarla çocuk işçiliğini meşrulaştırmaya devam ediyorlar.
Çocuk katılımı tanımlanırken çok boyutluluğun önemi unutulmamalıdır. Çocuklar ve gençler yaşadıkları an ve gelecekleri hakkında söz ve karar sahibi olmalıdır. Gelin görün ki işe ve üretime katılımı beklenen çocukların katılımı diğer süreçlerde beklenmiyor. Karar verme süreçlerinden dışlanan, zayıf bedenleri ağır yükün altında değersizleşen bu maceraperestler, artık derin bir boşluk ve mutsuzlukla baş başa kalmıştır. Son bir yıl içinde 8 öğrenci staj adı altında işçi olarak çalıştırıldıkları yerlerde feci iş cinayetleriyle yaşamını yitirdi. 13-18 yaş arası öğrenciler, taşeron haline gelen devlet tarafından iş hastalıkları ve yaralanmalarla baş başa bırakıldı. Çocuğun toplumsal eşitsizliğinin en çarpıcı hallerinden olan çocuk işçiliği toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini de besliyor. Şiddetin bedensel güç istencine eşlik ettiği, eşitlik dengesinin aranmadığı iş ortamları güçlü olmayanı dışlayan bir tutumun açığa çıkmasına yol açabiliyor. Mesleklerin cinsiyetlendirilmesi de bu eşitsizliği besliyor. Çocuklar okullardaki çok cinsiyetli mekanlardan tek cinsiyetli mekanlara kapatılarak diğer cinsiyeti tanıma anlama ve normalleştirme sürecinden de koparılıyor.
Diğer taraftan tarikat ve cemaatler ile yapılan protokoller ile okullar bunların eğitim merkezlerine dönüştürüldü. İmam hatip liselerine talebin az olması tüm okulların fiili olarak imam hatipleştirilmesinin önünü açtı. Çocuklar bu sarmal ve saldırılardan uzaklaşabilmek için okulları terk ediyorlar. İşçileştirilen veya okulu terk etmek zorunda bıraktırılan bu çocuklar kendi jenerasyonları ile birlikte deneyimlemek ve öğrenmek zevkinden uzaklaşıyor. Jenerasyonu ile sosyalleşme hakkı elinden alınmış oluyor. Yanlış sosyalleşmenin olanakları artıyor ve çocuklar gittikçe risklere daha açık hale geliyor. Asimetrik güç ilişkileri içinde kendi hakikatinin manipülasyonunu yapar duruma da gelebiliyor.
Demokratik özgür birey, demokratik özgür çocukluk dönemi ile mümkün olabilir. Evrensel değerleri öğrenirken kültürel değerlere de saygılı, toplumsallaşırken bireysel özerkliğinin farkında, arayan ama bulan, merakı her daim koruyan çocukluk, gençlik…hepsi sevgiyle….