Yaşanılan tüm bu krizler toplumdaki diğer eşitsizliklerle de birleştiğinde kadın ruh sağlığına olumsuz etkilerinin katlanarak artması kaçınılmazdır. Bu kadınlar depresyon, anksiyete bozuklukları, travma sonrası stres bozuklukları, somatoform bozukluklar gibi ruhsal rahatsızlıkları daha fazla yaşamaktadırlar
1857 yılında ABD’nin New York kentinde bir tekstil fabrikasında çalışan kadın işçilerin, çalışma koşullarına ve düşük ücretle çalıştırılmaya karşı başlattıkları grev karşısında polisin greve müdahalesi ve sonrasında fabrikada çıkan yangında, polis tarafından fabrika çıkışına kurulan barikat engelinin de etkisiyle 120 kadın işçi hayatını kaybetti. Bu kayıp elbette ilk değildi. Kadınların varlığına tanık her mekân kadınların emeğine ve bu emeğin sömürüsüne de tanık olmuştu, oluyor da… 1857 yılını belki de bu kadar unutulmaz ve somut kılan husus, duygu ve bedenleriyle birleşen 120 kadının sömürü düzenine karşı örgütlü bir direnişle karşı çıkmaları, emeğin karşılığını ve insani yaşam taleplerini hep bir ağızdan haykırmasıydı. O gün de ve hatta ilk yaşam alanlarının inşasından bugüne dünyada kadınlara karşı kurulan barikatlar hiç bitmedi. Halen günümüzde kadına yönelik fiziksel, ekonomik, psikolojik ve cinsel şiddetin sınır tanımadığı, kadın bedeninin ve emeğinin her geçen gün artan biçimde sömürü alanı haline getirildiği bir dünyada var olma mücadelesi veren kadınlar için 8 Mart’ın anlamı giderek derinleşmekte ve büyümektedir. Yaşamları boyunca her bir kadın aile, devlet, sermaye ve toplumsal alandaki tüm ilişki biçimlerinde her türlü baskı, ayrımcılık, sömürü ve şiddeti deneyimleyerek büyümüş ve bu şiddet hafızası bedenlerine kazınmıştır. Ancak tarihin her döneminde kadınlar direnişi, mücadeleyi ve kurtuluşu yine kendi varlıklarında ve dayanışmalarında bulmuş, bir araya gelerek direnişi örgütlemiş ve meydanlara çıkmışlardır. Biz Kürt kadınlar da özellikle yaşadığımız coğrafyada her türlü haksızlığa uğramış ve elbette bu haksızlığa karşı da örgütlenme ve direniş biçimleri oluşturmuş ve oluşturmaya devam ediyoruz. Birlikte olmak birlikte mücadele vermek bizleri güçlü kılan en önemli özelliğimiz. Tarihte bizler için önemle yerini alan 1997 yılının 8 Mart’ında Kürt kadınların ilk defa 8 Mart eylemlerinde Kürtçe konuşmaları, Kürtçe sloganlar ve zılgıtlar ile eyleme katılmaları ve anadillerinde kendilerini ifade etmelerinin verdiği coşku bu beraberliği güçlendiren büyük bir faktör oldu. Bireylerin, sorunlarını, korkularını, yaşadıkları çelişkileri anadilleriyle aktarmaları özgüveni destekleyen ve psikolojik iyi oluşu etkileyen büyük bir etkendir. Coşkunun zılgıtlarla ifade edilmesi bunu tam da örnekleyen bir yerde. Yıllarca inkâr edilen ve bugün de inkarına devam edilen anadilimiz Kürtçe için verdiğimiz mücadelenin bir adımı da 8 Mart 1997’de Kürt kadınlar için anadilde hak arayışının yükselen sesiydi.
Kürt kadınları bugün hala dil mücadelesi vermek zorunda bırakılıyor. Bu dil olmadan hayatın bütün zorluklarıyla karşı karşıya kalan kadınların kendini anlatması, derdine çare bulması, üreten geliştiren yeniden var eden bir varlığa dönüşmesi elbette çok güç. Bireylerin, vâkıf olmadıkları bir dilde kendilerini özgürce ifade etmekte zorlandıkları gibi, bu durum bireylerin özgüvenlerini de olumsuz bir biçimde etkiliyor. Dahası duygular ve deneyimler hangi dilde yaşanırsa beyinde o dilde kodlanıyor.
Kürt kadınlar, şiddete uğrarken yaşadığı şiddeti ifade etmesi ve çözüm bulmasını kolaylaştıracak araçlardan biri de anadilde kendini ifade etme hakkıdır. Bu hakka erişim devletlerin mekanizmalarında engellendiği için birey aslında bir şiddet döngüsüne de hapsedilmiş oluyor. Kürt Kadınlar için Kürtçe’nin tanınmaması başlı başına yaşadığı coğrafyada şiddetle karşı karşıya bırakılmalara ve bu şiddete karşı başvuru mekanizmalarına erişimin engellenmesine neden olmaktadır. Yine göçe zorlanan kadınlar göç ettiği yerde de kendini ifade edememeleri nedeniyle bu şiddet döngüsüne maruz bırakılmaktadır.
Patriyarkanın bir salgın gibi tüm dünyada yayıldığı bir konjonktürde Türkiye, eril kültürel birikimin ve erkek iktidarın yaşamın her noktasında kendisini en net biçimde gösterdiği ülkelerden birisidir. Her gün yüzlerce kadın cinayeti, binlerce şiddet olayının, cinsel saldırı ve tecavüzün yaşandığı, kadına yönelik ayrımcılığın giderek kurumsallaştığı bir dönemdeyiz. Bu elbette sadece Türkiye’de değil; Kürt kadınlar kendi topraklarında karşı karşıya kaldıkları tüm egemenler tarafından bilinçli bir politika olarak yaratılan bu şiddet sarmalı içerisinde kalmaktadır.
Şengal’de Êzidî Kürtlere yönelik gerçekleştirilen katliamda;
1500 Êzidî kadın cinsel saldırıya maruz kaldı,
6500 Êzidî kadın ve çocuk kaçırılarak “köleleştirildi”,
400 bin kişi göç etti,
1273’ü kadın 2717 Êzidî Kürt hala kayıp.
Katliamın üzerinden 9 yıl geçti. Êzidî Kürtlerin “73. Ferman” diye adlandırdığı Şengal Katliamı ile birlikte 2014 yılında Şengalli kadınlar, kadın düşmanı, barbar IŞİD’in saldırıları nedeniyle göç etmek zorunda kalıp bir başka egemen olan Türkiye’ye geldiklerinde uğradıkları soykırımın izlerini ve travmalarını ifade etmeye bile dilleri yetmedi.
Savaş, afet ve çatışma ortamında hukukun askıya alınması ve caydırıcı sosyal mekanizmaların ortadan kalkması ile suç davranışları artmakta, savaş sırasında kadınlar yüksek oranlarda cinsel şiddete maruz kalmaktadır. Bu şiddet hali güvenli olduğu düşünülerek tercih edilen mülteci kamplarında da yeterli psikososyal desteğin sağlanamaması nedeniyle dolaylı olarak devam etmektedir. Savaş ve göçe zorlanma kadınlara; ölüm, yaralanma, yakınlarını kaybetme, ekonomik sorunlar, eğitim ve sağlık hakkına erişememe, dil sorunları, değişen toplumsal roller, fiziksel ve cinsel şiddete maruz kalma gibi birçok zorluğu yaşatmakla beraber toplumsal cinsiyet eşitsizliği bu gibi savaş, göç ve afet koşullarında daha da derinleşmektedir.
Yaşanılan tüm bu krizler toplumdaki diğer eşitsizliklerle de birleştiğinde kadın ruh sağlığına olumsuz etkilerinin katlanarak artması kaçınılmazdır. Bu kadınlar depresyon, anksiyete bozuklukları, travma sonrası stres bozuklukları, somatoform bozukluklar gibi ruhsal rahatsızlıkları daha fazla yaşamaktadırlar. Toplum içerisinde aldıkları sosyal desteğin azlığı, yaşadıkları rahatsızlıkların etkisini ve süresini olumsuz etkilemektedir. Dolayısıyla depresyon, kadınlarda daha fazla kronikleşmektedir. Bununla beraber kadınlarda eş tanı oranı yüksek görülmekte ve eş tanı oranı daha fazla yeti yitimine, belirti şiddetinin daha fazla olmasına neden olmaktadır. Ruhsal sağlık; kendini güvende hissetme, kendilik değeri ve özerklik duygularıyla yakından ilişkilidir ve Dünya Sağlık Örgütü, kadınlarda ruhsal hastalıkların daha fazla görülmesini biyolojik temelli bir yatkınlıktan değil, stres ve risk etkenlerine daha fazla maruz bırakılması ile ilişkilendirmektedir.
Bu bağlamda, Midyat ve Nusaybin kırsalında psikolojik destek hizmeti sağlamak için temas ettiğim Êzidî kadınların yaşadıkları travmalar; maruz bırakıldıkları bu süreçten ne kadar etkilendikleri ve aslında yaşamı anlamak ve anlamlandırmak üzerine kurulu olan hayatın; onlar için ne kadar zor, yoran, yok eden, güçleştiren bir noktaya evirildiğini çok net görebiliyordum.
Travma kelime anlamı olarak; Bireyin yaşamını tehdit edici olarak tecrübe ettiği, olumsuz etkileri olan bir olay veya durumun zihinsel, fiziksel, duygusal ve sosyal işleyişini altüst etmesidir.
Temas ettiğim Êzidî Kürt kadınların yaşadıkları travmalara değinecek olursak:
Şaç örgülerinden asılan kadınlar, eşleri ve çocuklarının gözleri önünde defalarca tacize uğrayan kadınlar, evleri ve çocukları yakılan kadınlar, hiç kimsesiz kalan kadınlar, barbarca katledilen kadınlar ve kaçırılıp köleleştirilen kadınlar.
Travma sonrası stres bozukluğu tanısı almış birçok kadına temas ettiğimde gördüğüm ilk tablo olduğu yere ait hissedememe, mahcubiyet, içe kapanma ve kendini ifade edememeydi.
Türkiye’de milyonlarca Kürt yaşamasına rağmen herhangi bir sağlık hizmeti veya kamusal hizmetin Kürtçe dilinde verildiği bir yerin olmaması bu bireylerin yaşantılarını ve travmalarını ifade etmesini zorlaştırıyordu.
Annesi ve kardeşleri gözleri önünde katledilen Êzidî Kürt bir kadın danışan ile çalışmaya başladığımda Türkiye’ye geldiğinden beri defalarca psikolojik destek aldığını belirtmişti fakat kendisini açamadığını yaşadığı travmaları aktaramadığını belirtmişti. İlk defa tercümansız psikolojik destek aldığını belirten kadın danışan, yaşanan travmaları seansların bazısında Kürtçe ağıtlar eşliğinde aktarmıştı. Daha önce defalarca yaşanan travmadan ötürü intihara kalkışmış olan danışan ile 12 seansın sonunda artık belli bir stabilizasyona erişmiştik. Bu gibi birçok kadın danışana anadillerinde temas etmek, arada güven bağı kurulmasını sağlayan ve dayanışmayı güçlendiren önemli bir etken olup daha iyileştirici sonuçlar almayı sağlamıştı.
2015 yılında Suriye’nin Kobane kentinde Şengalli kadınlar gibi İŞİD’in zulmüne maruz kalan ve bununla savaşan kadınların çoğu Türkiye’ye göç etmek durumunda kaldı. Şengalli kadınlardan farkları Müslüman olmalarıydı. Bu defa Müslüman olmadıkları için değil Kürt oldukları için bir kıyıma maruz kalmışlardı. Travmatize olmuş binlerce kadın ve çocuk Türkiye’ye göç etmek durumunda kaldı.
Kobaneli kadınlar için duygu ve düşüncelerini bir tercüman aracılığıyla anlatmak çok güçtü. Belli bir süre yerleşme ve barınma ihtiyaçlarını karşılama telaşındalardı. Sonrasında ise artık yaşadıkları şiddet ve zorla yerinden edilmenin bıraktığı izlerle mücadele başlıyordu. Diyarbakır’ın belli bölgelerinde bu kadınlara temas edip anadillerinde psikolojik destek hizmeti sunarak kendi dillerinde duygu ve düşüncelerini doğrudan, arada tercüman gibi aracı olmaksızın, kendilerini duyan, anlayan, kendi dillerindeki duyguları tanıyan birine ifade etmelerine imkân sağlamanın benim için mesleki deneyimi tarif edilemezdi.
Ben bir ruh sağlığı çalışanı olarak psikolojik destek konusunda kadınlara anadillerinde ulaşmanın öneminin yanı sıra, eğitime, hukuka, sağlığa ve tüm sosyal hizmetlere erişimin anadilde olmasının iyilik hali ve toplumsal aidiyet açısından oldukça elzem olduğunu ifade etmeliyim.
Duygular ve deneyimler hangi dilde yaşanırsa beyinde o dilde kodlanıyor. Psikolojik destek için önemli olduğu düşünülen duyguların ve düşüncelerin anadilde ifade edilmesi ve gerektiğinde o duygu ve düşünceler ile anadilde çalışılıp işlenmesi psikolojik desteğin başarısı ve danışan ile terapist arasındaki iyileştirici terapötik bağ açısından ciddi önem arz ediyor. Ayrıca danışanların anadillerinde konuşmadıkları takdirde hem kelime hazineleri kısıtlanmış hem de deyimler ve bazı tabirler birebir tercüme edildiğinde anlam değişikliğine uğramış oluyor. Örneğin ağrı, acı, sancı, sızı, dert, elem, gam veya ıstırap gibi kelimelerin karşılığı her dilde farklı olabiliyor.
Anadilde yapılmayan psikolojik destekte mecazi anlamda kullanılan tabirler yanlış anlaşılmalara yol açabiliyor. Mesela “ciğerim söküldü” veya “yüreğim yanıyor” gibi ifadeler kelimesi kelimesine tercüme edildiğinde dili ve kültürü tanımayan terapist tarafından hastanın duygu, düşünce ve algı sorunları olduğu varsayılabiliyor ve bu durum yanlış yorumlamalara yol açabiliyor. Bu tür yanlış anlamalar ise yanlış teşhislere sebep oluyor.
Danışan ve terapist arasındaki bu iletişim kopukluğu terapi sürecini olumsuz etkileyebiliyor. Terapinin olumlu sonuçlanması için teşhisin doğru konulması elzem. Yanlış teşhisler bir yandan terapi sürecindeki olumlu gelişmelere engel olduğu gibi, diğer yandan da danışanların terapiye olumsuz bakışlarını arttırıp, psikoterapi hizmetlerini erken sonlandırmalarına neden oluyor. Diğer yandan danışanlar anadillerinde terapi yapan terapistlerini daha iyi anladıklarını, teşhis ve söz konusu hastalık ve hastalığın tedavisi hakkında bilgilendirmeden de daha iyi faydalandıklarını dile getiriyorlar.
Anadilde psikolojik ve sosyal desteğin ulaşılabilirliğinin kısıtlı olması sadece Şengalli ve Kobaneli kadınlar için zorlayıcı değildi elbette. Türkiye’de yaşayan kadınlar için de yaşamı zorlaştıran bir durum. Türkçe bilen bir kadın yaşadığı travmayı ve olumsuz durumu çok rahat bir şekilde aktarıp destek alabilirken bu dili bilmeyen kadınlar bu desteğe erişemiyor veya tercüman aracılığıyla ulaşabiliyor. 1990’ların karanlığında yaşadıklarını anlatmaya, travmasını ifade etmeye annemin dili yetmedi. Annem ve Türkçe bilmeyen nice kadın anlatamadı.
8 Mart bir direnişle başladı ve evrensel bir mücadele gününe dönüştü. Bununla beraber 8 Mart’ın tüm kadınların kendini özgürce ve anadilinde ifade ettiği bir mücadele alanına dönüştüğünü eklersek 8 Mart artık hem direniş hem de kadınların tüm farklılıkları ve özgünlükleriyle bir bütün olma hakikatine dönüşmüştür.