Mevcut iktidarın kadınların haklarını şeriat hükümleriyle meşrulaştırmaya çalışması karşısında öne çıkacak politika, laiklik ekseninde bir saflaşmanın örgütlenmesi olmamalı. Ki hetero-patriyarkanın dünyanın farklı yerlerinde farklı dini-milliyetçi referanslarla kadınların ve LGBTİ+’ların kazanımlarına saldırdığını da göz önünde bulundurduğumuzda, meselenin tek başına laiklik-şeriat ikileminden ele alınamayacağını görüyoruz
İlk solcu olduğumuz günlerin klişe ajitasyon girişiydi, “Gün geçmiyor ki burjuvazinin saldırıları…” cümleciği. Sosyalist yayınlara gelen haberlere böyle başlanmamasını tembih ederdi yayın kurulunda çalışan yoldaşlar. Biliyorum bir web sitesi yazısı için de kötü başlangıç ama feci halde gerçek: Gün geçmiyor ki İslamcı/tarikatçı bir erkek, şeriat hükümlerine göre evlilik adı altında kadınlara, kız çocuklarına nasıl tecavüz edileceğine ilişkin bir açıklama yapmasın. Bu tür açıklamalar bir on yıl önce medyatik olmak isteyen meczupların açıklamaları olarak değerlendirilirken, bu değerlendirmeye katılmayanlar, liberaller tarafından Kemalistlik ile itham ediliyor ve gerçek İslam bu değil tiradına maruz kalıyorlardı. (Bu çizginin bir versiyonu da, başarılı olamamış olsa da her daim kadın erkek eşitliğini savunan sosyalizmin ve sosyalist hareketin cinsiyetçiliğinin altını çizerken, ‘Müslüman harekete’ ve İslam’a topyekûn cinsiyetçi demenin ne kadar ‘İslamofobik’ olduğunun anlatılmasıydı.) Tartışmalara bizzat Tayyip Erdoğan son noktayı koydu diyebiliriz; şeriata karşı olmak dine karşı olmaktır dediği konuşmasında şeriata, dine ve hatta Tevhid bayraklarına karşı olmayı bir tür suç ilan etti.
Bu yeni, açıkça sahiplenilen din devleti politikasının, kadınların hayatı açısından çok önemli sonuçları olacak. Müftülük nikâhı, İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilmesi ve LGBTİ+’lara yönelik yasakların resmileştiği süreçte referans verilen dini değerler/şeriat hükümleri belli ki daha sık ve somutlanarak karşımıza çıkacak. Boşanmaların zorlaştırılmasına, nafaka hakkının gasp edilmesine, erkek şiddetinin meşrulaştırılmasına yönelik patriyarkal yasal düzenlemelere, şeriat hükümleri açıktan gerekçe yapılacak gibi duruyor.
Kuşkusuz feminist hareket/kadın hareketi kısa zamanda yükselişe geçerek, din soslu bu patriyarkal saldırıya karşı tepkisini örgütleyecektir. Ancak mevcut haliyle dini hükümlerle hediye paketi yapılıp sunulan bu patriyarkal saldırıya karşı, kadınları yan yana getirecek politikanın odağına, laikliği koruma mücadelesini ve laikliği koruyarak Medeni Yasa ile kazanılmış hakların korunacağı fikrini yerleştirmek, doğru olur mu çok tartışmalı. 2012’deki kürtaj kampanyası ve İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilmesi sürecinde kadınların ne kadar dindar olduklarından bağımsız olarak feminist hareketin sesine kulak verdiklerini ve erkek şiddetine direnmelerini mümkün kılan haklarının gasp edilmesine, onay vermediklerini gördük. Bundan sonra da kız çocuklarının tecavüzcüleriyle evlendirilmelerine, yaşadıkları ağır şiddet karşısında boşanmalarının imkânsız hale getirilecek olmasına, şeriat hükümleri ne derse desin evlerin içindeki kadınların da direnç göstereceğini biliyoruz. Mevcut iktidarın kadınların haklarını gaspını şeriat hükümleriyle meşrulaştırmaya çalışması karşısında öne çıkacak politika, laiklik ekseninde bir saflaşmanın örgütlenmesi olmamalı. Ki hetero-patriyarkanın dünyanın farklı yerlerinde farklı dini-milliyetçi referanslarla kadınların ve LGBTİ+’ların kazanımlarına saldırdığını da göz önünde bulundurduğumuzda, meselenin tek başına laiklik-şeriat ikileminden ele alınamayacağını görüyoruz.
Neoliberalizm patriyarka ittifakı
İkinci dalga feminist hareketin Batı’da sınıf hareketinin ve sosyal devletin güçlü olduğu 60’lar ve 70’lerde yükselişe geçmesi, 90’lara gelene kadar bir dizi toplumsal dönüşümün tamamlanmasını mümkün kılmıştı. Sığınaklar, kürtaj hakkı, eşit işe eşit ücret yasaları, cinsiyete dayalı meslek ayrımının [kâğıt üstünde kalsa da]yasaklanması, çocuk ve yaşlı bakımının kamusal hizmet haline gelmesi, ezcümle kadın erkek eşitliğinin somut politikalarla hayata geçirilmesinin önü açılırken, kadın erkek eşitliğinin yanı sıra pozitif ayrımcılığın toplumsal kabul görmesi sağlanmıştı.
ABD, İngiltere ve Almanya’da 1980’lerin başında iktidara gelen Reagan, Thatcher, Kohl üçlüsünün döneminde, neoliberal politikalar sermaye birikim rejiminin temeli haline gelirken, işçi sınıfının direnişi ile karşı karşıya kalıyordu. Şili, Arjantin, Türkiye gibi geç kapitalistleşen, işçi sınıfının görece örgütsüz olduğu ülkelerde ise neoliberalizm 70-80 arasındaki askeri/faşist darbelerle hayata geçirilmişti. 91’de reel sosyalizmin resmen yıkılmasıyla egemenliği ilan edilen kapitalizm, dizginsiz neoliberal politikalarla eski Doğu Bloku ülkelerinde de hâkimiyetini tesis etti.
Neoliberalizmin ideolojik temeli olarak piyasaya sürülen yeni muhafazakârlık, aileyi güçlendirme, kadınları aileye geri döndürme görevini üstlendi. Anneliğin yeniden kutsanması, neoliberalizmin kadınlarla, ihtiyaç duyduğu ucuz güvencesiz esnek çalışmaya zorlanabilecek işgücü ihtiyacını karşılamasını sağladı. Avrupa’nın merkez kapitalist ülkelerinde daha sınırlı da olsa, neoliberalizm tüm dünyada sosyal devleti yıktı, kamusal hizmetleri piyasalaştırdı, sınıf örgütlerini tasfiyeye girişti, feminist örgütlenmeleri STK’laşmaya zorladı. Ancak neoliberalizmin kuralsızlığı ezilenlerin toplumsal mücadeleleri yükseltmesiyle sonuçlandı ve 2000’ler sosyal forumlarla, antikapitalist direnişlerle örgütlenen ulusaşırı hareketlere sahne olurken, Latin Amerika’da birbiri peşi sıra sol partiler iktidara geldi. Venezeula, Bolivya, Şili, Brezilya 2000’ler boyunca başka bir dünya mümkün diyenlerin gözlerini diktiği ‘pembe devrimlere’ sahne oldu. Ancak bu iktidarların neoliberalizmin dışına çıkmaksızın sosyal politikalarla ayakta kalmaya çalışması, özellikle 2008 krizinden sonra, önce sarsılmalarına ardından da aşırı sağ/yeni sağ partilere iktidarı kaybetmelerine neden oldu. Neoliberalizme biat ederken, ırkçılık, milliyetçilik, göçmen ve LGBTİ+ düşmanlığının yanı sıra kadınların haklarına yönelik saldırılar yeni sağ otoriter iktidarların ortak özellikleri oldu.
Sınıf mücadelelerinin gücüyle iktidara gelen sol partilerin toplumsal meşruiyet arayışlarında patriyarka ile bir düzeyde uzlaşmaları, Bachelet’nin Şili’sinde ya da Dilma Roussef’in Brezilya’sında dahi kürtaj hakkının kazanılmasına engel oldu. 2010’ların sonundan itibaren ise kapitalist patriyarka yeni sağın ve Kilise’nin desteğiyle, yükselen ve güçlenen feminist hareketin önünü kesmeye çalışırken, benzer politikaları Polonya, Macaristan ve Türkiye’de hayata geçirmeye çalışıyordu. Yeşil devrim ile Latin Amerika’da kürtaj hakkını kazanan ülkelerdeki kadınlar, yeni sağ iktidarların Kilise’den aldığı destekle haklarını gasp etmelerine direniyor. Geçen yıla kadar Brezilya’da iktidarda olan Bolsanaro’nun Arjantin’deki muadili Javier Milei’nin, iktidara gelir gelmez kamu işletmelerini satıp, işçi haklarında kesintiye gitmenin yanı sıra kürtajı yasaklayacağını söylemesi şaşırtıcı olmadı. Polonya’da artık kürtaj tümüyle yasak, Macaristan’ın ırkçı başbakanı Victor Orban da AB yasalarını hiçe sayarak LGBTi+’lara yönelik yasakları yasalaştırıyor. Hepsi ideolojik ve toplumsal meşruiyetlerini Kilise’den alırken Tayyip Erdoğan da şeriata karşı olmayı kriminalize eden açıklamalar yapıyor.
AKP ve feminist hareket
80’lerde 24 Ocak kararlarının 12 Eylül askeri diktatörlüğü ve Turgut Özal iktidarında uygulanmasıyla Türkiye’de neoliberal dönüşümün yasal ve işçi düşmanı temeli atıldı. 91’de reel sosyalizmin çöküşüyle sınıf mücadelesinde ideolojik ve politik hegemonya kaybı ciddi boyutlarda yaşansa da 80’lerin sonundan itibaren yükselişe geçen sınıf hareketi, öğrenci hareketi ve feminist hareket 90’lar boyunca toplumsal mücadeleyi yükselttiler. Eş zamanlı olarak Kürt özgürlük hareketinin devletin tarihsel direnç paradigmalarını sarsarak güçlenmesi, neoliberal dönüşümün devlet nezdindeki siyasi gücünü kırdı. 2002’de AKP’yi dünyadaki muadillerinden farklı olarak iktidara taşıyan ideolojik harç, yeni muhafazakârlık olmadı denilebilir. Sol liberalizmin açık desteğini alan AKP, neoliberalizmini devlet bürokrasisinden kurtuluşun reçetesi olarak sunarken, AB’ye uyum politikaları çerçevesinde sol liberallerin ve TÜSİAD burjuvazisinin kaygılarını da giderebilmişti.
AKP iktidarının ilk on yılında devletteki kadrolaşmanın yanı sıra neoliberal dönüşümü tamamlarken, özelleştirme, kuralsızlaştırma sendikasızlaştırma politikalarını liberallerin ideolojik- politik desteğiyle hayata geçirebiliyordu. Bu esnada feminist mücadele açısından gelgitli süreçler yaşanıyordu. Bir yanda AB’ye uyum sürecinde STK’laşma ve kadınları güçlendirme siyaseti, diğer yandan TCK değişikliği gibi kazanımlar arasında AKP, yüksek sesle olmasa da, kadınların esas yerinin aile ve öncelikli işçilerinin annelik olduğunu söylüyordu. Tayyip Erdoğan’ın anneliği ve aileyi güçlendirme siyaseti, üç beş çocuk doğurma propagandasıyla buluştuğunda feminist hareketin tepkisi “Aileniz sizin olsun özgürlüğümüz bizim” “Aileniz batsın” gibi sloganlarda ifadesini buldu.
2000’lerin ortasından itibaren STK’lar, lobicilik ve AB politikalarının mümkün kıldığı politik çerçevenin dışına çıkarak, “Erkeklerden, sermayeden, devletten bağımsız”, aslında 80’lerdeki radikal ve maddeci özüne bir şekilde dönüş yapan feminist siyaset, yükselişe geçti. Feminist hareket, erkek şiddeti ve kadın cinayetleri ile kadınların düşük ücretli, niteliksiz, güvencesiz işlerde çalışırken, çocuk ve yaşlı bakımının yanı sıra erkeklerin karşılıksız hizmetini de üstleniyor olmaları arasındaki bağı kuranın, aileyi güçlendirme politikaları olduğunu tespit ediyordu. Aileyi güçlendirmeye yönelik her adım, kadınları daha çok çocuk doğurmaya, ücretli emek gücüne katılamamaya ya da neoliberalizmin dayattığı en kötü koşullarda katılmaya, erkek şiddetine boyun eğmeye zorlayan kapitalist patriyarkayı da güçlendiriyordu.
2011 seçimlerinde yüzde 51 oy almasının ardından, Arap Baharı diye anılan süreçte İhvan çizgisinin güçlenmesiyle, Türkiye’de de İslamcı bir dönüşümü zorlayabileceğini düşünen AKP iktidarı, kürtaj yasaklama girişimi, 1 Mayıs yasakları, LGBTİ+’lara yönelik baskılar ve Kürt sorununda barış masasını dağıtarak, Türkçü -İslamcı faşizmi inşa etmeye girişti. Karşısında Gezi isyanını, Kobane direnişini, ekoloji mücadelelerini, LGBTİ+ eylemlerini ve yer yer işçi direnişlerini bulan AKP iktidarı faşizmi kurumsallaştırma yönünde önemli adımlar attı, atıyor. En güçlü tepkiyi Kürt halkının ve feminist hareketin/kadın hareketinin direnişlerinde gören AKP iktidarının yetkilileri ve tarikat sözcüleri bu nedenle her ağızlarını açışlarında feminizmin/kadınların kazanımlarına saldırmayı ihmal etmiyorlar. Dünyadaki muadillerinden farklı olarak AKP, açıktan kadın ve LGBTİ+ düşmanı politikalarla iktidara gelmediği gibi ilk on yılında saldırgan bir politika izlememişti. Ancak bu duruma rağmen Türkiye’de feminist hareket, AKP kadın düşmanlığını açıkça vurgulayan bir aile politikası dayatmazken bile aile karşıtı politikayı, özellikle ev içindeki erkek şiddetini gündeme taşıdığı için, AKP karşında güçlü bir direnç oluşturacak meşruiyete sahip oldu. Feminist siyaset evlerde okullarda fabrikalarda laiklik-dincilik ya da AKP ve Meclis muhalefeti ikileminin ötesinde bir politik algıyla takip ediliyor denebilir.
Hayatımız aileye sığmayacak
AKP iktidarının artık devletleşmeyi nerdeyse tamamladığı, Kürt halkının seçtiği yerel yönetimlere her yerel seçimden sonra kayyum atanmasında, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasında, Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarının uygulanmamasında görülüyor. Siyasal iktidarın, özellikle 2023 genel seçimleriyle, bir kez daha tahkim edilmesine rağmen, ideolojik hegemonyanın iktidarı daimi olarak güvenceye alacak biçimde güçlenemeyişi ya da bir başka deyişle “faşizmin kurumsallaşmasından, faşizmin toplumsallaşmasına”* geçişin tamamlanamayışı, AKP açısından aile politikalarının önemini artırıyor. Devletin sınıflar mücadelesinin yanı sıra cinsiyetler mücadelesinin de zemini olduğu hem dünyada hem Türkiye’de git gide daha fazla görünür hale geldi. Toplumu yeniden dizayn ederken aileden başlayarak egemenlik ilişkilerini güçlendirmek amacıyla, [kapitalist] patriyarka ile ittifak, milliyetçi ve İslamcı değerle ile şeriat kanunları üzerinden yeniden tanımlanmak isteniyor. Bu noktada feminist harekete düşen, erkek şiddetine direnebilmek, ailede erkek baskısına isyan edebilmek, kadın erkek eşitliğini hayatın her alanında isteyebilmek, heteroseksizmle yok sayılmamak için, kadınların ailenin dışına çıkmasının, ailenin dışına çıkabildikçe aile içinde de özgürleşeceklerinin, direnme gücü bulabileceklerinin propagandasını yapmak gibi görünüyor. Ailenin, hele AKP faşizminin öngördüğü ailenin, hapishanelerimiz, karşılıksız emeğimizle kölelik mekânımız ve hatta katledildiğimiz cinayet mahallerimiz olduğunu açıkça söylemek gerekiyor. Hayatlarımızın aileye sığmayacağını da…
* Cengiz Çiçek toplumsallaşma kavramını milliyetçi hegemonyanın inşası bağlamında kullanmış, ondan alıntılayarak patriayarkal hegemonyanın tesisi bağlamında kullanıyorum. https://artigercek.com/forum/tarihe-notlar-kazan-kazan-formulu-nedir-282086h