Yargıçlar karşısında, savunucusu ile dile gelen sözlerin temsil ettiği bir hakikat vardır. Ve bu sözler çoğu kez de millet adına ve savunucu aleyhine kurulan hüküm gibi; bir topluluğun, bir cinsin veya bir grubun adına kurulur
Mahkeme salonlarında çokça rastlanır; yargıçlar, pek çok kez “Türk milleti adına mahkûmiyetine”, pek az kez de “Türk milleti adına beraatine” der. Yüksek sesle de söylenir ki duyulsun. İşin duyulması kısmında da “yargılamanın aleniliği ilkesi” bir hayli işe yarar. Yargıçlardan önce de savcılıklar, pek çok kez “kamu adına cezalandırılmasını”, pek az kez de “kamu adına beraatini” mütalaa etmiştir zaten.
Tabi bu deneyimler, hukuk literatüründe siyasi olarak tanımlanan davalarda yaşanır. Adli olarak tanımlanan davalarda izlenen rota farklıdır, haliyle yukarıda bahsettiğim -pek çok kez/pek az kez- dengesi de kaygandır. Adli davaların nihai bir karara bağlanması, doğrusunu söylemek gerekirse cezasızlıkla sonuçlandırılması ve hatta deyim yerindeyse ödüllendirilmesi; “dengesi kaygan ama istikrarlı yargılama işinin” devlet hazinesinde ne kadara mal olacağına bağlıdır çok’ça. Bakiyenin azlığı-çokluğu hesabı, adaletin(!) tecelli etmesi için yeter görülür. Adına da usûl ekonomisi denir. Bu çok’tan geriye kalan adlîlerin, siyasi olanla kesiştiği yer ise bu rotada bir dönemeçtir. Bu dönemeç, yani adli ve siyasi olarak tanımlananın kesiştiği yer, rotayı siyasi olarak tanımlanan davalara bağlar. Örneğin, bir ordu mensubunun, devlet bürokrasisi içinde yer alan birinin ya da kadına karşı suç işleyen bir erkeğin yargılandığı adli davalar gibi. Bu davalarda yargılamanın nasıl yürütüleceği, ne kadar süreceği ve nasıl sonuçlanacağı denkleminde maliyet, âtıl değerdedir.
Siyasi davalarda da maliyetin dolayısıyla da bakiyenin pek bir önemi yoktur. Hatta hedef cezalandırmak olacaksa, yargılama maliyetinin hiçbir kıymeti yoktur. Burada matematiğin gözü kördür. Matematik, gözlerini kapatarak Themis’ten(!) adeta rol çalmaktadır.
Bu “dengesi kaygan ama istikrarlı yargılama işinde” malî hesapla birlikte bu dengeyi kaydıran başkaca özgül etkenler de vardır elbette. Bakiye ve yargılama arasındaki bu ilişki; cinsiyetçilik, milliyetçilik, dincilik ve sermaye gibi iç içe geçmiş ideolojilerin bütünü olarak modern kapitalist düşünüş karşısında; işin sermaye ile ilgili olan kısmına, yargısal zeminde kısmî bir göndermedir sadece.
Bütün bu yargılama işi (temelde de siyasi olarak tanımlanan davalar), en nihayetinde hükümle birlikte bir forma kavuştuğuna göre hükmün kendisi de yargılama esasını anlamak açısından somut veriler sunar. Hükmün kim tarafından verildiği, dayanaklarının ne olduğu, kimin hakkında verildiği gibi. Aynı verileri savcılık talepleri de sunar. Savcılıklar tarafından kamu adına istenen cezalar veya yargıçlar tarafından millet adına tesis edilen mahkûmiyet hükümleri; isminde de geçtiği gibi milletle beraber ama milletin rızasını almadan ama milletin rızasını üreterek verilir. Bu rıza, istisnasız her hükümde zorunlu olarak belli bir yasal/anayasal dayanak gösterilerek tekrar edildiği için, tekrarın rıza üreten efsunundan da yararlanılarak suç ve suçluya ilişkin yargılara evrensellik kılıfı giydirilmeye ve bunun karşısında yargılanan gerçeklik de bu yapay evrensellik içinde eritilmeye çalışılır. İşte buradaki yasal/anayasal dayanak, devlet iktidarına bilinç ve meşruiyet kazandıran güç görevi görür.
Bilinç kazandırır; çünkü Türk milleti adına kurulan hükümler, milliyetçiliği pekiştirir ve bu milliyetçilik iktidarın bilincidir. Tıpkı cinsiyetçilik gibi. Meşruiyet kazandırır; çünkü suç ve suçluya ilişkin genel-geçer algılar üretilir ve bu algılar, adına hüküm kurulan milletin ortak kararı olur.
Mahkeme salonlarında millet adına kurulan bu ortak ve genel hükme karşı yargılanan değerlerin, daha hakiki bir ifade ile savunulan değerlerin de bireysel olma ihtimali çok az. Hem savununun hem savunucunun tıpkı hükmün mahiyeti gibi tarihsel ve toplumsal bir arka planı vardır. Yargıçlar karşısında, savunucusu ile dile gelen sözlerin temsil ettiği bir hakikat vardır. Ve bu sözler çoğu kez de millet adına ve savunucu aleyhine kurulan hüküm gibi; bir topluluğun, bir cinsin veya bir grubun adına kurulur.
Dolayısıyla ceza kanunlarında ifade edildiği gibi yargılamanın amacı, maddi geçekliğin açığa çıkması olmaz. Yargılamanın gerçek amacı; evrensellik yanılsaması içinde eritilmeye çalışılan o maddi gerçekliğin ve maddi gerçeklikle birlikte pozitivist hukukun görmemekte ısrar ettiği, göremediği için tanımlayamadığı, tanımlayamadığı için de esasında korktuğu o manevi gerçekliğe, bu gerçekliğin eritilebilir olduğunu, hatta eritilmesi gerektiğini ve devlet iktidarının da onu eritmeye muktedir olduğunu göstermek olur.
Aslında mahkeme salonlarında, devletin bekası ve hakiki bir adalet talebi kıyasıya bir mücadele içindedir. Mücadelenin sergilendiği bu politik alanlarda bir yanda, millet adına hüküm veren yargıçların hükmüyle temsile kavuşan tarihsel bir görüş var. Diğer yanda da savunucunun savunması ile temsile kavuşan tarihsel bir görüş var. Her iki görüş de tarihin içinde ama tarihe karşı…
İşte bu iki tarihsel görüşün karşı karşıya geldiği ve çatıştığı mahkeme salonlarında, yargı yetkisi kullanılarak bir görüşün meşru ama diğerinin suçlu ilan edilmesine itirazımız var. Meşruiyetin kanuni tanımına itirazımız var. Çünkü bu çatışmada galip gelen görüşün yargısal olarak kanıtlanması, tarihsel olarak kanıtlanmadı. Tıpkı engizisyon mahkemelerinde yargılanan, suçlu ilan edilen ve yakılan cadı kadınlar gibi. Tarihin içinde ama tarihe karşı olanlar cadı kadınlardı.
Tekrar başa dönecek olursak; peki bütün bu yargılama işinde, adına hüküm tesis edilmeyen gruplar yani Türk milleti dışındaki gruplar nerde konumlanıyor? Tanık olduğumuz kadarıyla, millet adına hükmünü veren yargıçların tam karşısında ve sanık kürsüsünde…