Kuyu meselesinin bilinen ilk başlangıcı Hz. Yusuf'a dayanır. Hz. Yusuf öz kardeşleri tarafından bir kuyuya ölüme terk edilir. Demek ki kuyunun bir mezarlık olarak kullanılması o süreçlere dayanmaktadır. Hz. Yusuf 'un üzerinden yüzyıllar geçti ama kuyuya atılıp öldürmeler hala devam ediyor hem de asit ve BOTAŞ kuyularında
Nobel ödüllü İspanyol şair Juan Ramón Jiménez, ‘‘Platero ile Ben’’ kitabında ''Kuyu ne derin bir sözcük'' der.
90’lı yıllarda yaşayanlar, sevdiklerini yitirenler, o sürecin belirsizliğinde bekleyenler kuyunun derinliğini en iyi bilenlerdir. O yıllarda kuyu denilince akla ilk JİTEM’in faili meçhul cinayetler için kullandığı BOTAŞ kuyuları gelirdi. JİTEM, o yıllarda Beyaz Toros’una alıp götürdüğü insanları katlettikten sonra bu kuyulara atardı. Bu kadar ileri gitmelerini anlayan var mı bilmem ama sanırım kaybetmenin yanı sıra yok da etmek istiyor gibilerdi. Bir sabah, akşamüstü ya da gece yarısı götürülenlerden bir daha haber alınamazdı. Gidenler, gittiği zamanda kalırdı. İşte o andan itibaren beklemek sonsuz bir süreç alırdı.
JİTEM’in bu cinayetlerini sorgulayan, kuyulara ve oradaki faili meçhullere dair çalışma yürüten avukatlardan biri de 28 Kasım 2015’te Diyarbakır’da uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybeden Tahir Elçi’ydi. Tahir Elçi dosyası, 8 yıldır sürmekte ve henüz bir sonuca bağlanabilmiş değil yani faili meçhullerin avukatı faili meçhul bir ölüme gitti.
Faili meçhullerin davasını sürdüren Tahir Elçi öldürülmeden önce Sabah Gazetesi’nden Ecevit Kılıç’a verdiği röportajda şunları dile getiriyor; ‘Aslında 1996’da bu kuyular açılıyor. Başlangıçta 5-6 ceset çıkarılıyor fakat çıkarılan cesetlerin sonu olmadığı görülünce kuyu tekrar kapatılıyor.’* 90’ların katliam aracına çevrilen BOTAŞ ve asit kuyularının gerçekliği kuyu kadar derin olduğundan devlet açtığı kuyuları kapatıyor hatta üstlerine beton döküyor.
90’larda tek katliam alanları elbette bu kuyular değildi, JİTEM artık öyle bir hal gelmişti ki gün ortasında insanları evlerinden, işlerinden alıp götürebiliyordu. Bazen infaz edildikten sonra şehirde kuytu bir alana gömülüyordu ya da cenazeleri gömmeden ıssız bir alanda bırakıp gidebiliyordu. Yaşam hakkı ihlal edildiği gibi ölüye saygı da ihlal ediliyordu. Dinen ölüye saygı hakkı her toplumda mevcut olan bir anlayıştır. Hatta inanca dahil olmasa bile mezarlara saygı göstermek içselleştirilmiş bir öğretidir. Kendi çocukluğumda bile mezar ziyaretlerine gittiğimizde, annem mezarlıklara basmamamız konusunda özenli olmamızı tembihlerdi. O süreçlerde nedenini sorguladığımızda ‘günah’ cevabını alırdık. Bu cevap bizi tatmin edecek olacak ki özenli ve dikkatli davranır mezarlıklara basmamaya çalışırdık. Çok sonra yani artık büyüdüğümüzde ülkenin aslında bir ölüm tarlası olduğunu anlamamız güç olmadı. Çocukken öğrendiğimiz öğretiyi istemeden de olsa çiğniyorduk. Bütün mezarlıklara basıp geçiyorduk.
Çocukken gördüğüm bir diğer şey ise bayramlarda insanların yakınlarının mezarlarını ziyaret ettikten sonra ‘Kimsesizler Mezarlığı’na gidip orayı da ziyaret etmesiydi. Çünkü JİTEM 90’larda insanları katlettikten sonra faillerin teşhisini kolaylaştıracak tüm kişisel eşyalarını aldıktan sonra cenazeleri bırakıyordu. Aileler yakınlarının nerede olduğunu bilmediği için sorabileceği bir adres bulamıyordu, o yıllar da aramak, bir hal çaresi bulmak zordu. Ailelerin destek alabileceği kurumlar varsa da yol yordam bilinmediği geç kalınıyordu. Neye mi geç kalınıyordu? Resmi makamların o süreçte kimliği tespit edilmeyen cenazeleri morgda tutma süresi 3 gündü, 3 gün geçince kurum kimliği belirsiz diye gömülmesini istiyordu. Ailelerin gelen cenazeleri sadece görerek tanımaları da zor olabiliyordu, çünkü bulunan cenazede deformeler olduğu için otopsi yapılması gerekiyordu. Fakat otopsi yapılmadan direkt gömülüyordu ve ailelerin yakınlarını bulma süreci daha da kangrenleşiyordu. Bu yüzden faili meçhul yakınları o mezarlıklarda kaybettikleri varmışçasına dua ediyorlardı. Bu yüzden ‘Kimsesizler Mezarlığı’ faili meçhuller için önemli bir yerde olurdu.
Faili meçhuller sadece Silopi'deki kuyularla sınırlı değildi her yanımız cesetlerle dolu. Ölüm tarlaları diye bahsettiğimiz topraklar dışında akarsularda bu katliamlar için bir alan olarak değerlendirilmişti. Bir itirafta Hazar Gölü'ne atılan cesetler bile olduğu söyleniyor. Şırnak’ın Silopi ilçesinde yaşayan ve katledildiğinde 43 yaşında olan Hasan Ergül Hazar Gölü’ne atılanlardan yalnızca biri. Ergül 1995 Mayıs’ında birden bire kaybolmuştu. Ergül’ün durumunun açığa çıkması ise itirafçı Abdulkadir Aygan’ın anlatımlarıyla gün yüzüne çıktı.*
Türkiye’de fail meçhul sayısına dair belirtilen rakamlar on binlerle anılıyor. 2010 yılında BirGün gazetesindeki yazısında Fikri Sağlar, Türkiye’de 17.547 faili meçhul dosyası olduğundan bahsetmiştir. Bu dosyalar hala faili meçhul durumunda. Peki failler bulunamadı mı, bulunmadı mı? İşte orası bence en meçhul kısmı!**
Özcan Alper’in 2022 yapımı ‘Karanlık Gece’ filminde de obrukların nasıl da ölüm kuyusu haline getirildiğini görmekteyiz. Daha bireysel ortadan kaldırmalar konu alınsa da insanlığın kötülüğünün nasıl derinleşebildiğine tanık oluyoruz. Adresler, zamanlar, coğrafyalar değişse de bir insanı yok etmenin karanlık gücünün her yerde gezindiği görebiliyoruz.
Kuyu meselesinin bilinen ilk başlangıcı Hz. Yusuf'a dayanır. Hz. Yusuf öz kardeşleri tarafından bir kuyuya ölüme terk edilir. Demek ki kuyunun bir mezarlık olarak kullanılması o süreçlere dayanmaktadır. Hz. Yusuf 'un üzerinden yüzyıllar geçti ama kuyuya atılıp öldürmeler hala devam ediyor hem de asit ve BOTAŞ kuyularında.
Yusuf’tan başlayıp yüzlerce yıl devam eden, yaşadığımız yüzyıla kadar gelip dayanan bir kavram kuyu. Kuyu, derin bir sözcük. Kaybettiklerimizin hüznü kadar derin, bekleyişler kadar derin, umut kadar derin…
*http://www.ufkumuzhaber.com/ceset-dolu-olum-kuyulari-4241h.htm
**https://www.birgun.net/makale/faili-bilinen-cinayetleri-bulmak-icin-meclis-te-bir-komisyon-kurulmali-10469
* https://www.failibelli.org/itirafla-cesedi-bulunmustu-6-yil-sonra-delil-yok-diye-dosya-kapatildi/