Çizim: Halit Kurtulmuş
Üst üste dizilmiş, ekolojinin doğal seyrine aykırı çok katlı binalar “ilerleme” olarak sunuluyor, bunu koşulsuz şartsız kabul ediyor, kendi mezarımıza ücret ödeyerek giriyoruz. Neden?
Pazarcık ve Elbistan merkezli iki büyük depremin üzerinden bir aya yakın zaman geçti. İnsan eliyle üretilmiş bu felaketi belki de en iyi anlatan cümle, Maraş’ta bir kadın depremzedenin ilk günlerde sahada çalışan gazetecilerin uzattığı mikrofona söyledikleriydi: “Gözümü kapatıp açıyorum, bir kâbus olsun diyorum, bu rüyadan uyanayım istiyorum.” Yaşananlar, tüm o gördüklerimiz, Kürdistan merkezli 15 kenti ve üç ülkeyi kapsayan felaketin yalnızca bir kısmını anlatıyor aslında. Evet, tekraren 6 Şubat çok daha fazlasını ifade ediyor, çok şey anlatıyor. Ancak iki noktanın altını çizmek gerekiyor. Öyle ki, tarih öncesi ve sonrası diye yazılacaktır. İlki, varlığı tarih boyunca tartışmalı olan devletin neyi ifade ettiği veya etmediği. İkincisi, uygarlığın ve devletin bir gereği olarak tarih boyunca “ilerlemenin merkezi” diye anılan şehirlerin ne kadar ilerici olduğu ya da olmadığı.
Neden!
Kartondan yapılmışçasına aniden yere yığılan binalar, oldu da şans eseri çıkabilenin kaçacak yerinin olmadığı sokaklar, betona hapsedilmiş şehirler… “Yaşam mekânı” denerek parlatılan, özünde kendi mezarını sana sattıran kâr çarkı, vergi adı altında yıllardır milyonların emeğinden çalınan paralar ve bunların nereye nasıl harcandığını bilmeden beton altında kurtarılmayı bekleyen canlar… Sorunun güncel değil, daha köklü olduğunu anlamak için bütün bunlara mekân ve zamandan soyutlanarak bakmak gerekiyor bana kalırsa. Emeğimizden, ürettiğimizden alınanları kime emanet ediyoruz? Neden tarih boyunca kötülükten başka bir şey getirmemiş bir oluşum olan devlete bu kadar tapıyoruz? Ve neden, kendi ölümümüzü bu kadar “ileri” veyahut “modern” görüp de tapmaya şartlandırılmışız? Üst üste dizilmiş, ekolojinin doğal seyrine aykırı çok katlı binalar “ilerleme” olarak sunuluyor, bunu koşulsuz şartsız kabul ediyor, kendi mezarımıza ücret ödeyerek giriyoruz. Neden? Yeryüzünde insanın toprakla, havayla, suyla bağını koparan kutular içine bizi doluşturanların kimler olduğunu niçin sorgulamıyoruz? Felaketin ilk gününden bu yana “deprem değil devlet öldürür” diyor aklıselim düşünebilen herkes. Buna devletin üzerinde tepindiği şehirleri de eklemek gerekiyor. Deprem değil, kapitalist modernitenin üzerinde yükseldiği, iktidar-müteahhitler için cennet ama kadınlar, yoksullar, çocuklar, yaşlılar, tekmili birden toplumun öz benliği için cehennemi ifade eden kentler öldürüyor insanı. Bunu on binlerce cana mal olan ve milyonları etkileyen acı bir deneyimle gördük. “Gelişmiş” veya “ilerici” olmakla böbürlenenler de dâhil, mevcut planlarımızın çoğunun bugün potansiyel olarak idrakimiz dâhilinde yer alan kentsel ve bölgesel biçimlerin zavallı mekanik karikatürlerinden başka bir şey olmadığını gördük. O yüzden buradan başlayalım, yani devletten ve onun lanetli şehirlerinden…
O lanetli şehirler
Ataerkil, sınıflı toplumun dizaynı ile var olan, tanrısal ve ideolojik bir kılıfa büründürülmüş, etrafında sıkı bir askeri-siyasi duvar ören zorba gücün mekânı olan şehirlerin tarihine Uruk’tan başlayarak göz atalım hadi. Karşımıza Agade’nin laneti ve Nippur’unun ağıdı çıkar. Tarihin cilvesi o ya, şehirlerin ilk doğduğu mekân olan Mezopotamya’da bugün şehirler ve o şehirlerin ahalisinde ağıtlar yükseliyor. Üst üste yığılmış betondan kuleler, bu beton kulelerden 2+1 tabutluk almak için ömrünü adamış insanlar; yürüdüğü sokakta toprağa hasret bu insanlar, evlerinin tavanı gibi daralmış gökyüzü onlar için. Haftanın altı günü mahkûm edildikleri, robotlaşan çalışma şartlarından kazandıklarını kalan o bir günde gidip alışveriş merkezlerine ödüyorlar, kentin her tarafına serpiştirilmiş alışveriş merkezlerine. Sahi, biz bu düzenin neresindeydik ve dahi üzerimize tek tek çöken o binalardan sonra neresindeyiz? En temel insan haklarından biri olan barınma hakkının kapitalist modernitenin sermaye çarkının en başat öğesine dönüştürüldüğü devasa bir balondan bahsediyoruz. Bugün nefessiz kaldığımız şehirlerin içinde küçük bir daireye sığmak için ödediğimiz para bu balonu büyüttükçe büyütüyor. Yapılan araştırmalara göre, dünyada en çok müteahhidin olduğu birinci ülke Çin, ikincisi Türkiye. Bu müteahhitlerin yüzde 80’den fazlasının AKP-MHP iktidarının beslediği ve beslendiği kaynak olduğunu söylemeye gerek bile yok.
Toplum-Kırım
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan “Özgürlük Sosyolojisi”nde şehirleşme için “kanserleşme” tanımını yapıyor ve şu uyarılarda bulunuyor: “Sonunun nasıl geleceği kestirilemez. Ama gezegenimizin bu dünyayı (kendisine ihanet eden, dünya ekolojisini imha etmekte kararlı ucube dünya) taşıyamayacağını tüm bilimsel veriler göstermektedir. Kent toplumunun ‘toplum-kırım’ sınırında seyrettiğini çok iyi kavramak gerekir…”
İnsan-kırıma, toplum-kırıma varan son yaşadıklarımızdan sonra nekropolise dönen ve dönmesi olası şehirlerden kurtulmak mümkün mü? Ya da içsel çelişkilerden uzak, insanın gelişimini olumlu yönde etkileyip daha da ileriye taşıyacak yeni türden bir kent kurma imkânı hâlâ mevcut mu? Gördük ki, başımız zora düştüğünde bu düzenin hiçbir yerinde var olmadan birdenbire yok sayılıp, kendi acımız ve yoksulluğumuz, yoksunluğumuzla baş başa bırakılıyoruz. Tıpkı tarihsel olarak şehirlerin iktidar sahipleri tarafından her zaman talan ve felakete açık bırakıldığı gibi. İnsanın içinde yaşamayı hayal ettiği mekânlar -ki cennet diye tasvir edilen de budur kutsal kitaplarda, betondan tabutluklar yoktur orada, doğanın en saf halidir, onunla bütünleşen bir orman ve su vardır. Bu cennet ütopyası durur bellekte. Oysa ütopya değildir, ele geçirme hırsı ile tahrip edilmemiş her toprak parçası biraz cennettir zaten. Doğa bize tüm güzelliğini ona hâkim olmaya çalışmadığımızda zaten sunar.
Ütopyanın Ufku
Yukarıda sorduğumuz sorulara dönersek; toplumsal dayanışmayla yaraları sarmak için harekete geçen on binlerce gönüllü, on binlerce insan bize ne söylüyor? İlk toplumsallaşma mekânına, betona karşı yaşamı savunmanın bir yolu olduğuna dair bir şeyler söylüyor, umut veriyor elbette. Buradan başlayalım: İlk aşama birbirine derman olmak, bir diğerinin yarasını sağaltmak. İkincisi doğa ile uyumlu, komünal kültüre dayalı mekânları yaratmak. Bu artık toplumların geleceği için elzem. Adı kent ya da köy olsun, nüfusu ne kadar olursa olsun, doğayla uyumlu olsun, canlıyı öncelesin. Bunu bir ütopya olarak bugünden düşünmek, temel bir insan hakkı olarak talep etmek yerine, hemen harekete geçirerek kurmaya başlamak aynı felaketleri yeniden yaşamamak için gerekli ve kaçınılmaz. Doğayla uyumlu mekânlar, evler, yollar mümkün…
*Lewis Mumford’in “Tarih Boyunca Kent” kitabından alınmıştır