Bugün Taliban ile AKP’nin dini açıdan farklarının olmadığı üzerinden şekillenen siyaseti, üç yıl önce Afrin’e girilirken orduya eşlik eden cihatçıların Afrin’de kadınlara örtünme zorunluluğu getirmesinden bağımsız düşünemeyiz
Taliban’ın Afganistan’da yeniden iktidar olması, Taliban’a karşı yapılan eylemler, Tayyip Erdoğan’ın Taliban ile din yönünden farkımız yok açıklaması, tüm dünyadan Afganistan’daki kadınlarla dayanışma çağrıları, Türkiye’de de kadın hareketinin ve feminist hareketin birinci gündemi. Taliban ile dini yönden farkımız yok açıklaması seküler bir devlet açısından kabul edilemez olmanın yanı sıra son yıllarda Türkiye’de İslamcıların kadınları baskı altına alma girişim ve söylemleri açısından da önemli bir vurgu içeriyor. Kadınların kamusal alana çıkışına ilişkin, çarşaf giyme şartıyla sokağa tek başlarına çıkabilecekleri, yine çarşaf giyme şartıyla öğretmenlik vs. yapabilecekleri yönündeki açıklamalar, Taliban’ın ne kadar demokratlaştığı yorumları eşliğinde yandaş medyada yer buldu. Taliban ile kurulacak her ilişkinin, Afganistan’da Taliban’ın kadınlara yaptıklarının siyaseten meşrulaşması ve dinin gereği görülmesi olarak, Türkiye siyasetine yansıyacağı ortada. Bu nedenle feminist hareket ve kadın hareketinin gündemi Taliban’ın kadın düşmanlığı karşısında Afganistan’daki kadınlarla dayanışmak için buradan yükseltilmesi gereken politik dayanışmanın içeriğine [ve biçimine] odaklandı.
Taliban’ın Afganistan’ın, Başkent Kabil dâhil büyük bölümüne hâkim olduğu günlerde çok gündeme girmemiş olsa da 28 Şubat’ın ünlü generallerinin cezaevine girdiğini okuduk. Refah Partisi’nin 1994’te büyükşehirlerde yerel seçimleri kazanmasıyla başlayan ama esas olarak 28 Şubat sürecinde (yani Erbakan’ın başbakan olduğu dönem) doruğa çıkan kadınların başörtüsüyle üniversite öğrenimi görmesi ve kamuda başörtüsü takarak çalışması tartışması/yasağı o dönem çokça feminist hareketin gündemini belirledi. Yıllar boyunca siyasal demokrasi, modern muhafazakârlık, Müslüman demokratlık, devleti militarizmden arındırmak vs. gibi esas olarak sağ ve sol liberalizme eklemlenerek tartışılan kadınların örtünmesi konusu kuşkusuz feminist hareket içinde de çok canlı tartışmalara neden olmuştu. Ancak feminist hareketin de tümüyle liberal etkilerden azade biçimde örtünme meselesini tartıştığını söylemek mümkün değil.
Bugün gelinen noktada, feminizm ve örtünme tartışmasını, Türkiye’deki siyasal saflaşmalarının dönüşümünü ve esas olarak patriyarkanın son 25 yıldır kendini nasıl inşa ettiğini ve yeniden ürettiğini ama eş zamanlı olarak feminist mücadelenin gücünün patriyarkayı nasıl gerilettiğini de gören bir tarihsellikle değerlendirmek gerekli.
Modern muhafazakârlık mı tüketimci muhafazakârlık mı?
Esas olarak 28 Şubat ile somutlaşan öğrencilerin başörtüsüyle üniversitelere girmesinin yasaklanması tartışmasının temeline militarizmin gücü ve “baskıcı laiklik” analizleri yerleştirildi. 1997’de Ankara’da üzerine çarpı atılan çarşaflı kadın figürü ile çağrısı yapılan “kadın yürüyüşünün” önünde generallerin yürümesi tam da patriyarkayı görünmezleştirerek kadınların bedenleri ve giyimleri üzerinden yürütülen siyasetin simgesi oldu. İki sermaye fraksiyonunun (Tüsiad- Müsiad) devlete hâkim olma kavgasının laiklik eksenine, laiklik tartışmasının de esas olarak kadınların örtünmesine sıkıştırıldığı bir dönemdi. Feminist hareket/kadın hareketi içinde de bu tartışma sürdü gitti. Neticede feminist hareket/kadın hareketi, sosyalist sol, toplumsal muhalefet içinde kimilerimiz o zaman da aynı şimdiki gibi (25 yıl önce de) kadınların üniversitede okurken de ücretli olarak çalışırken de (kamu ya da özel sektör fark etmez) başörtüsü takmasının tartışılamayacak bir “hak” olduğunu savunuyorduk. İslamcı hareketi geriletme çabasının ise patriyarka eliyle kadınları kamusal alandan dışlayarak verilmesinin feminizmle ilgisi olmayacağını söylüyorduk ve kuşkusuz hala da söylüyoruz.
2002’de AKP iktidara geldi, MGK’da cisimleşen TÜSİAD’ın temsil ettiği sermaye fraksiyonunun hegemonyası ile AKP ve sermaye tabanı arasında oluşan gerilimde patriyarka yine laiklik çekişmesinin ardında kendini gizleyebildi. Seküler kadınların her talebi “başörtülü kadınların sorunlarına ne dendiği” sorusuyla karşılandı. AKP’nin ısrarla adım atmayışı da kendi patriyarkal çizgisinden değil militarizmin baskısından diye değerlendirildi. Zaman içinde çoğu üniversitede başörtüsü yasakları esnese de tümüyle ortadan kalkmadı. Ve bu dönemde İslamcı kadın hareketinin 28 Şubat dönemindeki gibi sokaklarda sistemli eylem yaptığını da görmedik. Uzun yıllar boyunca AKP’nin elinin güçlenmesi beklendi duruldu. Sorumluluk militarizmin gücüne havale edildi. İçinde erkekler, erkek egemenliği, patriyarka vb. gibi kadınların bedenlerini denetlenmesine neden olan toplumsal ve sistemsel baskılara ilişkin tek kelime etmeyen sadece militarizmi müsebbip göstererek kadınların birbirine sahip çıkmasının siyasi hedefi olarak militarizmin işaret edildiği metinler çıktı. AKP bu yıllar içinde hızla güçlenmesine rağmen tek adım atmadı. Çünkü tabir yerindeyse fıtratında inançlı, Müslüman ya da değil herhangi bir grup kadını güçlendirmek, özgürlük yönünde adım atmasını sağlayacak imkânları yaratacak siyasal bir damar elbette yoktu. 2013 yılına kadar kamuda kadınların başörtüsüyle çalışmasına ilişkin yasak kalkmadı.
2011’de Arap Baharı diye bilinen süreçte özellikle Kuzey Afrika’da İhvan’ın güçlenmesi AKP’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yeni maceralara girme eğilimini tetiklerken ülke içinde de daha özgüvenli biçimde sistemi İslamileştirme adımlarını atmasını sağladı. Emevi Camii’nde namaz kılma hayallerine, ülke içinde kürtajı yasaklama girişimi, 4+4+4 yasası, bütün düz liselerin imam hatipleştirilmesi ve kız çocuklarına 10 yaşında okulda başörtüsü takma baskısı eşlik ediyordu. Yani 2013’te, kamuda çalışan kadınlar için başörtüsü yasağının kaldırılması kadınları özgürleştirmenin değil kadınları baskı altına alarak kamuda başörtüsünü norm haline getirme çabasının ilk adımıydı. Mesele başörtülü kadınları özgürleştirmek değil başörtüsü takmayan kadınları baskı altına almaktı ve bu yüzden AKP kudretli genelkurmay başkanlarının yargılanmasında savcılığa 2007 yılında soyunurken, niyeyse 2013’e kadar kadınlara yönelik yasak konusunda tek adım atmıyordu. Bu süreçte, AKP’nin artık aleni biçimde İslami baskıyı kurumsallaştırmaya başlaması feminist hareket içinde hararetli tartışmalara neden olmuştu. Çocukların on yaşından itibaren aile kararıyla örtünmesinin meşrulaşmasının sonuçlarını, kamu kreşlerinde ve anaokullarında kız çocuklara erkek çocukların ayaklarının yıkatıldığı temsiller yapılınca hep birlikte gördük. Modern muhafazakârlık, yeni muhafazakârlık diye tanımlanan çizginin sonuçlarının da katıksız dini baskı olduğunu bu son yedi yıl bize gösterdi.
Yine de 28 Şubat’tan bugüne geçen yaklaşık 25 yılda feminist hareket içinde başörtüsü takmanın hak olduğu konusunda bir hemfikirlik yakalandı denebilir. Ancak tercih mi özgürlük mü konusunda farklılıklarımızın sürdüğünü son süreçte yeniden gördük. Kuran’da ne yazdığından gerçek İslam’da zorlama olup olmadığından bağımsız, patriyarkanın tarihsel olarak kendini yeniden üretmesinin ön koşullarından birinin kadınların giyim kuşamlarının ve bedenlerinin denetlenmesi olduğu konusunda feminizm içinde bir ayrım [bildiğim kadarıyla] söz konusu değil. Seküler de olsa inançlı da olsa, her kadın hayatının büyük bölümünde giyinirken, ailenin vereceği tepkiyi, sokakta başına bir şey gelip gelmeyeceğini, hayatındaki erkeğin ne diyeceğini dikkate alarak “tercih” yapar. Keza çoğu zaman feminist olsak da moda endüstrisinin güzellik kalıplarına uymadığına karar verdiğimiz bedenlerimizle daha kapalı giyinmeyi “tercih” edebiliriz. Ailemizi tümüyle gözden çıkaramadığımız için lezbiyen ya da biseksüel yönelimimizi saklamayı veya erkek sevgili ile aynı evde yaşadığımızı saklamayı da “tercih” ederiz. Çoğu zaman birlikte olduğumuz erkeklerle nikâh yaparak yaşamaya başlamak da bir “tercihtir”. Tabii ki aslında özellikle feminist dalgaların yükselişte olmadığı dönemlerde patriyarka kendini yeniden inşa ederken liberalizm bize tüm bunların tercih olabileceğini fısıldayarak sistemle yaptığımız uzlaşmayı zihinlerimizde meşrulaştırır. Ve tabii feminist hareket ve kuram tüm bu “tercihlerin” aslında patriyarkanın hegemonyasının zihinlerdeki ve kadınların hayatlarındaki belirleyiciliğinin ürünü olduğunu tespit eder. Bu anlamıyla kadınların bedenleri, giyim kuşamları üzerindeki karar haklarının çoğu zaman içinde yaşanılan toplumsal koşullarca belirlendiğini ve örtünmenin de dinin, inançların da patriyarkadan azade bir “tercihe” indirgenemeyeceğini görmek gerekir. Feminist hareketin örtünme gibi patriyarkanın baskıcı dini yorumunu “tercih” ile açıklamaya çalışması patriyarkanın bir sistem olarak görülmekten uzaklaşması anlamına gelir. Patriyarka tüm baskısını ve normlarını elbette zor yoluyla egemen kılmaz, kadınlar patriyarkanın normlarının içinden toplumsal ve özel alanlarının koşullarına bağlı olarak kendilerine sunulan seçenekler içinden tercih yaptıklarına inanarak hayatlarını sürdürürler.
Yine de ister tercih olsun ister dini baskı 2013’ten sonra kamuda kalkan başörtüsü yasaklarının ardından kadınların ücretli istihdama katıldıkları işlerde ve mesleklerde ne tür değişiklikler olduğuna bakmak gerek. Başörtülü kadınların özel sektörde istihdamı dün de vardı bugün de var. Ancak kamudaki istihdamı saymazsak başörtülü kadınlar için öngörülen istihdam biçimi hala mavi yakalı işlerde ucuz ve niteliksiz emek olarak çalışmak. Ve işçi sınıfından inançlı kadınlara sunulan orta sınıf hayali de, başörtülü tayyörlü “iş kadınlığı” değil. Eğitimi ne olursa olsun başörtülü kadınlara sunulan gelecek perspektifinde piyasa ilişkileri tabiriyle söylersek “profesyonel yöneticilik” yok. Üstelik de İslamcı/AKP yanlısı sermayenin bu kadar güçlendiği örneğin İslami finans kurumlarının belirgin hegemonyasının görüldüğü mevcut koşullarda bile örtünen kadınlara yönelik bir “profesyonel yönetici” modelinin propagandası söz konusu değil. Tüm kadınlara ve doğal olarak örtünen kadınlara yönelik olarak sunulan sınıf atlama modelinde, en az üç çocuk doğuran, altınlı günler yapan, marka eşarplar takan, esas görevini annelik olarak kabul eden ve tüketen, var gücü ile tüketen kadın imgesi var. Yani “modern muhafazakârlık” içine yerleştirilmeye çalışılan örtünen kadın imgesi esas olarak çok tüketimci muhafazakâr kadın imgesine dönüştü. Modern muhafazakâr, özgürleşme sürecine adım atmış, kendi parasını kazanan, tek başına yaşamayı da tercih edebilecek, “iş kadınları” siyasal İslam’ın müstakbel kadın tahayyülünde yok. Kamuda bolca örtünen rektör, profesör gördük ama bu İslamcı sermayenin kendi yönetici kadroları içinde kadınlara yer açmaya hiç niyetleri yok görünüyor.
Yeniden altını çizelim örtünen, örtünmeye zorlanan vs. kadınlar için elbette kamuda çalışma hakkına sahip olmak çok önemli ve gerekli. Ancak örtünerek özgürleşmek ya da evden örtündüğü için çıkabilmek bir özgürlük olarak tanımlanamaz feminist siyaset açısından (Keza kadınların zorla örtündüğü ülkelerde cinsel şiddetin daha az olduğuna ilişkin bir veri de yok. Ki zaten feminist hareketin kadınların cinsel şiddete uğrama nedenlerinin giyim tarzları olmadığını söylemekten dilinde tüy bitti).
Afganistan da Afrin de feminist hareketin Türkiye gündemidir
Geçen bir yıl içinde İran’da yapılan Beyaz Çarşamba eylemlerinde kadınların başlarını açarak beyaz başörtülerini bayraklaştırmalarının sadece başörtüsü takmaya bir itiraz değil İran’daki erkek egemen dini baskının şekillendirdiği yasalara ve toplumsal hayata itiraz olduğunu gördük. Yani beyaz başörtülerini başı açık olarak sallama eylemi patriyarakaya karşı mücadelenin simgesiydi. Zaten bu eylemlerde tutuklanan kadınların aldıkları cezalar da (müebbet hapis alanlar var) İran’daki dini baskı rejiminin meseleyi tek başına başörtüsü açmak olarak ele almadığının göstergesi.
Şimdi gündem Taliban… Ve bugün Taliban ile AKP’nin dini açıdan farklarının olmadığı üzerinden şekillenen siyaseti üç yıl önce Afrin’e girilirken orduya eşlik eden cihatçıların Afrin’de kadınlara örtünme zorunluluğu getirmesinden bağımsız düşünemeyiz (Keza İdlib’de Türkiye korumasındaki cihatçıların Taliban’ın Kabil’e girişini kutlamasını da). Tel Abyad’da 2015’te IŞİD’in elinden kurtulunca çarşaflarını çıkaran kırmızılı ve yeşil elbiseli Kürt ve Arap kadınların görüntülerinin* yarattığı coşkunun burada AKP’ye karşı elde edilmiş bir zafer hissinin yansıması olduğu da görmezden gelinemez. Veya IŞİD’in elinden kurtulan Ezidi kadınların siyah çarşaflarını yakmalarının görüntülerine** tam da Şengal’in Türk uçaklarıyla bombalandığı şu günlerde daha dikkatli bakmak gerek. Taliban’ın Afganistan’da LGBTİ+’ları katledeceğini bilirken, Türkiye’de Adalet Bakanlığı’nın Anayasa Mahkemesi’ne verdiği savunmada İslam dinine göre eşcinselliğin günah olduğunu söylemesini tesadüf ile açıklayamayız. AKP iktidarı Suriye’den Libya’ya oradan Azerbaycan’a cihatçı ihraç edip Taliban ile farkımız yok diyerek Afganistan’da yer tutmaya çalışırken, Afganistan’da Taliban’ın, Tel Abyad’da ya da Afrin’de cihatçıların kadınları örtünmeye zorlamasına karşı çıkarılan her çarşaf aslında AKP’nin İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekmeyi meşrulaştırmak için yaptığı dini propagandaya vurulan darbedir. Bugün Türkiye’deki iç siyaset bu denli AKP’nin cihatçı ihraç ederek hayata geçirdiği yayılmacı dış siyasetinin başarısına endeksliyken, Taliban’ın çarşaf baskısına gösterilen her tepki de aslında bizzat AKP’nin farklı biçimlerde de olsa burada kadınlar üzerinden hayata geçirmeye çalıştığı İslami baskıya direniştir; bir tercihe ya da özgürlüğe saldırı değildir.