Dört bir yandan etrafımızı saran neoliberal faşist kuşatma kimi zaman Kürtlere, Alevilere, kimi zaman LGBTIQ+’lara, kadınlara, ormanlara, mültecilere yöneliyor olsa da aslında şiddetin geldiği ideolojik dünya tek tip; yağmacı, sömürgeci, patriyarkal ve ırkçı
Bu ayın başında Türkiye’de belki de pek çok neslin hayatında çok nadiren karşılaştığı ölçüde büyük yangınlara şahit olduk. Yüzyıllardır mülk edinilen, yağmalanan, neoliberal kapitalizm ile birlikte ise deyim yerindeyse canına okunan doğa artık çığlık atmaya başladı. Bu derece şiddetli bir çığlıkla hayatımızda belki de hiç yüzleşmemiş olanlarımız ne yapacağımızı, bunun altından nasıl kalkacağımızı, bu şiddeti nasıl göğüsleyeceğimizi şaşırdık. Bu kadar afallamış bir şekilde var gücüyle seferber olan insanlar bir yandan da devletin alacağı önlemlere karşı son derece güvensiz ve endişeliydi. Ancak burada devletin sorumluluğuna dair endişeden ayrı olarak kendini doğanın bir parçası olarak gören, ekolojik tahribatı dert edinerek doğayla mülkiyet ilişkisi dışında ilişki kuran bir toplumsal akıl mı söz konusuydu?
Türkiye’nin en gözde yerlerinden bahsediyoruz, tatil mekanlarından, yazlık mekanlarından, ünlülerin boy gösterdiği plajlardan… Yangınlar başlayıp durdurulamaz bir hâl aldığında sosyal medya üzerinden çok büyük yardım kampanyaları, yardım çağrıları ve duyarlılık paylaşımları yapıldı. Bu kurulan büyük dayanışma ağının getirdiği kazanımları ve gücü elbette azımsamıyorum, bu güç sayesinde belki de bugün her konuda çürümüş ve basiretsiz bir devlet yapısının yetersizlikleri kompanse edildi kısmen de olsa. Ancak bu dayanışma ağının arkasında yatan, zihinlerin arkasında yatan duygu ve düşünce dünyasını sorunsallaştırmak istiyorum. Bunun doğayla kurulan nasıl bir ilişkiye tekabül ettiğini, ne kadar kapsayıcı olduğunu, ne kadar adil ve gözeten bir tutum içerdiğini sorgulamak istiyorum.
Sosyal medyanın öylesine baskın olduğu ve yaşamlarımızı belirlediği bir dünyada yaşıyoruz ki, bu kimi zaman siyasal iktidarın kolay kolay sızamayacağı alternatif örgütlenme biçimleri yaratsa da çoğu zaman belirli ‘’trendler ve popüleriteler’’ üretiyor ve kolektif gündemi belirliyor. Hele de işin içinde, anaakım televizyon yayınlarında, dizilerde, yarışmalarda yer alan ünlülerin yaşamlarını görme imkanı olunca, o televizyon dünyası sadece ‘’prime-time’da’’ yayınlanan dizi ve programlarla sınırlı kalmıyor artık; evin içine girerek gündelik tavrımızı, beğenilerimizi, yaşam biçimimizi belirleyen bir etki alanına dönüşüyor. Gündemdeki politik meselelerin dikkate alınma derecesi bile kaç ünlü yüzün bu konuda açıklama yapmasına bağlı hale geliyor kimi zaman; kadın cinayetleri, yangınlar, tecavüzler, toplumsal hareketler vs. konularında dahi…
Yaşadığımız büyük orman yangınlarında da böyle bir şeye çok güçlü bir biçimde tanık olduğumuzu düşünüyorum. Sosyal medyadan ünlüler doğrudan alana giderek yaptıkları paylaşımlarla her fırsatta yüzlerini gösterip meseleye dair kitlesel bir farkındalık oluşturdular. Peki tekrar soralım, bu farkındalık doğanın bir parçası olduğunu kabul eden, onu mülkiyet ve sömürü ilişkisinden kurtarmaya çalışan bir politik aklın ürünü mü yoksa ‘’bizim’’ olan doğayı, ‘’bizim’’ olan tatil yerlerini, yazlıkları, ‘’bizim’’ olan hayvanları kurtarmaya dair bir seferberlik mi? Gerçekten mülkiyet ilişkisinin, ulus-devlet perspektifinin dışında bir bakış açısı geliştirilebildi mi bu süreçte? Kendini mevcut siyasal iktidar karşıtı olarak tanımlayan, çoğunlukla seküler, milliyetçi bir muhalif ortak aklın çok da buralarda durmadığını düşünüyorum. Birinci dereceden o kadar şiddetli bir biçimde yaşam alanlarına, mülklerine, eğlence ve tatil yerlerine yönelen bir tehdit oluşmasaydı da bu kadar büyük kampanyalar yürütür müydü bu popüler insanlar veya mesele bu kadar güçlü bir kitlesel dayanışma halini alır mıydı? Şüpheliyim.
Hemen akabinde Dersim’de (ki hâlâ devam ediyor), Şemdinli’de yaşanan büyük orman yangınları, Van’da yaşanan sel felaketi çok küçük bir kesim dışında kimsenin dikkatini çekmedi, asla anaakım ‘’popüler’’ gündeme giremedi. Muhtemelen kimsenin yazlık yeri, tatil mekanı değildi veya başka bir tabirle zaten ‘’ötekinindi’’. Sırası geldiğinde Türkiye’nin her karış toprağına sahip çıkan, gitmese de görmese de mülkü bilen ideolojik akıl orada cayır cayır yanan doğayı göremedi-görmedi. Ünlülerin sosyal medya hikayelerinde canhıraş paylaşılmadı, kimse alandan şort ve terlikle canlı yayın yapmadı. Böyle “yüce” bir doğa sevgisine nail olan çoğunlukçu akıl, içten içe ‘’öteki’’ gördüğü yerlere dair duygu üretemedi.
Öte yandan, Afgan mültecilerin ülkeye giriş yapmasıyla birlikte yeniden alevlenen mülteci karşıtı söylemlerde de çok dikkatimi çeken bir nokta var. Son dönemde giderek görünür olduğunu düşündüğüm siyasal iktidar karşıtı (!), seküler, milliyetçi kesimler bir yandan gelen erkek Afgan mültecilerle ilgili dehşetli cinsiyetçi, homofobik, ayrımcı söylemler kurarak onları kriminalize ederken[1] diğer yandan da aynı topluluk Afgan kadınlarının Taliban tarafından uğradığı büyük şiddet ve ayrımcılığı gündemine alıp buna ağıtlar yakıyor. İşin ilginç yanı, o ülkedeki savaş gerçekliği ve yaşam mücadelesini gördüğü halde canını kurtarmak için göç etmek zorunda kalan topluluklar her daim tehditken -ki bunlar çoğunlukla erkek olarak cinsiyetlendirilip ‘’ulusal namusun’’ varlığına ve bütünlüğüne zeval veriyor- gelen mülteciler kadınlar olduğunda zavallı, mağdur, sahipsiz özneler olarak kodlanıyorlar. Afgan mülteci kadınlar yalnızca Taliban tarafından örtünmek zorunda bırakılan, mağdur, güçsüz ve hapsedilmiş olarak gösterilirken orada Afgan kadınlarının verdiği kadın mücadelesi ve Afganistan Devrimci Kadınlar Birliği’nin (RAWA)[2] örgütlü direnişinden neredeyse hiçbir medya platformunda bahsedilmediğini görüyoruz. Çünkü patriyarkal kültür kadına yalnızca mağdur olmayı, ağlamayı, ezilmeyi, ve kurtarılmak için bir erkeği beklemeyi yakıştırıyor. Yine burada ulus devletin yapı taşını oluşturan asker-ordu-savaşan erkek üçlemesiyle karşılaşıyoruz. Erkeğin ulus devlet içindeki yeri-sınırı; toprağı, kadını, yani ‘’namusu’’ koruyan bekçiler iken kadın her daim mağdur, korumasız, sahip çıkılması gereken varlık olarak belirleniyor. Bu belirlenimin dışına çıkan, kendi özsavunmasını örgütleyerek kuran ve bu şekilde mücadele yürüten kadınlar ya ‘’erkekleştiriliyor’’ ya da terörize ediliyor.[3] Aynı biçimde ulus devletle birlikte pekişen ataerkil savaşan erkek olgusunun dışına çıkan her erkek de ‘’korkaklıkla veya erkek olmamakla” (eşcinsellikle, kadınsılıkla vs.) tanımlanıyor.
Varlığını, birliğini, şerefini, namusunu toprak sınırları üzerinden tanımlamaya ant içmiş; toprak sınırları gündemde değilse de kadın bedeni üzerinden aynı analojiyi kuran ve bu yolla hem doğa üzerinde hem de kadın bedeni üzerinde yegâne iktidar olduğunu her fırsatta şiddetle duyuran bu total faşizan tutum aynı yaklaşımı mülteciler konusunda da işletiyor. Sınırını namusu bilen, oradan gelen her farklı kimliği ve varlığı namusuna tehdit olarak gören bu tutum öylesine cinsiyetçi ve ırkçı ki tıpkı doğayı ulus devlet milliyetçiliği ve ataerki lensinin dışında okuyamaması gibi dışarıda veya içeride ürettiği her düşmanı ve ‘’tehdidi’’ de muhakkak cinsiyetlendiriyor.
Başka bir bakış mümkün mü?
Dört bir yandan etrafımızı saran neoliberal faşist kuşatma bu topraklarda kimi zaman Kürtlere, kimi zaman Alevilere, kimi zaman LGBTIQ+ bireylere, kadınlara, hayvanlara, ormanlara, Suriyeli mültecilere, Afgan mültecilere yöneliyor olsa da aslında şiddetin geldiği ideolojik dünya tek tip; yağmacı, sömürgeci, patriyarkal ve ırkçı. Bulduğu her toprak parçası ve bedeni mülkleştiren neoliberal faşist düzen konjonktüre göre kendisi için en kârlı ve gücüne güç katıp kendi krizlerini örtbas etmeye yarayacak en avantajlı günah keçisini seçiyor sadece.
Ancak her ne kadar anaakım söylem biçimlerinde, gündelik dil ve pratiklerde kaşımıza çıkan bu son derece örgütlü neoliberal faşist şiddet yaşamı tutsak etmeye çalışsa da bunun karşısında direnen ve her geçen gün büyüyen bir mücadelenin varlığını da görüyoruz. Bu mücadele doğayla mülkiyet ve tahakküm ilişkisinin dışında bir ‘ekolojik benlik’’ ilişkisi kurmayı hedefliyor, kendini doğanın dışında veya üzerinde konumlandırmadan, onun bir parçası olduğu ve oradan beslendiği bilinciyle özenli ve gözeten bir tutumu temel alıyor. Tıpkı yerli Amerikalılar ve sömürgeci akla entegre olmamış birçok kadim yerli kültür gibi, insanlar ile diğer canlıların arasında, geçmiş ve gelecek nesiller arasında ve farklılıklarıyla bir arada varolan tüm topluluklar arasında görünmez bir süreklilik ve yaşamsal bir bağ görüyor. Suyuyla, toprağıyla, insanıyla, diliyle, kültürüyle bir ‘’yeryüzü demokrasisi’’ biçiminden bahsediyor.
“Biz bunu biliriz: Yeryüzü insana değil, insan yeryüzüne aittir. Biz bunu biliriz: Her şey ailemizi birleştiren kan gibi birbirine bağlıdır. Her şey birbirine bağlıdır.” [4]
Squamish kabilesinin reisi Seattle’in 1848 tarihli konuşmasının ortaya koyduğu bu itiraz, bugünkü biçimiyle toprağın parsel parsel eylendiği, suyun satılık olduğu, ağacın- ormanın özel şirketlerin kâr alanlarına peşkeş çekildiği bir dünyadan çıkışın da önemli bir ipucunu veriyor bize. Yaşamla, toprakla ve insanlarla mülkleştirmeden, yağmalamadan, ötekileştirmeden, cinsiyetlendirmeden ilişki kurmanın zorunluluğu çıkıyor karşımıza.
İnsanın doğa üzerindeki tahakkümü insanın insan üzerindeki tahakkümüyle öylesine ‘’aynı kumaştan” dokunmuş ki doğa üzerinden kurulan bu sömürgeci ikilik, mülkleştirme ve ötekileştirme birebir aynı biçim ve yöntemlerle insan üzerindeki sömürüde de kendini gösteriyor.[5] Ben ve öteki üzerinden ilmek ilmek işlenen yıkıcı karşıtlık ancak ve ancak yeryüzü ötekilerinin ve yeryüzü topluluklarının bir arada varlığı, farklara karşı ilgi ve özen ve bu farklardan doğan etkileşimin dinamik dönüştürücü gücüyle aşılabilir. Hem doğayla hem de birbirleriyle araçsalcı, ayrımcı ve patriyarkal söylem ve pratiklerin dışında etkileşimsel, yatay ve etik ilişki temelli yeni yaşam olanakları yaratmayı bu mücadelenin en kurucu dinamikleri arasında görebilmeliyiz.
Bir parçası olmaktan asla vazgeçmememiz gereken bu mücadeleler farklılıklarla bir aradalığın yaşamı yaşanır kılan şey olduğu, düşmanımızın ‘dışarıdan gelenler’, ‘yabancılar’, mülteciler değil, aldığımız nefese düşman ve bizi içten içe sömürerek tüketmeye çalışan bu Neoliberal tek tipçi, kan emici sistemin olduğunu her fırsatta belirtiyor. Bu noktada bizler, bir yandan yalnızca işine gelen yerde mücadeleyi bir ‘iktidar partisi’ karşıtlığı üzerinden okuyan, ona direniyormuş illüzyonu yaratan, bir yandan da her fırsatta onun varlığını yeniden üretmek için değirmenine su taşımaya çalışan; ideolojik-politik duruşları, toplumsal yıkıcılığı, doğa üzerindeki sömürgeci aklı mevcut siyasal iktidardan zerre geri durmayan görünürde muhalif biçimlere karşı da direnmeliyiz diye düşünüyorum. Çünkü biliyoruz ki bu iki yapı, ırkçılığı hangi etnik grup, cinsel yönelim, yaşam biçimine karşı yaptıkları konusunda kimi zaman tercihen stratejik ayrılıklara düşseler de, her ikisi de mevcut neoliberal faşist düzenden beslenerek büyüyor, varlığını ve devamlılığını da o düzene borçlu. Her iki yaklaşımın da ekolojiye bakışı ancak gündelik pragmatik kaygılar ve mülkiyet ilişkisi üzerinden şekilleniyor. Mülk ve tahakküm ilişkileri, ulus devlet sınırları ve kavramsallaştırmalarından gayrı ne bir toprak ne bir ağaç ne de bir insan tahayyül edebiliyorlar. Buna karşın tam da bütünsel olarak bu ideolojik-politik yapının karşısında mücadele vermeli; başka bir algının, başka bir dilin, başka bir yaşam pratiğinin var olduğunun farkında olarak, bu pratiklerin toplumsal anaakım düzen içinde yerleştiği, ırkçı, cinsiyetçi, tahakkümcü yaklaşım ve söylemlerin artık kendine yer bulamadığı, çokluktan ve farktan beslenen bir düzen için kollarımızı sıvamalıyız. Hayır, algı ve yaşam evrenimiz sizin ırkçı, cinsiyetçi, doğa düşmanı, üstenci ve tek tipçi yöntemlerinizle sınırlı kalmayacak. Tüm yeryüzü toplulukları ve yeryüzü ötekilerini gözeten, doğanın yalnızca bir parçası olduğu bilincine vakıf ekolojik benlik temelli, birbirine karşı dayanışma ve özen gösteren yeni bir ilişkilenme biçiminin peşine düşüyoruz.
[1] https://www.gzt.com/gazeteler/sozcu-gazetesi-10-08-2021 Sözcü Gazetesi Manşet, 10 Ağustos 2021.
[2] http://www.rawa.org/index.php Afganistan Devrimci Kadınlar Birliği (RAWA).
[3]https://www.academia.edu/38919327/Direni%C5%9F_Ya%C5%9Famd%C4%B1r_%C4%B0nsanl%C4%B1k_Af_%C3%96rg%C3%BCt%C3%BCne_Kalmad%C4%B1 Dilan Bozgan, Direniş Yaşamdır: İnsanlık Af Örgütüne Kalmadı.
[4] Yeryüzü Demokrasisi, Vandana Shiva, BGST Yayınları, 2010.
[5] Feminizm ve Doğaya Hükmetmek, Plumwood, s.211.