Görüyoruz ki cinsiyet parçalanması ileriki süreçlerde kendisiyle özne-nesne ayrımını da doğurur. Bizler bunun en yakıcı sonuçlarını metalaşmış kadın profilinde görmekteyiz. Kadın-erkek cinsiyeti erk zihniyetin oluşturduğu kültür içinde yapılandırılır
İnsanın insana olan bakışını ele alırken özünde kadını ele almaktayım. Önceliğimiz kadını bir öteki, aşağı, içkin, ikinci cins olarak değil, bir varlık olarak kadına olan cinsiyetçi bakışı ele almaktır.
İnsan neden kendi varlığının bir parçası olan ve bu varlığa anlam kazandıran kadına bu denli aşağılayıcı gözle bakmaktadır?
Bunun temeli biraz da insan zihnine dayanır. Bu insan zihninde yatan görüş, anlayış insanın kendine karşı duyduğu duyguyla alakalıdır. Çünkü insan kendini aşağılık olarak görür. Bu görme biçimi sistem ve iktidarlar tarafından kendi çıkarları doğrultusunda oluşturulmuş olsa da insanın insana bakışı özsel olmalıdır. Bu özü yakalamak duygu dünyamızın değişmesiyle mümkün olur. Bilindiği üzere duygular, aynı zamanda görme eylemine yön veren önemli duyularımızdan biridir. Bu yüzden bizler için hem duygularımızın hem de görme eylemimizin pozitif bir yapılanmaya sahip olması gerekir. Yine bununla paralel olarak görme eyleminin pozitifliği düşünceyi de pozitif form haline getirecektir. Bizler için düşünce gücü pozitif temelde dönüştürüldüğü oranda düşüncedeki değişim ve akışkanlık güçlü yaşanır. Mevcut toplumda oluşturulan negatif düşünce tarzı bunu engellediği gibi bilen ve hisseden bir varlık olan insanın pozitif enerji akımını da engeller. Bu zihniyet yapısı köklü bir varlık kazanan ataerkil kalıntılar sonucu oluşur.
Buna dayanarak insanın insana karşı anlam kazandıkça, kadına olan bakış da gerekli anlama kavuşacaktır. Bizler bu düşünceyi her an yaratmalı ve tarihten günümüze kadar insanda oluşturdukları “cinsiyetçi” bakış açısını kırarak doğru görme eylemini sağlamalıyız. Yoksa var olan sistem içerisinde iğdiş edilmekten kurtulamayız. Bilge, “Kişiliğini yeniden yapılandırmak istiyorsan, öncelikle duygu dünyanı değiştireceksin” der. Yani duygu, düşünce, görme duyumuzun üzerinde ciddi durmalıdır eğer durulmazsa kayalaşmış ‘toplumsal cinsiyet' bakışını parçalayamayız.
Öncelikle bu kayaların oluşturduğu kavramlarla başlayalım;
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki fark nedir? Buna neden ihtiyaç duyulmuştur? Veya insanın bir parçası olan doğada cins ayrımı var mıdır? Bu sorular kendi içinde çoğaltılabilir ancak biz temel sorun olarak gördüğümüz kavramı ele alarak başlayalım; ‘Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet’ olarak tanımladığımız bu iki kavram hem birbirinden ayrı hem de birbiriyle aynılaşmış durumdadır. ‘Toplumsal Cinsiyet' biyolojik cinsiyetten ayrı olsa da cinsiyet ayrışmasını, cinsiyetçiliği, doğurduğunu görüyoruz. Toplumsal cinsiyet, toplumun kültürel olarak belirlediği ve bu belirlemeler ekseninde kadını köleleştiren, metalaştıran bir ‘cinsiyet konumu’dur. Bu cinsiyet konumu toplumdan topluma olduğu kadar tarihsel olarak da değişebilen bir durumdur. Ancak görüyoruz ki; sonucu ne tarihsel ne de toplumsal olarak değişmez. Mevcut durumda değişen tek şey kadının gittikçe konumunun düşmesi ve kadının değerine, özgürlüğüne dair hiçbir şeyin kalmamasıdır.
Cinsiyet ise; kadın erkek arasındaki biyolojik farklılık olarak adlandırılır. Bu farklılığı ‘cins' kavramıyla ayrıştırmak yanlıştır. Çünkü özünde toplumun yaratmış olduğu bu cinsiyet ayrımının doğada olmadığını görüyoruz. Görünen o ki doğa kendi içinde barındırdığı tür farklılıklarıyla uyum içinde yaşar. Bu anlamda insan doğa ile eşsiz uyumu yakalamış ve bu yakaladığı uyum esas olarak insandan, doğadan insana akışı sürekli kılmıştır. Bu akışkanlık ilişkisi tüm türler arasında bütünlük sağlamıştır. Bundan dolayı var olan cinsiyet ayrışmasına gerek yoktur. Ki zaten buna ihtiyaç da duyulmamıştır. Bu ihtiyacı duymayan insan, doğayla simbiyotik bir döngüyle yaşar. Kim bilir belki de biyolojik farklılıklara ‘cins' tanımı getirmenin, bir ayrışmayı, ötekileştirmeyi doğuracağının farkındaydılar. Belki de bu farkındalık bin yıllar boyunca doğa insan ilişkisini sürdürmeye yardımcı oldu. Bu farkındalığın yitimi, cinsiyet parçalanmasını günümüze en ayrıksı biçimiyle taşımıştır.
Görüyoruz ki cinsiyet parçalanması ileriki süreçlerde kendisiyle özne-nesne ayrımını da doğurur. Bizler bunun en yakıcı sonuçlarını metalaşmış kadın profilinde görmekteyiz. Dolayısıyla önümüze çıkan kadın-erkek cinsiyeti zamanla toplumun erk zihniyeti tarafından oluşturulan kültür içinde yapılandırılır. Oluşan bu yapılandırma sisteminde kadın-erkek rolleri açıkça konulur. Toplumsal kılıfa bürünerek verilen bu roller, özünde devlet sistemi tarafından yürütülmektedir. Bu sistemde “aile” kurumu büyük önem arz eder. Çünkü bu kurum devletin prototipini temsil etmektedir. İktidar olan babadır, kadın ve çocuklar ise “aile” içindeki itaatkârlardır. İktidar ise kendi yarattığı bu yaşam biçimi içinde kadınların hep itaatkâr olarak yaşamasını ister. Artık kadın, hor görülmeyi, aşağılanmayı hak eden bir köledir.
Kadınlar devlet eliyle meşrulaştırılan bir şiddet düzeninde, toplumda ikincil konumda tutulup, ataerkil yapının baskısı altında ezilmektedir. Tarih boyunca kadın, kadın kimliğinin ötesinde sistemin -devletin- temel yapı taşı olan ‘aile'nin bir parçası olarak görülür.
Kadınlara bu kadar zulüm neden reva görülüyor? Bu sorunun cevabı açıktır aslında; İlk günahın simgesi olan Havva'nın günahkâr çocukları olarak görülüyoruz da ondan. Sanki sadece kadınlar Havva'nın çocuklarıymış gibi en ağır bedeli kadınlar ödüyor. Adeta cennetten kovulmanın intikamını alırcasına, yeryüzü cenneti kadına lanetli hale getirilir. Oysa kadın cennetin ta kendisidir. Ancak kadının kendi yarattığı anlam dünyasında anlamsızlaştırılması, evrensel değerlerine el konulması ahlaki değildir. Bırakalım kadınlar yeryüzü cennetini yeniden toplum için inşa etsinler.
Baştan beri doğanın, toplumun anası olan kadının, günümüzde bu yaratımı da elinden alınmış erkeğin eline verilmiştir. Bir kadın, çocuğu rahminde besler, büyütür ve onu tinsel bir varlık haline getirir. Bunu bilen erkek, kadının tanrısal rahmine saldırarak yaratım gücüne el koyar. Artık “tanrı” babadır ve varoluş tanrı babanın spermiyle mümkün olur. F.B. “Kadınların varlık nedeni esas olarak anneliktir. Dolayısıyla gebe kadınlar bedenlerine dikkat etmeli ve zihinlerini yormamalıdır. Ancak üreme, bedeni erkeğin tohumunu içinde tutan ve besleyen araçtan ibarettir. Çünkü dişil rekrösyen ruh'tan yoksundur. Ruh'u taşıyan erkek spermidir. Dolayısıyla gerçek yaratıcı erkektir” der. Erkek, kadının yaratıcı gücünü kendine mal etse de hiçbir zaman yaratıcı değil aksine tüketici olmaktadır. Erkek işte bu kadar aciz bir varlıktır; Kendini yaratamayan, bir güç gördüğünde çalarak kendine mal eden, bu şekilde kendini var etmeye çalışan bir varlıktır.
Peki nasıl bir bakış?
İlkin şunu belirtmeliyim ki; yeni bir yaşamı yaratmak kadın mücadelesi acısından kolay olmayacaktır. Ancak özgürlüğe susamış kadınlar olarak, özgür bir yaşamın inşasını oluşturacağız. Özgür olmak isteyen her birey önce kendinde etik-estetik ölçülerini oluşturmalı ve insanın insana karşı bakışını doğru eylem biçimiyle sağlamalıdır.
Bizlerin özgürlük bilinci geliştikçe var olan sorunun temeline inmemiz, tüm yönleriyle analiz etmemiz daha kolay olacaktır. Kendi kaderimizi ve toplumun kaderini ulus devlet sistemlerinin eline teslim etmememiz çok önemli. Tabi bunun kolay olmadığını, bedel isteyen bir durum olduğunu bilmeliyiz. Kaldı ki özgürce yasamak isteyen bireyler ve toplumlar, tarihte tüm bedelleri göze alarak, insanlık adına olan tüm değerlere sahip çıkmasını bilmişlerdir.
Arayış sahibi olanlar için hiçbir şey amaçsız ve anlamsız değildir. Her geçen gün anlamın biraz daha yok edildiği günümüz dünyasında anlam ve amaçtan yoksun, özgür yaşama karşı kayıtsız olanlar bu tür arayışları gereksiz olarak görebilirler. Ancak bizler bunun gerekli bir arayış olduğunun bilinciyle yaklaşmalıyız. Bir diğer önemli konu da, kadın kadar erkeğin de bunun bilincine varmasıdır. Gerektiği temelde bir yaklaşım içinde olabilmeliler. İhtiyaç duyulan, kişinin kendi amaçlarına bağlılık ve kendisine karşı saygının, sevginin bir ölçüsü olduğu ve özgür kimlik üzerinden yeni bir erkek inşasıdır. Başta şunu iyi anlamak gerekir; hakim olan egemen kültürün, insan üzerinde uyguladığı politika tamamıyla insanın insana duyduğu saygı ve sevgiye saldırarak parçalamayı hedeflemesidir. Parçalanan bu değerlere karşın “var olma" duygusu, başkaları üzerinde egemenlik kurarak kendini var etmeye çalışır. Ataerkil zihniyet erkeğe ‘benlik' kimliğini ancak böyle kazanacağını söylese de özünde kazanılan herhangi bir kimlik yoktur.
Bu temelde şimdiye kadar cinsiyetçi normlarla tanımlanan kadın bedenini anlamak, tanımak, uyum yakalamak ancak verili yaklaşımları köklü bir şekilde aşmakla mümkündür. Özgürlük mücadelesi insanın kendine, topluma, yaşama, doğaya karşı ahlaklı olmayı, en yüce erdem sayan bir bakışa sahip olmayı gerekli kılar. Bu amaç, özgür bilinç içinde inşa edilirken aynı zamanda ahlakın da tarihte olduğu gibi günümüzde de yeniden inşasını gerçekleştirecektir. Bunu gerçekleştiren her bireyin toplumla, doğayla ve evrenin özgürlük enerjisiyle ilişki içinde olacağı kesindir. Bu açıdan insanın insana bakışını iyi, güzel ve doğru olarak belirleyen her insan özgürlük yolunda anlama ulaşmış demektir.
*Bünyan Cezaevi A/3