Ursula bir kadın olarak yok sayılırken, yükseklere kanat çırpmaktan vazgeçmedi. Sadece kadınların yaşadığı bir ada, mülksüz toplumlar yarattı; erkeklere yüksek sesle bir isyan bayrağı çekti ve bu küçümseyici düzene baş eğmedi
Bilimkurgu ya da fantastik; geleceği farklı bir şekilde hayal ediyor ve okuyuculara “Ya olsaydı?” sorusunu soruyor. Ancak Ursula K. Le Guin, çok daha fazla soruyu da sormaya çalışıyordu ve geride bıraktığı koca külliyatı dünya var oldukça zihinlerde yeni kapılar açmaya devam edecek.
Karanlığın Sol Eli’nde sorduğu gibi: Ya insanlar çoğu zaman cinsiyetsiz olsalardı ve istedikleri cinsiyet kimliğini rastgele seçebilseydi? Böylelikle “kral hamileydi” gibi cümleler yazabilseydik? Ya da Mülksüzler kitabındaki gibi özel mülkiyetin olmadığı bir gezegenin üzerinde yaşasaydık? O, tam da bu sorulara karşı “Bir şeyleri uyduruyor gibi hissetmiyorum. Uydurduğumu biliyorum ama öyle hissetmiyorum” diyordu. Ona göre, sadece kadınların yaşadığı bir ada, ejderhaların uçtuğu, büyücülük okulunun olduğu, mülkiyetin olmadığı toplumlar “olabilirdi.”
Üstelik tüm toplumlarda farklı biçimlerde büyücülerin olduğunu söylerken, amiyane tabirle “Ben de kelimelerin büyücüsüyüm” diyordu. Cinsiyeti reddediyor, alışılagelmişin dışında bir tarzla hayal gücünü zorluyordu.
Bir gün daktilosunun başına oturuyor ve bir dünya yaratıyordu. Yarattığı dünyada insanlar kendiliğinden var oluyor ve kendi sonlarını belirliyordu. Ursula, bu dünyayı sadece hayalinde kurmuyor, üstüne üstlük gerçek bir harita oluşturuyor; denizlere, okyanuslara, dağlara, zirvelere isimler veriyordu. Çoğu zaman da hikâyelere okuyucular karar verirken; bir anda kendilerini bir deneyin içinde bulabiliyorlardı.
Omelas’ı terk eder miydiniz?
“Omelas’ı Bırakıp Gidenler” kitabı da tam olarak bir düşünce deneyi olarak başlıyor. “İnsanların çok ama çok mutlu olduğu bir gezegen var. Rengârenk bir yaz, her yer cıvıl cıvıl. Ancak karanlık bir evde bir çocuk acılar içinde; çünkü istismar ediliyor, işkence görüyor. Bu gezegende var olan mutluluk bu çocuğun acı çekmesine bağlı. Onu görmezlikten gelip mutlu olmaya devam mı edeceksiniz, yoksa Omelas’tan gidecek misiniz?” Ahlaki ve etik açıdan tüm insanları büyük bir ikileme sokuyordu bu düşünce deneyi. Bir yandan; acı çeken, istismar edilen bir çocuk, diğer yanda mutlu insanlar. Çocuğun kurtulması mümkün değildi ama Omelas’ı terk ederseniz bu istismarı görmek ve bu düzeni beslemek zorunda kalmazdınız. Peki, siz neyi tercih ederdiniz? İşte o, yazmanın çok ötesinde bir şeylerde yapıyor, sadece yazmakla kalmıyor, bizleri serüvenden serüvene sürüklerken; peşine takılan bizler de kendimize, “Ya ben olsaydım?” diye soruyor ya da kitabı kapatınca hikâyenin kaçıp gittiğini düşünüyorduk.
Ursula’nın “Mülksüzler” kitabında anarşist bir toplumu tasvir ettiği Anarres gezegeninin haritası.
Karşı çıkış
Her şeyin en başına gidersek, dünyaları yaratan bu kadının yazarlığının Amerika’da hor görüldüğünü, yazılarının sadece kadın olduğu için yayımlanmadığını hatırlatmak gerek. Çünkü edebiyat dünyası sadece burada değil, dünyanın birçok köşesinde her alanda olduğu gibi kadınları yok sayıyordu. Ursula ise “Buna boyun eğmeyi değil, karşı çıkmayı istiyorum” diyerek isyan bayrağını çekiyordu. Bu isyan, edebiyat ve sanat alanının erkekler tarafından işgal edilişine ve kadın bir yazarın ne kadar iyi bir bilim-kurgu yazabileceğinin sorgulanışına karşıydı.
Dünyada değişimin ayak seslerinin duyulduğu yıllar gelip çatmıştı. 70’lerin başlarında feminizm ve kadın hareketi yükselişe geçerken, Ursula kadınlar tarafından da eleştiriliyordu. Neden erkekler hep ana karakterdi? Neden Yerdeniz Öyküleri serisinde kadınların yaşadığı bir adayı erkekler yönetiyordu ya da neden kadınların yeterince gücü yoktu? Özellikle “Karanlığın Sol Eli” kitabı başına dert olmuştu. Bu kitabında insanların cinsiyetlerine karar verdiği bir dünyayı tasvir ediyordu etmesine ama karakter bir cinsiyete karar vermiyorsa erkek olarak kalıyordu. Feministler bu sefer de Ursula’ya sesleniyordu: “Neden bizi her şekilde eril bir varsayılan ile düşünmeye zorluyorsun?”
Ursula bu eleştirilere bir röportajında şöyle cevap vermişti: “Başlarda fazla savunmacı hissettim ama düşündükçe eleştirmenlerimin haklı olduğunu görmeye başladım. Cinsiyet eşitliği hakkında nasıl yazabileceğimle yüzleşiyordum. Sırf bir şeyler hakkında bir kitap yazmış olmanız o şeyi düşünmeyi bitirdiğiniz anlamına gelmiyor. Fikirlerinizi genişletmeniz, öğrenmeye devam etmeniz için her zaman yer vardır. Benim işim nihai bir cevaba ulaşıp onu insanlara iletmek değil, işimi kapıları açık tutmak ya da pencereleri açmak olarak görüyorum. Ama kapılardan kim girip çıkıyor? Pencereden baktığınızda ne görüyorsunuz? Nasıl bilebilirim ki?”
Tenar ve Ursula’nın dönüşü
Feminizmin yükselişi güçlü bir sorgulayış başlatıyordu Ursula’da. Artık apaçık bir şekilde “Yerdeniz kitapları feminist edebiyat olarak bakıldığında tamamen fiyasko” diyordu. Tenar bir başkarakter ama gücü ne? Tam olarak on yıl bu sorularla yüzleştikten sonra Ursula serinin dördüncü kitabı Tehanu’yu yazmaya başladı. Tenar artık güçlüydü, kendi yolunu takip ediyor, ana karakter, yani erkek olan, Ged ise gücünü tamamen kaybediyordu. Tenar’ın değişimiyle Ursula’da radikal bir dönüşüm yaşıyordu.
Ursula’nın öfkesi artık dilindeydi. New York’ta ömür boyu onur ödülünü alırken karşısına geçen onlarca erkeğe başkaldırıyor ve ödülünü görmezden gelinen kadın edebiyatçılar için alıyordu. Sanatı kâr elde etmek amacıyla kullanan ve içini tamamen boşaltan insanlara karşı kinini dile getirmekten de geri duymuyordu.
Bir antoloji için Ursula’dan katkı istendiğinde kitaptaki öykülerde kadınlara hiç yer verilmemesine öfkeleniyor, bilimkurgu dünyasının da erkeklerle özdeştirilmesinden yana dert yanıyor ve yayınevi editörüne yazdığı mektupta isyanını “Beyler ben buraya ait değilim” cümlesiyle dile getiriyordu:
“Sevgili Mr. Radziewicz,
Kendimi, Brian Aldiss’ın tahmin edilebileceği gibi işimi küçümsediği bir kitabın tanıtım metnini yazarken hayal edebiliyorum, çünkü bu sayede yüce gönüllüğüme çekidüzen verebilirim. Ama kendimi yeni bir serinin ilki ve dolayısıyla da muhtemelen serinin örneği niteliği taşıyacak, hiçbir kadın yazını içermeyip aksine çok benmerkezci, sanki bir kulüpte ya da soyunma odasındaymışsınız gibi bilhassa erkek tonuyla yazılmış bir kitabın tanıtım metnini yazarken hayal edemiyorum. Bu yüce gönüllülük değil, aptallık olur. Beyler, kısacası ben buraya ait değilim.”
Bu küçümseyici düzen…
Ursula, bir kadın olarak sıra dışı olanın bilimkurgu alanında yazıp bunun bir de ödülle taçlandırılmasının öneminin farkında olduğunu söylüyordu ve daha zor olanın "bu küçümseyici düzene rağmen kadının, bilimkurgu, fantezi ve tarif edilemez şeyler yazmasıdır” diye ekliyordu.
Ursula K. Le Guin, 2018 yılında aramızdan ayrıldı. Bize cevaplanması zor sorular ve muhteşem eserler bıraktı. Şimdi inanıyorum ki; O, Anarres’te bir dağın tepesinde güneşin doğuşunu ve batışını izliyor. Çünkü O, Omelas’ta hiçbir şeyi umursamayan elit ve yaşlı bir kadın olmadı. O, yükseklere kanat çırparken, biz kadınlar onun deyimiyle biliyoruz ki; kadınlar özgürlüğü kolay etmedi, etmiyor ve etmeyecek.
Ama çok şey değişti Ursula, biz kadınların mücadelesiyle daha da değişeceğe benziyor.
Bir gün Anarres’te buluşmak ve hep beraber yükseklere kanat çırpmak dileğiyle…