Bu inkâr, yüzleşmeme ve nihayetinde cezasızlık kültürüne doğru giden yolda son yıllarda sıklıkla “zamanaşımı” engeli tartışılıyor. Bu tartışmayı yeniden başlatan en önemli nedenlerinden biri 1980’ler ve 1990’larda işlenen suçlara uygulanan eski Türk Ceza Kanunu’nda insan öldürme suçunun yargılanmasına dair azami zamanaşımı süresinin, 30 yılın, yakın zamanlarda dolması
Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yılı aşan tarihi; işkenceler, soykırımlar, zorla kaybetmeler, hukuk dışı keyfi infazlar, katliamlar ile örülü. Geçmişe dönüp baktığımızda ilk akla gelenlerden; Rum azınlığa yönelik yoğun saldırıların yaşandığı 6-7 Eylül Pogromu, alevi yurttaşların katledildiği Maraş, Çorum, Sivas Katliamları, binlerce kişinin işkencelerden geçirildiği 12 Eylül Darbesi, Kürt Sorunu bağlamında özellikle 1990’lı yıllarda Kürdistan ve başka bölgelerde işlenmiş yaygın zorla kaybetme ve hukuk dışı keyfi infaz suçları ve daha nice devlet suçu… Devlet görevlileri tarafından doğrudan ya da bilgileri/izinleri/onayları dahilinde işlenen bu suçlar ya yıllarca yargılanmayı bekledi ya da yargılamaları cezasızlık politikaları nedeniyle beraat ya da başka türlü adaletsiz kararlar ile sonuçlandı.
Yargı makamları ve idari makamlar kamu görevlilerini korumak için cezasızlık politikalarını çeşitli stratejiler ile sürekli hale getiriyor, yasama mekanizması da cezasızlığa hizmet edecek yasal düzenlemeleri layıkıyla yapıyor. Devlet suçlarında hakikatin ortaya çıkarılması ve sorumluların yargılanarak uygun cezalar ile cezalandırılmalarının önünde yasama, yürütme ve yargı erkleri eliyle oluşturulan bir çeşit koruma zırhı bulunuyor. Öyle ki bir kamu görevlisi bir suç işlediğinde ilk olarak amirlerinden en üst düzey devlet görevlilerine kadar bir silsile tarafından, inkâr ve mağdurun suçlu ilan edilmesi ile başlayabiliyor cezasızlık süreci. Fakat cezasızlık pratiğinin son noktasını ve en bariz uygulama alanını yargıda görebiliyoruz. Savcılar mağdurların suç duyurusu dilekçelerini kabul etmeyerek, soruşturmalarda yeterince araştırmalar yapmayarak ve delilleri toplamayarak, takipsizlik kararları vererek ve daha farklı pek çok şekilde cezasızlığa hizmet ediyor. Hasbelkader, mağdurların ısrarlı takipleri ya da başka nedenlerle davalar açılabildiğinde ise mahkemeler tarafından deliller değerlendirilmeyerek, mağdurlar dinlenmeyerek, sanıklar mahkemeye getirilmeyerek, davalar başka şehirlere nakledilerek ya da zamanaşımı, iyi hal indirimi, meşru müdafaa gibi yasal düzenlemeler kötüye kullanılarak suçlar cezasız bırakılıyor.
Bu inkâr, yüzleşmeme ve nihayetinde cezasızlık kültürüne doğru giden yolda son yıllarda sıklıkla “zamanaşımı” engeli tartışılıyor. Bu tartışmayı yeniden başlatan en önemli nedenlerinden biri 1980’ler ve 1990’larda işlenen suçlara uygulanan eski Türk Ceza Kanunu’nda insan öldürme suçunun yargılanmasına dair azami zamanaşımı süresinin 30 yılın yakın zamanlarda dolması.
30 yılı dolan suçlar bir bir zamanaşımına uğruyor ve davalar ya da soruşturmaları kapanıyor. 12 Eylül darbesi sonrasında yaşanan işkence suçlarına dair 2010 yılında yapılan referandum ile yasal engellerin kaldırılması sonrası yapılan yüzlerce suç duyurusu zamanaşımı kuralı gereği düşürüldü. Ayrıca darbenin birincil sorumluları Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında açılan ve binlerce mağduru umutlandıran “12 Eylül Davası” olarak bilinen dava da zamanaşımı ve sanıkların ölümü nedeniyle düşürüldü. 1993 yılında Sivas’ta Madımak Oteli’nde düzenlenen etkinliğe katılanların linç edilmeye çalışılması ve otelin ateşe verilmesiyle 33 alevi aydın ve sanatçının hayatını kaybetmesine dair açılan “Madımak Davası” da 2023 yılında zamanaşımı nedeniyle düştü. Bir başka yakın zamanda zamanaşımından düşen dosya, Recep Tayyip Erdoğan’ın Berfo Ana’ya oğlunun faillerinin cezasız kalmayacağı sözünü vermesiyle de bilinen Cemil Kırbayır soruşturması. 1980’de Kars’ta evinden gözaltına alınan Cemil Kırbayır’ın zorla kaybedilmesi ile ilgili yürüyen soruşturma da geçtiğimiz sene zamanaşımı nedeniyle düşürüldü. 1992’de Ape Musa’nın öldürülmesi ve Elazığ’da fabrika işçisi genç bir kadın olan Ayten Öztürk’ün işkence edilerek öldürülmesine dair dava da 2022’de zamanaşımı süresi dolduğu gerekçesiyle düşürüldü. Son olarak 1993’te Muş’un Vartinis beldesinde yedisi çocuk dokuz kişilik Öğüt ailesinin yakılarak öldürülmesine ilişkin Vartinis Katliamı Davası’nda da 3 Ekim 2023 tarihinde otuz yılın dolması nedeniyle zamanaşımı kararı verildi. 1990’lı yıllarda işlenen ağır insan hakları ihlallerine ilişkin açılan davalardan yargılaması devam edenler de adeta çaresizce zamanaşımı süresinin dolmasını bekliyor.
Davaların zamanaşımı kararları ile sonuçlanmaya başlamasıyla yeni bir yargısal stratejiye maruz kalan mağdurlar için otuz yıllık, elli yıllık, yüz yıllık sürelerin bir anlamı bulunmuyor elbette. Yargısal süreçlerin kendisinin anlaşılmazlığı ile mağdur odaklı olmayışı bir tarafa, zamanaşımı kurumunun karmaşıklığı hukukçu olmayanlar için sorunu daha anlaşılmaz hale getiriyor.
Sanık/şüpheli haklarına dair yüzlerce yıllık mücadelenin bir sonucu olarak ortaya çıkan ve bir kimsenin ömür boyu kendini savunmak zorunda bırakılmaması ve ömür boyu sanık olarak kalmaması, hukukun öngörülebilir olması gibi çok makul bulunabilecek gerekçeleri olan zamanaşımı kurumu nasıl oluyor da devlet ve mağdur karşılıklı taraflar olduğunda bu kadar adaletsiz sonuçlar doğurabiliyor?
Başından bu yana “devlet suçu” olarak bahsettiğimiz, esasında uluslararası mevzuatta ve Türkiye’nin uymakla yükümlü olduğu sözleşmelerde anıldığı şekliyle “ağır insan hakları ihlalleri” ve “insanlığa karşı suçlar”dır. Köleleştirme, hukuk dışı infaz, zorla kaybetme, işkence gibi kişilerin yaşam hakkı ile maddi ve manevi varlığını etkileyen suçlar “ağır insan hakları ihlalleri”, bunların belirli bir nüfusa yönelik yaygın ve/veya sistematik bir biçimde uygulandığı suçlar ise “insanlığa karşı suçlar” olarak ifade edilir. Bu suçların devlet görevlilerinin ve hatta devlet aygıtının kendisinin dahli ya da bilgisi/izni/onayı ile işlenmesi ve bu nedenle ispatının neredeyse mümkün olmaması, tanıkların ancak baskı ve sindirme uygulamaları ortadan kalktıktan sonra yani yıllar sonra tanıklık yapabilmesi, delillerin de ancak yıllar sonra ortaya çıkması, nihayetinde mağdur ile fail olarak konumlanan yurttaş ile devlet arasındaki müthiş güç dengesizliğinin yol açtığı bu gibi durumlar, devlet suçları olarak bahsettiğimiz ağır insan hakları ihlalleri ve insanlığa karşı suçların genel zamanaşımı kuralları içinde cezalandırılmasına itiraz etmemizin nedenlerindendir.
Ayrıca bu tür suçlara ilişkin zamanaşımı kurallarının uygulanmayacağına yönelik uluslararası hukukta yerleşmiş bir kabul bulunuyor. Türkiye’nin tarafı olduğu ya da olmadığı fakat uluslararası teamül hukukunda bütün devletleri bağlayan hukuk kaynaklarında, ağır insan hakları ihlallerinde zamanaşımı kurallarının uygulanmaması gerektiği belirtiliyor. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi sözleşmeleri, temel ilkeleri, prensipleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Amerikalılararası İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına göre, bu yerleşik kabulün yanında, devletlerin etkili soruşturma yapma yükümlülüğünü yerine getirmeden zamanaşımı kurallarını işletemeyeceği de kabul ediliyor.
Fakat tüm bunlara rağmen zamanaşımı kurallarının katı bir biçimde uygulanmaya devam etmesinin davaların ya da soruşturmaların kasıtlı olarak cezasızlığa sürüklenmek istenmesinden başka açıklaması bulunmuyor. Cezasızlığın ve adaletsizliğin süregelen bir hal aldığı bu durumda mağdurlar, devletin cezalandırma görevinden ve yetkisinden vazgeçmesi ile yeniden mağdur edilmiş oluyor. Hukuk artık mağdurlar için adaleti sağlamak niyetinden vazgeçmiş bir araç haline geliyor. Ancak mağdurun adalet arayışını en azından kötü muameleye dönüştürme aracı. İnkâr ve yüzleşmemenin sonucunda, hakikati de elde edemeyen mağdura artık unutması emrediliyor. Mağdurla birlikte topluma da unutma görevi yükleniyor ve yeni suçlar için zemin hazırlanıyor.
Adalet talebini kanunlarla, verili hukuk ile sınırlamadan, hukuku, kendi adalet mücadelesinin yalnızca bir aracı haline getiren, taleplerini meydanlarda, kamusal alanlarda en iyi şekilde kullanarak dile getiren öncü ve dönüştürücü bir örnek olan Cumartesi Anneleri/İnsanları ise 29 yıldır zamana direniyor.
Bu 29 yıllık öncü mücadeleye önce Hasan Ocak’ın akıbeti sorularak başandı. 12-15 Mart 1995 tarihinde İstanbul Gazi Mahallesi’nde yaşanan olaylar nedeniyle 21 Mart’ta Hasan Ocak gözaltına alındı. Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak ve ailesi İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) desteği ile evlatlarına ulaşmaya çalıştı, 55 gün boyunca sürecek bir kampanya başlatıldı ve ısrarla Hasan Ocak’ın nerede olduğu soruldu. 55 günün sonunda ise Hasan Ocak’ın ağır işkencelerden geçirilmiş bedeni kimsesizler mezarlığında bulundu.
Ne yazık ki gözaltına alındıktan sonra akıbetine ulaşılamayan tek kişi Hasan Ocak değildi. 1993-95 yılları arası Türkiye’de zorla kaybetme suçunun en yoğun işlendiği dönemdi. Gözaltına alınan yakınlarından bir daha haber alamayan onlarca insan Hasan Ocak’ın bulunmasının ardından bu arayışın devamını getirdi ve bu arayış bir adalet mücadelesine dönüştü. İlk olarak 27 Mayıs 1995’te 15-20 kişilik bir grup, Galatasaray Meydanı’nda bir araya geldi ve oturma eylemi yaptı. Talepleri ise “Gözaltındaki kayıplar son bulsun, kayıpların akıbeti açıklansın, sorumlular bulunsun ve yargılansın” idi. Her hafta daha kalabalık hale gelen bu oturma eylemlerinde gözaltında kaybedilen bir kişinin hikayesi okundu ve bu kişinin şahsında tüm kaybedilenlerin akıbeti soruldu.
Cumartesi Anneleri/İnsanları 27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi günü Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemi ve basın açıklaması düzenleyerek gözaltında kaybedilen yakınlarının akıbetinin açıklanması ve faillerinin yargılanması talebiyle bir araya gelmeye devam ediyor. Hakikat arayışları çok uzun bir bekleyiş ve sabırla örülen bir mücadele ve hatta Türkiye’de görülen en uzun ve en istikrarlı eylem. Zamanaşımı, cezasızlık, kötü muamele süreçlerine rağmen durmama halini gösteren bu öncü mücadele 29 yıldır inatla ve ısrarla sürüyor. Zamana ve zamanaşımına karşı direniyor. Zamanaşımını failler için bir gizli af olarak niteleyerek, kaç yıl geçerse geçsin kayıplarını unutturmamak, anılarını yaşatmak, faillere hesap sormak için meydanı terk etmiyor.